Araştırma Alanları – Açık Pencere https://www.acikpencere.com Gençlik Düşünce ve Araştırma Kuruluşu Thu, 25 Apr 2024 11:17:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.3 https://www.acikpencere.com/wp-content/uploads/2020/12/cropped-kullanici-32x32.png Araştırma Alanları – Açık Pencere https://www.acikpencere.com 32 32 DNA Nasıl Çalışır: Santral Dogma https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/dna-nasil-calisir-santral-dogma/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/dna-nasil-calisir-santral-dogma/#respond Thu, 25 Apr 2024 11:17:30 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=19809 Özet   

Hücrenin çekirdeğinde sakladığı bir bilgi yumağı nasıl oluyor da dışarıdaki karmaşık mekanizmaları denetliyor ve kendisinden kat kat büyük bir organizmaya yaşam veriyor? Ebeveynlerimizden aldığımız ve bütün genetik kodumuzu taşıyan DNA’mız her vücut hücremizde eksiksiz bir şekilde paketli bekliyor. Peki, hangi mekanizmalar harekete geçerek paketin yerinden ayrılmadan, yani çekirdekten çıkmadan bütün organlarımızı etkilemesine olanak sunuyor? DNA’nın kendisini kopyalama ve protein üreterek çalışma mekanizmasına moleküler biyolojinin santral dogması denir. Protein ürünlerinin oluşması ve bu sürecin sıkı kontrolü sayesinde sahip olduğumuz genetik bilgiyi kullanabiliriz.

Anahtar Kelimeler: Translasyon, DNA, Santral Dogma, Transkripsiyon

Abstract

How is it that a bundle of information stored in the nucleus of the cell controls the complex mechanisms outside and gives life to an organism many times larger than itself? Our DNA, which we inherit from our parents and carries our entire genetic code, is waiting perfectly packaged in every cell of our body. So, how is it that that package can affect all our organs without leaving its place, that is, without leaving the nucleus? The mechanism of DNA copying itself and working by producing proteins is called central dogma of molecular biology. Thanks to the formation of protein products and the strict control of this process, we can use the genetic information we have.

Keywords: Translation, DNA, Central Dogma, Transcription    

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/dna-nasil-calisir-santral-dogma/feed/ 0
Political Socialization With Its Agents https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/political-socialization-with-its-agents/ Sat, 13 Apr 2024 07:00:19 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=19695 Abstract

This article provides an overview of political socialization, which is the process of internalizing and acquiring certain knowledge, patterns, beliefs, feelings, and behaviors toward politics. The article discusses the importance of political socialization for modern democracies and explores the influential agents of political socialization, including the family, peer groups, schools, mass media, and religious institutions. The article also discusses primary and secondary political socialization and highlights the role of education in political socialization. Additionally, the article emphasizes the impact of parental education on children’s political upbringing and discusses how peer groups can influence adolescents’ political views. Overall, the text provides a comprehensive understanding of political socialization and its role in shaping individuals’ political identities and behaviors.

Keywords: Political Socialization, Political Identity, Political Behaviors, Democracy,Peer Groups, Mass Media, Religious Institutions

]]>
Yaşam Tarzımız Epigenetik Mekanizmamızı Nasıl Etkiliyor? https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/yasam-tarzimiz-epigenetik-mekanizmamizi-nasil-etkiliyor/ Thu, 18 May 2023 09:11:16 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18925 Özet  

“Yaşam tarzı” kavramı beslenme, davranış, stres, fiziksel aktivite, çalışma alışkanlıkları, sigara ve alkol tüketimi gibi farklı faktörleri içermektedir. Genetik ötesi mekanizmaları ise epigenetik mekanizmalar sayesinde incelenebilmektedir. Artan kanıtlar, çevresel koşulların ve yaşam tarzı faktörlerinin, DNA metilasyonu ve mikroRNA ekspresyonu gibi epigenetik mekanizmaları etkileyebileceğini göstermektedir. Beslenme alışkanlıkları, obezite, fiziksel aktivite, sigara kullanımı, alkol tüketimi, çevresel kirleticiler, psikolojik stres ve gece vardiyalarında çalışma gibi epigenetik kalıpları değiştirebilecek çeşitli yaşam tarzı faktörleri tanımlanmıştır. Bu inceleme yaşam tarzı faktörlerinin hem DNA metilasyonu hem de mikroRNA ekspresyonunu hangi yönde etkilediğini incelemiştir. Burada, yaşam tarzı faktörlerinin epigenetik mekanizmalar yoluyla insan sağlığını etkileyebileceğini gösteren mevcut kanıtları gözden geçiriliyor.

Anahtar Kelimeler: Epigenetik, Yaşam Tarzı, DNA metilasyonu, MikroRNA

Abstract

The concept of “lifestyle” includes different factors such as behavior, nutrition, physical activity, work habits, stress level, smoking and alcohol consumption. Further genetics mechanisms can be studied through epigenetic mechanisms. Growing body of evidence, shows that environmental conditions and lifestyle factors can affect epigenetic mechanisms such as DNA methylation and microRNA expression. Various lifestyle factors have been identified that may alter epigenetic mechanism, for instance dietary habits, obesity, physical activity, smoking, alcohol consumption, environmental pollutants, psychological stress, and night shift work. This review examined how lifestyle factors affect both DNA methylation and microRNA expression. It also reviews the available evidence that lifestyle factors can affect human health through epigenetic mechanisms.

Keywords: Epgenetics, Lifestyle, DNA methylation, MicroRNA

 

]]>
İran ve Hint Kültürünün Kadim Birlikteliği https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/iran-ve-hint-kulturunun-kadim-birlikteligi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/iran-ve-hint-kulturunun-kadim-birlikteligi/#respond Sat, 29 Apr 2023 18:29:20 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=19138 Orta Doğu veyahut Ön Asya olarak ifade edilen coğrafî bölge, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren farklı kavimlerin ve dinlerin merkezi olmuş ve dünya tarihi açısından her daim önemini korumuştur. İran da günümüzde birçok siyasi, dînî ve sosyal kargaşanın merkezi olan Orta Doğu coğrafyasının ana unsurlarındandır. Jeopolitik açıdan İran; Asya, Avrupa, Arap Yarımadası ve hatta Afrika arasında adeta bir köprü vazifesi görmektedir. Asırlar boyunca bu köprü aracılığıyla kavimler, dinler, kültürler ve diller dört bir yana yayılmış ve İran’ı bu çok yönlü hareketin merkezi haline getirmiştir. Dolayısıyla İran’ın, özellikle dînî ve kültürel açıdan bir hayli zengin bu ortamdan etkilenmesi işten bile değildir. Fakat her ne kadar İran toplumunun mezkur bölgede tesiri büyük ve geçmişi uzun olsa da, köken itibariyle İran ırkının ana yurdu Orta Doğu değildir. Tarihini tam olarak belirleyemediğimiz bir dönemde, Arya veya Aryan olarak isimlendirilen, Hint ve İran kavimlerini ihtiva eden ırkın çeşitli kolları Maveraünnehir’in kuzeyinde ve Hazar Denizi’nin çevresinde birlikte yaşamaktaydılar (Yıldırım, 2010, s. 10). Bilhassa filoloji sahasında ve dînî metinler üzerinde yapılan incelemeler bu iki kavmin atalarının bir olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Fakat ilerleyen süreçte, dînî olarak farklı inanışlar benimsedikleri dolayısıyla mı yoksa farklı coğrafyalara göç edip din, dil ve kültür olarak değişmeleri hasebiyle mi birbirlerinden uzaklaştıkları konusunda hâlen çeşitli görüşler vardır. Ancak bu ihtilafın ötesinde, akademi camiası iki kavmin göçlerden önce ortak bir dil ve dine sahip oldukları konusunda hemfikirdir.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/iran-ve-hint-kulturunun-kadim-birlikteligi/feed/ 0
Ortaçağ Avrupası’nda Köylü Olmak https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ortacag-avrupasinda-koylu-olmak/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ortacag-avrupasinda-koylu-olmak/#respond Tue, 18 Apr 2023 09:04:33 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18921 Özet    

            Bu çalışmanın amacı Orta Çağ’da Avrupa nüfusunun çok büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin gündelik yaşamı hakkında genel bir çerçeve çizmektir. Orta Çağ Avrupası’nın tarih yazımında odak noktası genelde saraylar ve şehirler olmuştur. Dönemin kaynaklarında da kırsal yaşam ve köylülerin yaşam biçimi genelde göz ardı edilmiştir. Halbuki Feodal düzenin yapı taşı olan Malikâne sistemi ve yarattığı refah, bu köylülerin aheste emeklerinin üzerine kurulmuştur. Senyörün toprağında çalışmaktan ve malikânenin diğer işlerini yapmaktan arta kalan zamanlarda kendi küçük bahçelerinde çalışma fırsatı bulan köylüler, vergilerini hem emek hem de ürünle ödemektedir. Feodalizm hiyerarşisinde her ne kadar farklı sınıflara bölünmüş olsalar da, köylüler arasındaki bu sınıf farkları zamanla erimiş ve Orta Çağ’ın sonlarına gelirken tek bir üretici sosyal sınıfa dönüşme eğilimine girmiştir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa orta çağı, feodalizm, feodal köylü, gündelik yaşam tarihi, lord, malikane sistemi, manoryalizm, senyör, serf.

Abstract

The aim of this study is to draw a general framework about the daily life of the peasants, who made up the vast majority of the European population in the Middle Ages. The focal point of medieval Europe’s historiography was generally palaces and cities. In the sources of the period, the rural life and the lifestyle of the villagers were generally ignored. However, the Manor system, which is the building block of the feudal order, and the wealth it created were built on the slow labor of these peasants. Those who have the opportunity to work in their own small gardens in their spare time from working on the land of the Master and doing other works in the Mansion, the villagers pay their taxes with both labor and produce. Although they were divided into different classes in the hierarchy of feudalism, these class differences among the peasants melted over time and tended to turn into a single productive social class towards the end of the Middle Ages.

Keywords: European middle ages, feudalism, feudal peasant, history of everyday life, lord, manor system, manorialism, Medieval Europe, lord, serf.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ortacag-avrupasinda-koylu-olmak/feed/ 0
Aromaterapinin Stres, Anksiyete ve Uykusuzluk Üzerine Etkisi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/aromaterapinin-stres-anksiyete-ve-uykusuzluk-uzerine-etkisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/aromaterapinin-stres-anksiyete-ve-uykusuzluk-uzerine-etkisi/#respond Thu, 13 Apr 2023 08:58:07 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18917 Özet 

            Günlük hayatın neredeyse her alanında stres deneyimlenmektedir. Stresin devamlı olarak yaşanması anksiyeteye neden olup bireyin sosyal yaşantısını fiziksel ve ruhsal sağlığını olumsuz olarak etkiler. Kronik olarak uykusuzluk problemi yaşayan kişilerin yanı sıra stres ve anksiyete problemleri de kişilerde uykusuzluk problemlerine yol açmaktadır. En yaygın tamamlayıcı ve destekleyici tedavi yöntemlerinden biri olan aromaterapi, yaygın olarak psikolojik ve fiziksel bozuklukların tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu derleme aromaterapinin stres, anksiyete ve uykusuzluğun azaltılmasına yönelik etkinliğinin tartışılması amacı ile yazılmıştır. Bu bağlamda Google Scholar ve PubMed veri tabanlarından yararlanılarak çeşitli yayınlar derlenmiştir. Yapılan çalışmalar sonucunda aromaterapinin stres, anksiyete ve uykusuzluk üzerindeki olumlu etkisi gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Aromaterapi, uçucu yağ, anksiyete, stres, uykusuzluk.

Abstract

               Stress is experienced in almost every area of daily life. Constant stress causes anxiety and negatively affects the physical and mental health of the individual. In addition to people who suffer from chronic insomnia, stress and anxiety problems also lead to insomnia problems in people. Aromatherapy, one of the most common complementary and supportive treatment methods, has been widely used in the treatment of psychological and physical disorders. This review was written to discuss the effectiveness of aromatherapy in reducing stress, anxiety and insomnia. In this context, various publications have been compiled using Google Scholar and PubMed databases. As a result of the studies, the positive effect of aromatherapy on stress, anxiety and insomnia has been shown.

Keywords: Aromatherapy, essential oil, anxiety, stress, insomnia.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/aromaterapinin-stres-anksiyete-ve-uykusuzluk-uzerine-etkisi/feed/ 0
Bitkisel Kaynaklı Besinlerin Gizemi: Fitokimyasallar https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/bitkisel-kaynakli-besinlerin-gizemi-fitokimyasallar/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/bitkisel-kaynakli-besinlerin-gizemi-fitokimyasallar/#respond Mon, 03 Apr 2023 08:53:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18913 Özet   

            Fitokimyasallar; bitkilerde doğal olarak bulunan, bitkilerin renk, koku ve savunma gibi özelliklerini sağlayan ve besin ögesi olarak sınıflandırılmayan biyolojik aktif bileşiklerdir. Meyveler, sebzeler, kuru baklagiller ve tahıllar gibi bitkisel kaynaklı besinlerde bulunmaktadır. Bitkilere faydalarının yanı sıra bitkisel kaynaklı besinlerin tüketimi yoluyla insanlara da birçok fayda sağlamaktadır. Oksidatif stres başta olmak üzere birçok çevresel faktörün etkisiyle çeşitli kanser türleri ve kronik hastalıkların görülme sıklığı artmıştır. Bu çalışma ile, sağlıklı beslenmede önemli bir yere sahip olan fitokimyasallar hakkında toplumun bilgi düzeyini ölçülmesi ve fitokimyasal içeren besinlerin tüketim sıklığının araştırılması amaçlanmıştır. 15–60 yaş aralığındaki 300 katılımcıya demografik özellikleri, fiziksel özellikleri, tüketim alışkanlıkları, fitokimyasallar hakkında bilgi düzeyleri ve fitokimyasal içeren besinleri tüketim sıklıkları hakkında sorular yöneltilmiştir. Anket çalışması katılımcılara sosyal iletişim kanalları üzerinden iletilip internet üzerinden uygulanmıştır. Çalışmada katılımcıların % 12,7’ sinin bazı günler hiç sebze tüketmediği, % 14,7’ sinin bazı günler hiç meyve tüketmediği, % 10,3’ ünün haftalık olarak hiçbir öğününde kuru baklagil tercih etmediği tespit edilmiştir. Tahıl tüketimi hakkındaki soruların bulgularına göre çalışmaya katılan bireylerin % 14’ ünün gün içinde hiç ekmek tüketmediği, % 11,7’ sinin ise hiç pilav ya da makarna tüketmediği sonucuna varılmıştır. Katılımcıların rehberlerdeki sağlıklı beslenme önerilerinde yer alan sebze ve meyve, kuru baklagil ve tahıl gruplarını yeterli düzeyde tüketmediği saptanmıştır. Hastalıkların önlenmesinde ve tedavi sürecinde biyolojik olarak aktif rol alan fitokimyasalların diyetle alınmaması kanser ve kronik hastalıkların artmasına sebep olabilecek önemli bir bulgudur. Ülkemizde toplumun sağlıklı beslenme ile ilgili bilinç düzeyi arttırılmalıdır. Fitokimyasal çeşitlerinin, sağlık ve beslenme üzerindeki etkilerinin anlaşılması için daha çok bilimsel çalışmaya ihtiyaç vardır.

Anahtar Kelimeler: Fitokimyasal, Beslenme, Meyveler ve Sebzeler, Tüketim sıklığı

Abstract

Phytochemicals are biologically active compounds that are naturally found in plants, provide the properties of plants such as color, odor and defense, and are not classified as nutrients. It is found in plant-based foods such as fruits, vegetables, legumes and grains. In addition to its benefits to plants, it also provides many benefits to humans through the consumption of plant-derived foods. The incidence of various cancer types and chronic diseases has increased with the effect of many environmental factors, especially oxidative stress. In this study, it was aimed to measure the knowledge level of the society about phytochemicals, which have an important place in healthy nutrition, and to investigate the consumption frequency of foods containing phytochemicals. 300 participants between the ages of 15 and 60 were asked questions about their demographic characteristics, physical characteristics, consumption habits, level of knowledge about phytochemicals and the frequency of consumption of foods containing phytochemicals. The survey study was conveyed to the participants through social communication channels and applied over the internet. In the study, it was determined that 12.7% of the participants did not consume any vegetables on some days, 14.7% did not consume any fruit on some days, and 10.3% did not prefer dried legumes in any of their meals on a weekly basis. According to the findings of the questions about grain consumption, it was concluded that 14% of the individuals participating in the study did not consume any bread during the day, and 11.7% did not consume any rice or pasta. It was determined that the participants did not consume the vegetables and fruits, legumes and cereals groups included in the healthy nutrition recommendations in the guidelines at a sufficient level. The lack of dietary intake of phytochemicals, which play a biologically active role in the prevention and treatment of diseases, is an important finding that may lead to an increase in cancer and chronic diseases. In our country, the awareness level of the society about healthy nutrition should be increased. More scientific studies are needed to understand the effects of phytochemical types on health and nutrition.

Keywords: Phytochemical, Nutrition, Fruits and Vegetables, Consumption Frequency

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/bitkisel-kaynakli-besinlerin-gizemi-fitokimyasallar/feed/ 0
Osmanlı Askeri Sistemi’nin Doğuşu ve Gelişimi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanli-askeri-sisteminin-dogusu-ve-gelisimi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanli-askeri-sisteminin-dogusu-ve-gelisimi/#respond Fri, 31 Mar 2023 08:47:24 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18909 Özet                                                                                                                                                               

         Buçalışmanın amacı, kısa bir Osmanlı Askeri Tarihi perspektifi oluşturmaktır. Askeri tarih yazımı, tarih yazımının başladığı en erken çağlarda kendine yer bulmuştur. Devletlerin askeri teşkilatlanması; güçler dengesi, savaşlar, fetihler, uluslararası arenada kabul görme çabası, bağımsızlık hareketleri, sömürge politikaları, ekonomi ve kültürel ilişkileri doğrudan etkilemiş ve etkilenmiştir. Osmanlı Devleti’nin kısa bir süre içinde elde ettiği başarılar, cihan devleti olmasında önemli gücün düzenli bir askeri teşkilatlanmanın olduğu aşikârdır. Sistemli ve çağın ötesinde kurulan bu müesseseyi anlamak ve yorumlayabilmek için bu çalışma zemininde tartışmaya açık hale getirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Yeniçeri Ocağı, Yaya ve Müsellemler, Akıncılar, Askeri Tarih, Tımarlı Sipahiler  

Abstract

The aim of this study is to create a brief perspective of Ottoman Military History. Military historiography found its place in the earliest times when historiography began. Military organization, balance of power, wars, conquests, efforts to be accepted in the international arena – valid for all ages – have directly affected and been affected by independence movements, colonial policies, economic and cultural relations. The successes of the Ottoman Empire in a short time and it is obvious that the important power in becoming a world state is a regular military organization. In order tofully grasp this systematic and well designed institution, which is ahead of its time,  it is going be scrutinized and subjeckt of this essay.

Keywords: Janissary Corps, Yaya and Müsellemler, Raiders, Military History, Fief Holders

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanli-askeri-sisteminin-dogusu-ve-gelisimi/feed/ 0
Kaşıntı Hissi Ve Moleküler Biyolojisi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/kasinti-hissi-ve-molekuler-biyolojisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/kasinti-hissi-ve-molekuler-biyolojisi/#respond Thu, 23 Mar 2023 08:33:07 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18905 Özet

         Kaşıntı,günlük hayatta her birimizin en az bir kere tecrübe ettiği, hoş olmayan, yaşam kalitesine olumsuz etki eden bir histir. Pek çok hastalıkta belirti olarak görebileceğimiz kaşıntı, deride küçük kızarıklıklar ve bazen kabarcıklar ile kendini gösterir.Kaşıntı, deride bulunan sinir liflerimiz ile sinir sistemimiz arasındaki etkileşimden kaynaklanır. Genellikle dışarıdan uyaranlarla oluşan ve kısa süreli olanlarına akut; vücuttaki çeşitli sorunlar sonucu oluşan ve uzun sürenlere kronik kaşıntı denir. Histamin, opiyat, kannabinoidler gibi biyokimyasal sebepleri olabileceği gibi bazı bitkiler, sinek ısırması gibi vücudumuzda alerjik tepkiler oluşturabilecek diğer durumlar ya da sistemik, psikolojik sorunlar da bu hisse sebep olabilir. Kaşıntının uzun zaman vücutta ağrı ve acıyla çok benzer yolları izlediği düşünüldü, şimdilerde ise ikisini birbirinden ayıran noktaların çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Bu benzerliğin kaşındıkça daha çok kaşınmak istemenin de bir açıklaması olabileceği öngörülüyor.

Anahtar Kelimeler: kaşıntı, pruritus, histamin, deri, serbest sinir uçları

Abstract

         Itching or pruritus, in scientific terminology, is an unpleasant feeling every person experiences at least once and negatively affects life quality. It can be seen as a symptom of many diseases and shows up on the skin with small red dots and bubbles. There are nerve fibers in the skin and itch originates from the interaction between these fibers and the neural system. Generally, if it is short-term and based on external stimulants is named acute if it is long-term and takes its source from internal problems is named chronic. Some biochemical substances such as histamine, opiate, cannabinoid, or allergic situations like being bitted by mosquitos, or systemic-psychologic problems can cause itching.

Keywords: itch, pruritus, histamine, skin, free nerve endings

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/kasinti-hissi-ve-molekuler-biyolojisi/feed/ 0
Çeviri: Wittgenstein’da Dini ve Tarihsel ‘Zaman’ Anlatıları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ceviri-wittgensteinda-dini-ve-tarihsel-zaman-anlatilari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ceviri-wittgensteinda-dini-ve-tarihsel-zaman-anlatilari/#respond Tue, 24 Jan 2023 08:24:44 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18902 Özet

Bu makalenin amacı, öncelikle Wittgenstein’ın perspektifine yerleşerek, dini temelde zaman kavramını anlamaktır. Dini anlatılarda, zamanın içerisinde gerçekleşen olaylar bulunur. Bütün dini söylevlerde, tarihsel zamanın bir parçası olan durumlara rastlarız. Bütün dinler, tarihte belirli bir zamana ait olan hikayeler, olaylar ve eylemler bütününden oluşmaktadır. Bu sebeple, dinsel zeminde ortaya konan birçok ifade zamana atıfta bulunarak kullanılır; geçmiş, şimdi ve gelecek zaman. Peki dini bir zeminde meydana gelen bu olaylar, tarihsel gerçeklerle ne kadar örtüşür veya doğrulanabilir? Kullanılan bu dini ifadelerin anlamı nedir? Dini anlatılarda geçen olaylar ne ifade ederler? Bu olayların dini inancı olan bir kişiye ilettiği mesaj ile inancı olmayan birine ilettiği aynı mıdır? Diğer bir deyişle, ‘zaman’ kavramı tarihsel ve dini anlatılarda nasıl bir işlev görür? ‘Zaman’, bu çerçevelerin ikisinde de aynı anlama mı gelir, yoksa farklı bir anlam mı ifade etmektedir? Eğer işaret ettiği anlam aynıysa, o halde, bir kişi kendi dini anlatılarında geçen hikayeleri/efsaneleri nasıl olur da tarihsel zaman fikri bağlamında anlamlandırabilir? Yok eğer değilse, ‘zaman’ kavramı farklı anlamlara işaret ediyorsa, bu durumun felsefi açıklaması nasıl yapılır? Bu makalede, Wittgenstein’ın perspektifi öncelik alınarak, yukarıda bahsi geçen sorular üzerinde durulacaktır.

Abstract

This paper shall aim at understanding the concept of time in a religious framework, primarily from the perspective of Wittgenstein. In religious narratives, we find events happening in time. In every religious discourse, we come across events, which are captured in historical time. And many religious utterances were performed with reference to time – past, present and future. How far are these events, which happened in a religious setting, matched or corroborated with historical facts? What is the significance of these utterances? What do these events convey to us? Does it convey the same meaning to a believer and nonbeliever? In other words, how does the concept of ‘time’ function in historical and religious narratives? Do ‘time’ signify the same in both these frameworks or is it different? These are the issues we will focus on in our paper, primarily from Wittgenstein’s perspective.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ceviri-wittgensteinda-dini-ve-tarihsel-zaman-anlatilari/feed/ 0
Türkiye’de Tıbbi Bitki Satışının Halk Sağlığı Açısından Güvenilirliği https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/turkiyede-tibbi-bitki-satisinin-halk-sagligi-acisindan-guvenilirligi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/turkiyede-tibbi-bitki-satisinin-halk-sagligi-acisindan-guvenilirligi/#respond Sat, 21 Jan 2023 08:16:22 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18898 Özet

İnsanlık tarihi boyunca sağlık açısından önemli yer tutan tıbbi bitkiler; şifa verici, iyileştirici ve hastalık önleyici özellikleri nedeniyle önem arz etmektedir ve günümüzde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada Türkiye’de çeşitli satış yerlerinde satılan tıbbi bitkilerin halk sağlığı açısından güvenilirlik standartlarını karşılayıp karşılamadığının tartışılması amaçlanmıştır. Bu derlemede ele anılan yedi çalışma sonucunda Türkiye’de tıbbi bitki satışının halk sağlığı açısından başlıca farmakopeye uygunsuzluk olmak üzere pek çok nedenden ötürü güvenilir olmadığı görülmüştür. Bu problem tıbbi bitki satışının denetlenme mekanizmalarının güçlendirilmesi ve eczacıların tıbbi bitki piyasasına daha çok dahil edilmesiyle çözülebilir.

Anahtar Kelimeler: tıbbi bitki, bitkisel ilaç, aktar, farmasötik botanik, tıbbi bitki satışı, bitki çayı, drog, fitoterapi, farmakope, bitkisel drog, aromaterapi, halk sağlığı

Abstract

Medicinal plants have an important place in terms of health throughout human history. Medicinal plants are important because of their healing, curative and preventing properties, and they are still widely used today. In this study, it is aimed to discuss whether the medicinal plants sold in various shops in Turkiye meet the safety standards in terms of public health. As a result of the seven studies discussed in this review, it has been seen that the sale of medicinal plants in Turkey is not reliable in terms of public health for many reasons, mainly non-compliance with the Pharmacopoeia. This problem can be solved by strengthening the inspection mechanisms of the sale of medicinal plants and involving pharmacist’s roles more in the medicinal plant market.

Keywords: medicinal plant, herbal medicine, herbal shop, pharmaceutical botany, sale of medicinal plants, herbal tea, drug, phytotherapy, pharmacopoeia, herbal drug, aromatherapy, public health

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/turkiyede-tibbi-bitki-satisinin-halk-sagligi-acisindan-guvenilirligi/feed/ 0
Yedinci Yüzyıl İslam Toplumunun Fay Hatları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yedinci-yuzyil-islam-toplumunun-fay-hatlari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yedinci-yuzyil-islam-toplumunun-fay-hatlari/#respond Thu, 05 Jan 2023 08:08:23 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18893 Özet

Silm-(selm) kökünden türeyen ve teslim olmak, kurtuluşa ermek manasına gelen İslâm, Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla tüm insanlığa gönderdiği son dindir. İbrahimî dinlerden birisi olan İslâm, 610 yılında Mekke’de vahiy meleği Cebrail’in (as) Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ilk vahyi getirmesi ile başlamıştır. Günümüzde dünya çapında en büyük dinlerden birisi olan İslâm’ın yaklaşık 1,8 milyar inananı bulunmaktadır. Yazıda, miladi yedinci yüzyılda meydana gelen gelişmeler, toplumun fay hatlarını dikkate alarak sosyal, kültürel ve siyasal vb. perspektiflerden değerlendirilecektir. Amacımız okuyucunun cahiliye dönemi öncesi ve sonrası toplumsal değişimleri algılamasına vesile olmaktır. Öncelikle yedinci yüzyıl İslam dünyası ve onu çevreleyen fiziki coğrafya üzerinde durulacak ardından bu yüzyılda meydana gelen siyasi ve kültürel gelişmeler aktarılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Fay Hatları, Toplum, Hz. Muhammed (sav), Cahiliyye, İslam.

Abstract

Islam, which derives from the root silm-(selm) and means surrender and attaining salvation, is the name of Allah’s Prophet. It is the last religion that he sent to all humanity through Muhammad. Islam, one of the Abrahamic religions, was sent to the Prophet by the angel of revelation Gabriel in 610 in Mecca. It started with the first revelation to the Prophet. Today, Islam, one of the largest religions in the world, has approximately 1.8 billion followers.In the article, the developments that took place in the seventh century AD, taking into account the fault lines of the society, social, cultural and political etc. perspectives will be evaluated. Our aim is to enable the reader to perceive the social changes before and after the period of ignorance. First of all, the seventh century Islamic world and the physical geography surrounding it will be emphasized, and then the political and cultural developments that took place in this century will be conveyed.

Keywords: Fault Lines, Society, Hz. Muhammad (pbuh), Jahiliyyah, Islam.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yedinci-yuzyil-islam-toplumunun-fay-hatlari/feed/ 0
İbn Haldun’un ve Emile Durkheim’ın Toplum Açıklamalarının Karşılaştırılması https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ibn-haldunun-ve-emile-durkheimin-toplum-aciklamalarinin-karsilastirilmasi/ Tue, 27 Dec 2022 06:48:25 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=18768 Öz: Bu çalışmanın amacı, İbn Haldun’un Bedevi-Hadari toplum ayrımı ile Emile Durkheim’ın Organik ve Mekanik toplum tanımı başta olmak üzere iki düşünürün toplum üzerine ifadelerinin yan yana getirilmesi, bu yolla karşılaştırılmalarına katkı sağlamaktır. Dönem olarak önce gelmesi ve günümüz sosyoloji biliminin metotlarını tam olarak paylaşmaması dolayısıyla ilkin İbn Haldun’un toplum bilimi alanında genel yargılarından bahsetmek, düşünce biçimini anlamak açısından faydalı olacaktır. Ardından iki düşünürün metotları karşılaştırılacak ve toplum tipi ayrımları başta olmak üzere karşılıklı alıntılarla okura çapraz okuma deneyimi sunulmaya çalışılacaktır. En nihayetinde metnin ulaşacağı yargı, iki düşünürün ortaya koyduğu ifadelerin yadsınamaz ölçüde benzerlikler taşıdığıdır.

Anahtar Sözcükler: İbn Haldun, Emile Durkheim, Toplum Teorileri, Bedevi-Hadari Toplum, Organik-Mekanik Toplum

Comparison of Ibn Khaldun’s Bedvi-Hadari and Emile Durkheim’s Organic-Mechanical Society Explanations

Abstract: The aim of this study is to bring together the statements of Ibn Khaldun and Emile Durkheim on society, especially Ibn Khaldun’s Bedevi-Hadari society distinction and Durkheim’s definition of Organic and Mechanical society, and to contribute to their comparison in this way. Since he comes first as a period and does not fully share the methods of today’s sociology, it will be useful to talk about Ibn Khaldun’s general judgments in the field of social science first in order to understand his way of thinking. Then, the methods of the two thinkers will be compared and the cross-reading experience will be presented to the reader with mutual quotations, especially on the distinctions of society type. The judgment which the text will reveal is that; the statements put forward by the two thinkers bear undeniable similarities.

Key Words: Ibn Khaldun, Emile Durkheim, Society Theories, Bedevi-Hadari Society, Organic-Mechanical Society

]]>
Üçüncü Nesil Biyoyakıt Mikroalglerden Transesterifikasyon Yöntemi İle Biyodizel Eldesi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/biyoyakit-mikroalglerden-transesterifikasyon-yontemi/ Sat, 03 Dec 2022 13:35:43 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=8278 ÖZET 

Enerji, her zaman insanlık tarihinin en önemli konularından biri olmuştur. Enerjiye olan talep, Dünya nüfusunun da hızla artmasıyla paralel bir şekilde artış göstermektedir. Günümüzde enerji ihtiyacının %80’i fosil yakıtlardan karşılanmaktadır. Ülkeler, artan iklim krizi ve fosil yakıt depo rezervlerindeki azalma ile alternatif enerji kaynaklarına yönelmiş durumdadır. Yenilenebilir enerji kaynaklarından biri olan biyodizelin üretiminde hammaddenin büyük çoğunluğunun tarım ürünü olması biyodizel üretiminde çeşitli kısıtlamalar meydana getirmektedir. Son zamanlarda bu kısıtlamaları ortadan kaldırabilmek için biyodizel üretiminde tarım ürünleri kullanmak yerine farklı alternatifler geliştirilmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalar neticesinde üçüncü nesil biyoyakıt olan mikroalglerin de biyodizel üretiminde kullanılabileceği görülmektedir. Biyodizel üretiminde kullanılan çeşitli yöntemler arasında mikroalglerin biyokütle lipit üretiminin yüksek olması ve aynı zamanda çevre dostu olması dikkat çekmektedir.

Anahtar Kelimeler: mikroalg, biyodizel, yenilenebilir enerji, üçüncü nesil biyoyakıt

ABSTRACT

Energy has always been one of the most important issues in human history. The demand for energy is increasing in parallel with the rapid increase in the world population. Today, 80% of energy needs are met from fossil fuels. Countries have turned to alternative energy sources with the increasing climate crisis and the decrease in fossil fuel storage reserves. The fact that the majority of the raw material in the production of biodiesel, which is one of the renewable energy sources, is agricultural product, creates various restrictions in biodiesel production. In order to eliminate these restrictions, studies have been continuing to develop different alternatives instead of using agricultural products in biodiesel production. As a result of these studies, it is seen that microalgae, which is a third-generation biofuel, can also be used in biodiesel production. Among the various methods used in biodiesel production, the high biomass lipid production of microalgae and its environmental friendliness are noteworthy. 

Keywords: microalgae, biodiesel, renewable energy, third generation biofuel

GİRİŞ

Günümüzde iklim ve enerji krizi, küresel bir problem halini almış bulunmaktadır. Küresel ölçekte kullanılmakta olan fosil yakıtlar her geçen gün atmosfere salınmakta olan karbondioksit oranını arttırarak küresel ısınmayı tetiklemekle beraber iklim ve enerji krizi sorununu da günden güne derinleştirmektedir. Karbon salınımını azaltmak için fosil yakıtların yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına yönelmek gerekmektedir.

Yenilenebilir enerji türleri güneş, rüzgâr, jeotermal, hidroelektrik, biyokütle, dalga, gelgit ve hidrojen enerjisi olarak sınıflandırılabilir. Ham petrol fiyatlarının ve küresel ısınmanın her geçen gün daha büyük bir boyuta ulaşması ile biyokütle enerjisine verilen önem de artmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynakları sınıfında yer alan biyokütle enerjisi, fosil kaynaklara iyi bir alternatiftir. Biyokütle enerjisinin alt başlıklarından biri de biyodizeldir. 

“Biyo” kelimesi,yakıtın canlı kaynaklı (hayvansal ve bitkisel yağlar) olduğunu; “dizel” ise motorlu dizel taşıtlarda kullanımını ifade etmektedir (Özdemir&Mutlubaş.2016). Biyodizel ham maddesi; yağlı tohum bitkileri (kolza, ayçiçeği, aspir, soya…), hayvansal yağlar veya atık yağlardır. Biyodizel,diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına nazaran üretiminin daha az maliyetli olması ve kolay olmasından kaynaklı olarak her geçen gün daha da yaygınlaşmaktadır.  

Biyokütle enerjisi ile elde edilen biyoyakıtların sıvı formunda olan şekli biyodizeli, ilk olarak Rudolf Diesel kullanmıştır. Biyodizel genel olarak tarımsal ürünlerin atıklarından ve bitkisel yağlardan elde edilir. Diesel, ilk olarak fıstık yağını kullanarak biyodizel eldesi üretmiştir (Knothe ve diğerleri, 2005). 

Motorlu dizel taşıtlarda biyodizel kullanımı için özellikle iki alanda çalışmalar yapılmaktadır. Bunlardan ilki kaliteli yakıt üretebilmek amacıyla yakıt özelliklerinin iyileştirilmesi; ikinci alan ise motor tipi değişikliğidir. Kaliteli yakıt üretimi için biyodizel üretiminde kullanılacak yağların viskozitelerinin azaltılması gerekmektedir. Viskozitelerin azaltılmasında kimyasal yöntemler kullanılmaktadır. Kullanılan kimyasal yöntemler; seyreltme, mikroemülsiyon oluşturma, piroliz ve transesterifikasyon (iç ester değişim reaksiyonu) ‘dur. 

Bu dört yöntemin içerisinde en yaygın olarak kullanılan transesterifikasyondur. “Transesterifikasyon yöntemi, trigliserit molekülünün alkol ve baz ile reaksiyona girerek, yağ esterleri ve gliserin oluşum süreci olarak tanımlanır.” (Özdemir&Mutlubaş.2016). Biyodizel üretimi bu yöntem ile gerçekleştirilir. Ayrıca petrolden elde edilen dizelin kalitesinin arttırmak amacıyla da belli oranlarda dizel-biyodizel karışımı yapılabilmektedir.

B20-(%20 Biyodizel-%80 Dizel) 

B40-(%40 Biyodizel-%60 Dizel) 

B60-(%60 Biyodizel-%40 Dizel) 

B80-(%80 Biyodizel-%20 Dizel) 

B100-(%100 Biyodizel)

Bu işlemin yapılmasındaki amaçlardan biri karbon salınımını düşürmektir.

Mikroalglerden Biyodizel Üretimi

Üçüncü nesil biyoyakıt grubunda yer alan mikroalglerden biyodizel üretme çalışmaları günümüzde hızla artış göstermektedir. Dünya’da yaklaşık olarak elli bine yakın mikroalg türü bulunmaktadır (Frac,2010). Mikroalgler, biyodizel üretiminde kullanılan diğer tarımsal ürünlere göre daha üstün özelliklere sahiptir. 

 Yağlı bitkilerden 5-30 kat daha fazla hızda büyüyebilirler (Teo,2014). Basit hücre yapısına sahip mikroalgler; içerdikleri yüksek lipit oranı ile (%80) gıda dışı biyoyakıt için iyi bir örnektir (Um,2019).  Potansiyel enerjiyi bünyelerinde tutma özelliğine sahiptirler ve fotosentez ile bir yılda ürettikleri biyokütle,Dünya’da üretilen biyokütlenin %40’ına denk gelmektedir (Cheng vd.2013). Üretilen bu biyokütleyi biyodizele dönüştürmek mümkündür. Aşağıda bazı bitki ve mikroalglerin yağ verimi (L/ha) ve gereksinim duyulan arazi alanları (Mha) karşılaştırılmıştır.

Biyodizelin Üretim Aşamaları

Mikroalglerden biyodizel üretimi için çeşitli yöntemler vardır. Öncelikle çevrede var olan mikroalglerden örnek alınır. Alınan örnekler seyreltme yöntemi veya tek hücre izolasyonu yöntemi ile izolasyona tabii tutulur. Daha sonra mikroalglerin moleküler ve morfolojik analizleri yapılır. Yetiştirme ve hasat prosedürüne uygun bir şekilde yetiştirilip, hasat edilen mikroalgler; transesterifikasyon ve lipit ekstraksiyonu işlemlerinden geçerek biyodizel üretilir. Mikroalglerden biyodizel üretim aşamaları şematik diyagramı aşağıda verilmiştir.

Transesterifikasyon Yöntemi ile Mikroalglerden Biyodizel Üretimi

Hasat edilen mikroalglerden çıkarılan yağlar yüksek viskoziteye sahip olduğu için direkt olarak biyodizel formunda kullanılamaz. Yüksek viskozitenin düşürülebilmesi için transesterifikasyon yöntemi kullanılır. Uygun katalizörler seçilerek trigliseritler alkol ile tepkimeye girer. Bu tepkimede genellikle hem verimli hem de ucuz olmasından kaynaklı olarak metanol kullanılır. 

Üç metanol molekülü, üç yağ asidi uygun bir katalizör yardımıyla tepkimeye girerek tepkime sonucunda bir molekül gliserol ve bir molekül biyodizel açığa çıkar. Bu tepkimede atık ürün ise gliseroldür. Atık ürün gliserol kozmetik endüstrisinde veya farmasötik olarak kullanılabilir. Tepkime üç aşamada gerçekleşir. İlk aşamada trigliseritler önce digliserite daha sonra monogliserite dönüştürülür. Son ürünler ise üç yağ mol asidi metil ester ve bir mol gliseroldür. Biyodizel üretimi için altı mol metanol ile bir mol gliserit tepkimeye sokulur. Bu aşama ile biyodizel üretilir ve verimliliği de %95’in üzerine çıkarılmaya çalışılır. (Frac ve ark.,2010). 

SONUÇ VE ÖNERİLER 

Günden güne artan enerji ihtiyacı ve talebi ile fosil yakıt rezervlerinin de tükeniyor olması her geçen gün yenilenebilir enerji kaynakları arayışını da arttırıyor. Dünya küresel ısınmanın tehditi altındayken yapılan önemli çalışmalardan biri de sera gazı emisyonlarını minimize etmektir. Bu doğrultuda yenilenebilir enerji kaynaklarından olan biyodizel ön plana çıkmaktadır.

Mikroalglerden biyodizel eldesi üretmek için kullanılan transesterifikasyon yöntemi birçok avantaj sağlamakla birlikte mikroalglerin yetiştirilmesinden hasadına kadar olan süreçlerin maliyetinin yüksek olması sebebiyle ticari boyutta biyodizel üretimine geçişte zorluklar yaşanmaya devam etmektedir.

Bu makalede yalnızca mikroalglerden transesterifikasyon yöntemi ile biyodizel üretimi tekniklerine kuramsal temelde yer verilmiştir. Biyodizel üretimi ile ilgili farklı teknik ve yöntemler olup, hepsinin birlikte incelendiği bir makale yazılabilir.

 

 

KAYNAKÇA 

  • Cheng, R., Ma, R., Li, K., Rong, H., Lin, X., Wang, Z., Yang, S., Ma, Y., 2012. Agrobacterium tumefaciens mediated transformation of marine microalgae Schizochytrium, Microbiological Research, 167, pp. 179– 186
  • Frac, M., Tys, S.J., Tys, J., 2010. “Microalgae for biofuels production and environmental applications”: A review. , African Journal of Biotechnology, 9 (54), pp. 9227-9236.
  • Knothe G., Van Gerpen Jon, Krahl Jon Van. The biodiesel handbook. AOCS Publication; 2005.
  • Onay, M., 2015. Bio-fuel production from microalgae.
  • Özdemir, Zafer., Ö., Mutlubaş, H. (2016). Biyodizel Üretim Yöntemleri ve Çevresel Etkileri. Kirklareli University Journal of Engineering and Science 2. 129-143
  • Teo, C. L., Idris, A., 2014. Rapid alkali catalyzed transesterification of microalgae lipids to biodiesel using simultaneous cooling and microwave heating and its optimization, Bioresource Technology, 174, pp. 311–315.
  • Um, B. H., Kim, Y. S., 2009. Review: a chance for Korea to advance algal-biodiesel technology J. Ind. Eng. Chem., 15 , pp. 1–7. 
]]>
Modern Mimarlıkta 5 İlke Ve Villa Savoye https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/modern-mimarlikta-5-ilke-ve-villa-savoye/ Sun, 20 Nov 2022 14:57:22 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=8130 Özet

19 yy. Endüstri devrimi sonrası değişen yaşam biçimleri ve yeni kent ihtiyaçlarına cevap olarak yeni dünyanın yeni mimarlığı felsefesiyle modern mimarlık akımı doğmuştur. Mimarlar süsleme ve tarihçiliği reddedip ekonomik ve seri yapım teknikleriyle, işlev öncelikli yeni Üslup ve biçim arayışlarına girmiştir. Bu arayışların öncülerinden olan La Corbusier ‘’Ev, yaşamak için bir makinedir’’ aforizması ve ‘Yeni bir mimarlığa doğru 5 ilke’ manifestosu modern mimarlığın genel hatlarını çizmiştir. 5 ilke; ‘Pilotiler, yatay bant pencereler, serbest cephe, serbest plan ve çatı bahçesi’ şeklindedir. Farklı çalışmaları olsa da genelde konut yapılarında çalışan Le Corbusier’in en ünlü yapılarından biri olan Villa Savoye bu akımın mihenk taşlarındandır. Le Corbusier’in modern mimarlığın karşılığı olarak yaptığı Villa savoye 5 ilkenin karşılığının somut bir örneği olarak modern mimarlıkta önemli bir yer kaplamaktadır. Bu çalışma Villa Savoye’nin 5 ilkeye nasıl uyduğunun ve yapının mimarlık tarihi içerisindeki yeri ve öneminin değerlendirilmesi konusu üzerinden kaleme alınmıştır.

Anahtar kelimeler: le corbusier, villa savoye, modernizm, modern mimarlık

Giriş

İnsanoğlu tarih boyunca çevreye uyum sağlarken aynı zamanda çevresini etkileyen, değiştiren, biçimlendiren kültürel toplumsal bir varlıktır. İnsan içinde yaşadığı mekânı; bulunduğu zamana, kültüre ve coğrafyaya bağlı olarak şekillendirir. Bu nedenle mimarlık ürünü yapıldığı çağı, coğrafyayı ve kültürü yansıtır.

Tarihte 19. Yüzyıl, insan yaşamına yön veren dönüm noktalarındandır. Sanayi devrimiyle makineleşme çağının başlaması ve seri üretime geçilmesi; fabrikaların olduğu kentlerde işçi ihtiyacını doğurmuş, bununla birlikte köyden kente göçler yaşanmaya başlanmıştır. Kentlerin artan nüfus sorununa çözüm bulmak ve yeni çağın dinamiklerini ifade etmek adına tasarımcılar, tasarımlarına farklı çözümler ve düşünceler aramış, bu şekilde çeşitli sanat, düşünce ve mimarlık akımları ortaya çıkmıştır. Bulundukları dönemin sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmeleri,akımların ilkelerinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Bu değişimler ve yeni biçim arayışları ‘modern’ olarak adlandırılan yeni bir mimarlık akımının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Modern felsefenin temel göstergesi akıl ve bilginin teknolojiyle birlikte kullanımıdır.

TDK’ye göre modern; “ Çağdaş (bugün )”anlamına gelirken, modernizm, çağdaşlaşma akımı olarak tanımlanır. Modern mimarlık sıklıkla çağdaş mimarlık (bugünkü dönem) anlamında kullanılsa da modern mimarlık 20 yy. modernizm akımını ifade eden özel bir anlam taşır.

Modern tanımı kavram olarak “eski“ ile “yeni“ arasındaki geçişi ifade etmektedir.Bu durum gelişmiş toplumların hayat tarzlarına yansımasının yanı sıra çoğunlukla bilim, kültür ve sanat alanlarında etkin olmuştur. Modernliğe asıl önem kazandıran özelliği, kendisinden önceki her türlü geleneksel sistemden tümüyle farklı bir strüktür oluşturması ve benzersiz olmasıdır (Kahya, 2017).

20 yüzyılın mimarlık anlayışını yansıtan modern mimarlığın kesin tarihlerde başlangıç ve sonunun olmamasına rağmen 1900-1925 yılları arası erken modernizm, 1925-1940 yılları arasında ise modernizm dönemi olarak kabul edilir.  Türkiye’de ise bu akımın etkilerini Osmanlı’nın son dönemlerinde görmeye başlarken, Cumhuriyetle birlikte etkisini arttırarak devam eder (Bektaş, 2022).

Bu çalışmada modern mimarlık akımının öncülerinden Le Corbusier’in tasarladığı Villa Savoye’nin modern mimarlığın 5 ilkesi üzerinden mimarlıktaki yeri ve anlamının incelenmesi amaçlanmıştır.

Modern Mimarlık ve Le Corbusier

1750’lerde sanayi devrimi ile başlayan yaşama biçimi, ilişkileri, kentleşme, yeni ve büyük boyutlu yapı tiplerine duyulan gereksinim ve teknolojinin gelişmesi; eskinin dış cephe bezemeleri, süsleme ve tarihçiliğinden uzaklaşıp ekonomik ve seri yapım teknikleriyle  işlevin önceliklendirildiği ‘modern’ olarak adlandırılan yeni bir mimarlık arayışına kapı araladı. Teknolojinin gelişmesi yeni yapı malzemeleri ile yeni yapım tekniklerinin bulunmasına sebep olurken, yeni malzemeler ve hızlı üretim modern mimarinin hızla yayılmasına sebep olmuştur.

İsviçre doğumlu Fransız asıllı asıl ismi Charles-Edouard Jeanneret-Fris olan Le Corbusier 20. yüzyılın önemli mimarlarındandır. Mimarlık ile ilgili yazılı ve uygulamalı eserler bırakmıştır. Le Corbusier Bir Mimarlığa Doğru kitabında yaşadığı dönem ile ilgili, “Modern toplum gerçekten her şeyi yeniden gözden geçirme durumundadır; makine her şeyi altüst etti, gelişim yüzyıl içinde yıldırım gibi bir hız kazandı; süregelen alışkanlıklarımızın, araçlarımızın, çalışmalarımızın üzerine bir daha hiç açılmamak üzere bir perde kapandı; önümüzde engin bir alan açılmakta ve tüm dünya gücünü buraya seferber etmektedir.” demektedir. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Le Corbusier; tüm dünyanın bu yenilik arayışı içerisinde bir şeyler keşfetmekte olduğunu düşündüğü gibi, kendisi de yaşadığı dönem sürekli bir arayış ve yenilik içerisindedir. Bu değişikliklerle birlikte insanların yaşam alanlarında da farklılaşma arayışına girme istekleri kaçınılmaz olmalıdır. Bu yaklaşım o güne kadar süregelen tasarım standartlarının da belirli açılardan tekrar ele alınmasını gerektirecektir. Standartlar mantığın, çözümlemenin ve ayrıntılı bir incelemenin sonucunda açığa çıkmalı ve ortaya iyi konmuş bir sorunu temel almalıdır. “Mimarlık plastik buluş, düşünsel kurgu, üst düzeyde matematiktir.” Corbusier’e göre standartlar ekonomik ve toplumsal bir gereksinimdir, bir standartın belirlenmesi, o konuda işlevsel ve akla yatkın tüm olasılıkların ayrıntılı olarak incelenip; işlevini en iyi yerine getirebilecek olanın, en verimli olanın, araç -gereç, el emeği, malzeme, sözcük, biçim, renk ve ses bakımından en az iş gerektiren tipin çıkarılmasıdır (Bektaş, 2022).

Le Corbusier’in modern mimarlık ilkeleri ve karşılıkları şu şekildedir:

İlke 1: Pilotis: Bina kütlesini zeminden yükselten pilotiler (Kahya, 2017).

Yerden kopma, bir yapının yere temas etmeden belli elemanlar ile yerden koparılmasıdır. Zemin katı kamusal a bırakma imkânı tanır. Yapıyı zeminin nem ve rutubetinden koparır.

İlke 2: Serbest Plan: Mekânı bölen duvarların taşıyıcı kolonlardan ayrı tasarlanabilmesi mümkün olan planlama sistemi (Kahya, 2017).

Diğer adıyla açık plan anlayışı, tasarlanan yapının plan şemasında az sayıda bölücü olması ve iç mekanların arasında geçişleri engellemeyen bölücüler kullanılmasıdır. Bu şekilde taşıyıcı duvar olmamasının avantajı olarak duvarların taşıyıcıdan bağımsız tasarlanan bilmesidir.

İlke 3: Serbest Cephe: Serbest plan şemasının dikey düzlemde cepheye yansıyan hali (Kahya, 2017).

Serbest Cephe Anlayışı, yapın cephesinin esnek ve taşıyıcılardan bağımız tasarlanmasıdır. Betonarme sistemini potansiyellerini kullanmak adına cepheyi taşıyıcıdan bağımsız tasarlamayı amaçlar. Burada hem eskinin açıklık geçme durumuna bağlı olarak cephe tasarlanmasına karşı yeni betonarme sistemde taşıyıcıdan bağımsız açıklık açabilme potansiyelini kullanır ve eskiyi bu şekilde eleştirir.

İlke 4: Yatay ve uzun bant pencereler (Kahya, 2017).

Yatay geniş yırtıklar, yapının cephe kısmında bulunana açıklıkların yatay ve uzunlamasına olması ayrıca yapının geçirgenliğidir. Gene betonarmenin açıklık açabilme kısıtına karşı gelebilmesinin daha doğrusu bugünün malzemesinin potansiyellerini kullanabilmek adına bugünün malzemesi ve sisteminin potansiyellerini kullanarak yüceltilmesi anlamını da taşır.

İlke 5: Çatı bahçesi: yapının zeminde kapladığı alan geri kazanılır (Kahya, 2017).

Çatı bahçesi, yapının çatı kısmının ek bir mekân olarak değerlendirilmesi ve bahçe olarak kullanılmasıdır. Çatı bahçeleri kent içinde zemindeki parselden kaybedilen alanı tekrar kazanmak için ve betonu nemli tutarak daha fazla çalışmasını önlemek adına çatının bir kısmını toprak ile örtülüp bitkilendirme yapılabilmesidir.

La Corbusier farklı yapı türleri eserleri olsa da genelde konut yapıları üzerine yoğunlaşmıştır. Modern mimarlık manifestosunun karşılığı olarak hayata geçirdiği eseri Villa Savoye ’dir.

Villa Savoye

Villa Savoye Paris’in 33 km dışında Poissy adlı bir kasabada yapımına 1929 yılında başlanmış, 1931 yılında tamamlanmıştır. Le Corbusier modern mimarlığın ilk ürünlerinden olan bu yapı için; “Bu villa müşterileri için önyargı, antik veya modern algılardan tamamen uzak, son derece sade ve yalın tasarlandı.” şeklinde ifade kullanmıştır. Bu tasarım anlayışı, Villa Savoye ’un en büyük karakteristik özelliklerinden biridir. Villa Savoye, klasik mimarlığın gerekli olan değerleri ile makine çağının bir paradigması şeklinde ‘Mimarlığın Beş İlkesi’ olarak ortaya konulan ilkeleri sağlayacak şekilde inşa edilmiş bir yapıdır (Özcan; Ürük, 2019).

Le Corbusier, Villa Savoye’u anlatırken havada asılı duran yatay yırtıklarla delinmiş bir kutu şeklinde ifade eder. Havada asılı durarak yerle temas etmeme fikrini iç mekâna da taşımıştır. Böylece Villla savoye‘da le Corbusier’in tasarıma bütüncül yaklaşım anlayışını da görürüz.

     
Şekil 1: Villa Savoye, Poissy, Fransa, 1929          Şekil 2: Villa Savoye spiral merdiven

Modernizm anlayışına uygun basit ve yalın kütle kurgusuna sahip yapının kütle kurgusu; yerden koparılıp havada duran Kare bir kütlenin pilotiler  üzerine oturtulması şeklindedir.

Pilotiler(kolonlar) arası mesafe rampa ve garaj açıklığına uygun bir şekilde 5 metredir. Yapının düşey sirkülasyonunu planın merkezinde yer alan ve zeminden 1. kata çıkan az eğimli rampayla spiral bir merdiven sağlamaktadır. Rampa katlar arası sürekliliği sağlarken sirkülasyonda esneklik sağlamaktadır Ayrıca heykelsi bir görüntü yakalamak için özellikle spiral merdiven tercih eden le Corbusier bu şekilde yaşanacak alanları da arttırmıştır.

 

Yapıda taşıyıcı görevi gören pilotileri duvarların arasına saklamak yerine bir tasarım girdisi olarak özellikle açıkta bırakılmış ve duvarlarının taşıyıcıdan bağımsız bir şekilde tasarlanmasına imkân tanımıştır. Bu sayede serbest plan çözümlemesi yapmıştır.

Yapının cephesi, pilotiler aksından taşırılarak taşıyıcıdan bağımsız açıklık geçebilme imkânı kazanmıştır. Bu sayede yapının cephe kurgusu taşıyıcıdan bağımsız tasarlanıp serbest cephe olarak nitelenmiştir.

Taşıyıcı kısıtı olmaksızın yapı boyunca devam eden yatay bant pencereler pilotiler üzerinde duran kütlenin düşeyliğini vurgularken, içerden dışarıya bakan kesintisiz bir manzara seyri ve doğal ışığın yapının merkezine kadar nüfuz edebilmesini sağlar. Bu sayede iç mekânın dışarıyla güçlü bir ilişkisi sağlanmış olur. Pencereler yatay kayar sisteme sahipken, çerçeveleri cephe yüzeyinden dış kenardan montelidir. Bu şekilde Durağan kütlenin en az girinti ile kesintisiz sade görünümü zedelenmemiştir.

Yapıda çatı bahçesi ile teras arasında olan kesintisiz rampa katlar arasındaki sürekliliği sağlarken, terasın oturma alanı ile birleştirilmesi doğa ile iç içe olmasını sağlamıştır. Le Corbusier’e göre yaşama alanlarının toprağın neminden korunması ve geniş açıda manzara seyri vermesi nedeniyle zeminden yükseltilmesi gerekmektedir. Le Corbusier Savoye ailesiyle yapının ilk görüşmelerinde, aileyi daha kolay yapılacağını söyleyerek zor ikna ettiği düz çatısındaki terası bir dış oda gibi tasarlar.

Yapının planlarına baktığımızda; mutfak ve servis odalarını kuzey doğu cephesine, yatak odaları güney doğu cephesine, salon batı cephesine, teras ise güney batı cephesine bakacak şekilde konumlandırılmıştır. Malzeme olarak genelde beton, cam ve metal kullanılmıştır (Kahya, 2017).

Villa Savoye; Pürizm ’in başyapıt örneklerindendir. Cephesinde ve iç mekânında da pürizm akımının etkilerini taşır. Bembeyaz bir kütleden oluşan cephe, pilotiler sayesinde yükseltildiği için uzaktan bakıldığında havada süzülüyormuş hissi yaşatırken, Birbiri içerisine giren iç mekanlarının yanında sadece giriş alanı yapının dış görünüşüne tezat olarak ziyaretçiye heykelsi bir atmosfer yaşatır(Kan, 2020).

Villa Savoye UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne eklenmiştir.

Sonuç:

İnsanlık süregeldiği tüm zamanlarda içinde bulunduğu mekânı; yaşadığı çağa, coğrafya ve kültüre göre şekillendirme eğilimindedir. Endüstri devrimi sonrası, makineleşme ve seri üretimin getirdiği yeni yaşam biçimleri ,yeni ihtiyaçlar, akıl ve bilginin teknolojiyle birlikte kullanımının verdiği potansiyeller modern olarak adlandırılan yeni dünyanın yeni yaşamı anlayışını yaygınlaştırılmış ve modern mimarlığın doğmasına ön ayak olmuştur.

Modernizmin şekillenmesinde yeni üretim biçimleri ile tüm toplumu içine alan değişim ve biçim arayışları etkili olmuştur. Fransız bir mimar olan le corbusier bu yeni arayışta çok etkili bir isim olmuş ve modern mimarlığın temsilcileri arasında yer almıştır. ‘Ev yaşamak için bir makinedir’ aforizması onun mimarlık felsefesini gösterirken, 1926 da ortaya çıkardığı ‘yeni bir mimarlığa doğru 5 ilke’ manifestosu modern mimarlığın biçimlenmesinin en önemli etkenlerindendir.

“Pilotilerle Yerden kopma, açık plan , serbest cephe,  yatay geniş bant açıklıklar ve çatı bahçesi“ olan bu 5 ilkenin Villa Savoye ’daki karşılığı şöyledir: Ana kütle pilotiler ile yükseltilip zeminde ek mekân bırakılırken, açık plan anlayışı ile mekanlar minimum bölücü kullanılarak ayrılmıştır. Bu kararlarla modernizmin işlev öncelikli tasarım anlayışını da ifade edildiğini görürüz. Serbest cephe anlayışıyla yapının tüm cepheleri geçirgen, serbest olarak tasarlanırken, yatay geniş bant açıklık anlayışıyla da yapı dört bir taraftan yatay ve uzun pencerelerle açılmıştır. Bu karalarla betonarme sistemin tüm potansiyellerini en yalın şekilde ortaya koyması amaçlanmıştır. Eskinin kemer ve eğrisel strüktürlerle açıklık geçmesine karşı yeni taşıyıcı sistemi yöntemlerini olabildiğine düz ve sade şekilde ifade etmek istenmiştir. Çatı bahçesi anlayışıyla yapının çatı kısmı bir bahçeye döndürülmüş ve yaşama alanı olarak tasarlanmıştır. İşlev ve alandan kazanma adına verilmiş olan bu kararda da gene modernizm anlayışının tasarım girdilerine yansıması ifade edilmiştir.

Le Corbusier’in 5 ilkenin tamamına uyan bu tasarımında doğal malzeme tercih etmesiyle modernizmin standartlaşmış sabit malzemeleri tercih etmemiş ve çevre yapılar ile uyumu uygun değildir. Geri kalan tüm özellikleri ile 5 ilkeye uyduğundan modernizmin temsil eden yapılardan biridir. Bir nevi modern mimarlığı ifade etmek için yapılmış bir yapıdır. Modernizmin simge yapılarından oluşu ona sanat eseri özelliği katar bugün UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır.

 

Kaynakça

]]>
Osmanlı’da Kahvehane Kültürü ve Yarattığı Toplumsal Etkiler https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanlida-kahvehane-kulturu-ve-yarattigi-toplumsal-etkiler/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanlida-kahvehane-kulturu-ve-yarattigi-toplumsal-etkiler/#respond Tue, 15 Nov 2022 10:08:46 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=19168 Özet

Kahve, Etiyopya’dan çıkıp önce Sufîler aracılığıyla İslam dünyasına yayıldığı düşünülen, daha sonra da dünyanın her köşesine ulaşan bir içecek olmasının yanında aslında bundan çok daha fazlasıdır. Kahve ve kahve tüketiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan kahvehaneler, çeşitli coğrafyaların sosyal hayatında çok mühim değişikliklere sebep olmuştur. Kahvehane kültüründen önce sosyal alanı cami ve çarşılardan ibaret olan Osmanlı toplumu, kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla adeta seküler bir kamusal alan kazanmıştır. Din, etnisite ve sosyal statü fark etmeksizin bir araya gelen grupların karşılıklı etkilişimine sahne olan kahvehaneler, bir anlamda Osmanlı toplumunun sosyal mobilitesini de arttırmıştır. Her ne kadar yasaklar ve engellemelerle karşılaşsa da, toplum tarafından benimsenen kahvehaneler bütün bu zorlukları aşarak legal kimliğine kavuşmuş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu makale; kahvehane kültürünün Osmanlı toplumu üzerindeki etkilerini inceleyerek, sebep olduğu köklü değişiklikleri gözler önüne serecektir.

Anahtar Kelimeler: Kahvehane, Kahve, Kamusal Alan, Cafe, Osmanlı, Sekülerleşme

Abstract

Coffee is a beverage that is thought to have originated in Ethiopia and spread to the Islamic world first through Sufis and then to every corner of the world, but it is much more than that. Coffee houses, which emerged as a result of coffee and coffee consumption, have caused significant changes in the social life of various geographies. Ottoman society, whose social space before the coffeehouse culture consisted of mosques and bazaars, gained a secular public space with the spread of coffeehouses. The coffeehouses, which witnessed the mutual interaction of groups coming together regardless of religion, ethnicity and social status, in a sense increased the social mobility of Ottoman society. Even though they faced prohibitions and restrictions, coffeehouses, which were adopted by the society, overcame all these difficulties, gained their legal identity and have survived to the present day. This article will analyse the effects of the coffeehouse culture on Ottoman society and reveal the radical changes it caused.

Keywords: Coffeehouse, Coffee, Public Space, Cafe, Ottoman, Secularisation

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/osmanlida-kahvehane-kulturu-ve-yarattigi-toplumsal-etkiler/feed/ 0
Makro Ve Mikro Besin Ögelerinin Şizofreni Üzerine Etkileri https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/makro-ve-mikro-besin-ogelerinin-sizofreni-uzerine-etkileri/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/makro-ve-mikro-besin-ogelerinin-sizofreni-uzerine-etkileri/#respond Thu, 10 Nov 2022 15:44:23 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=8016 Özet

Beslenme, sağlığı etkileyen önemli faktörlerden biridir. Beslenmenin fiziksel sağlığa
etkisinin yanı sıra ruh sağlığı ile ilişkisi bilinmektedir. Besinler ruhsal sağlığı etkileyebildiği gibi ruhsal sağlık da besin seçimini etkileyebilmektedir. Beyin ruhsal sağlıkla ilintili bir organdır. Yüksek metabolik aktiviteye sahip olan beynin besin öğeleri ihtiyacı da yüksektir. Bu nedenle tüketilen besinlerin beyin aktivitesi ve dolayısıyla ruhsal sağlık üzerinde etkileri bulunmaktadır. Ruhsal sağlık üzerinde birçok besin öğesinin ve besin maddesinin etkisi bulunmaktadır. Besin öğesi ve besin maddelerinin eksikliğinde, ilk olarak beynin yapı ve işleyişinde bozulma görülmektedir. Bozulan beynin yapı ve işlevlerinin sonucu olarak bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında, saldırgan davranışlar görülebilmektedir. Beslenme ve ruh sağlığı karşılıklı etkileşim halindedir. Besinler ve beslenmenin ruhsal sağlığını etkilediği durumlardan biri ise şizofrenidir. Şizofreni bireyin düşünce, algı, duygu ve davranışları etkileyen, yağ asitleri, folik asit, B ve D vitamini gibi bazı besin ögelerinin eksikliği ve fazlalığı gibi durumlardan etkilenen kronik, nörogelişimsel bir hastalıktır. Dolayısıyla yeterli ve dengeli beslenme sağlıklı fiziksel, ruhsal bir yaşam sürdürülmesi için önem arz etmektedir. Bu derleme çalışmanın amacı beslenmenin, mikro ve makro besin ögelerinin, yaygın görülen ruhsal hastalıklardan biri olan şizofreni üzerine etkilerini incelemektir.

Anahtar Kelimeler: Beslenme, ruhsal sağlık, beyin, şizofreni, besin ögesi.

1. Giriş

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ruhsal sağlığı “kişilerin kendilerini veya yeteneklerini
gerçekleştirdikleri, hayatın normal stresiyle başa çıkabildikleri, verimli ve sonuçları yararlı olacak şekilde çalıştıkları ve toplumlarıyla katkılı bir birliktelik içinde olabildikleri durum” olarak tanımlamıştır (Pehlivan ve Aksoydan 2012). Ruhsal bozukluklar, genler, stres, beslenme, hareketsizlik, ilaçlar ve çevresel etmenler gibi çeşitli etmenlere bağlı oluşabilmektedir (Beilharz ve ark 2015, Lim ve ark 2016). Ruhsal sağlığı etkileyen faktörlerden biri olan beslenme; ruhsal bozukluğu olan bireylerde semptomların görülmesini ve hastalıkların ilerlemesini şiddetlendirebilmekte veya iyileştirebilmektedir (Yıldırım 2021). Beyin, metabolik aktivitesi yoğun olan bir organ olduğundan enerji ve besin ögesi gereksinimi oldukça yüksektir (Beyhan ve Taş 2019). Karbonhidratlar, yağlar, amino asitler, vitaminler ve mineraller gibi bileşenlerin beynin yapı ve işlevinde önemli rolleri olduğu için bu ögelerin yetersizliği beynin yapı ve işleyişinde bozulma, bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında saldırgan davranışların sergilenmesine de neden olabilmektedir (Özenoğlu 2018, Yıldırım 2021). Bunun yanında ruhsal sağlığı bozuk olan hastalarda vücut ağırlığında artış veya azalma, kafein, tuz ve doymuş yağ alımında artış, zararlı madde kullanımı, yemek yeme konusunda seçici/takıntılı davranma, epileptik semptomlar, vitamin ve mineral eksiklikleri, konstipasyon ve dehidratasyon da görülebilmektedir (Yıldırım 2021). Kişinin beslenme durumu ruh sağlığını ve psikiyatrik bozuklukların gelişimini etkilerken ruhsal durum da bireyin ne tür besinleri tüketeceği yönündeki seçimlerini ve kararlarını etkilemektedir (Özenoğlu 2018, Beyhan ve Taş 2019, Yıldırım 2021). Toplumda yaygın olarak bilinen ruhsal bozukluklar depresyon, bipolar bozukluklar ve şizofrenidir (Yıldırım 2021). Bunlardan şizofreni DSÖ’ye göre en yaygın görülen ruhsal hastalıklardan biridir (Canser ve ark 2020).

2. Şizofreni ve Beslenme

Zihin, beyin tarafından gerçekleştirilen bir dizi işleme verilen addır. Tüm davranış bozuklukları beyin işlevindeki bozukluklardan kaynaklanmaktadır (Kandel ve Hudspeth 2013). Bu bozukluklar sonucunda meydana gelen hastalıklardan biri ise şizofrenidir.

2.1. Şizofreni

Şizofreni genellikle 18-35 yaş aralığında görülen, toplumun %1’ini etkileyen, sanrı, varsanı, duygulanımda sığlaşma, sosyal içe çekilme, konuşma miktarında azalma ve düşünce içeriğinde fakirleşme, dikkatte, bellekte, yürütücü işlevlerde bozulmaya neden olan psikiyatrik bir hastalıktır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018, Yılmaz ve ark 2022). Kronik ve nörogelişimsel bir hastalık olan şizofreni bireyin düşünce, algı, duygu ve davranışları etkileyerek bireyi üretim dışına iterek alışılagelmiş algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaşmasına, toplumdan uzaklaşıp içe kapanmasına, çevresiyle çatışmalar yaşamasına neden olmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018, Yılmaz ve ark 2022).

2.1.1. Şizofreni Prevelansı

Erkeklerde 15-25 yaş aralığı, kadınlarda 25-35 yaş aralığı şizofreninin en sık ortaya çıktığı yaş aralıklarıdır. Bunun yanında sosyoekonomik düzeyi düşük ailelerde şizofreniye daha sık rastlanılmaktadır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018). Şizofreni kişilerde normal popülasyona göre yaşam süresi %20 daha kısa, ölüm oranı 2 kat daha yüksektir (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.1.2. Şizofreni Etiyolojisi

Yapılan çalışmalardan elde edilen bulgulara göre şizofreninin etiyolojisi genetik etkenler, beynin yapısal değişiklikleri, nörokimyasal değişiklikler, nörofizyolojik değişiklikler, endokrin etkenlerle açıklanmaktadır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.1.3. Şizofreni Semptomları

İsviçreli psikiyatrist Eugene Bleuler’e göre şizofreninin 4 ana semptomu vardır ve 4A formülü ile tanımlanır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018):

1. Assosiasyon: Fikir akışında, çağrışımların düzen ve sürekliliğinde bozulma.

2. Ambivalans: Zıt fikir, ikilem.

3. Autizm (otizm): Duygulanımda küntleşme, gerçek dünyadan uzaklaşma. 4. Affekt: Duygusal ifadenin bozulması.

Şizofreninin kesin bir tanı ölçütleri konusunda bir görüş birliği olmasa da çoğunluk tarafından kabul gören genel klinik özellikleri şunlardır: Bozulmuş gerçeği değerlendirme ve sanrı, varsanıları ve diğer bozulmaları içeren pozitif semptomlar, affektif yaşantı ve dışa vurumda bozulmaları, abuli (motivasyon kaybı), aloji (konuşma yoksulluğu), anhedoni (haz yaşayamama), avolüsyon (girişim eksikliği), apati (ilgi eksikliği) ve sosyal dürtü azalmasını içeren negatif semptomlar, sıklıkla formal düşünce bozukluğu ile birlikte ortaya çıkan düşünce ve davranış dezorganizasyonu, duygu durum semptomları, motor semptomlar ve katatoni, kognitif anormallikler, anksiyete, bozulmuş içgörü, belirli bir beyin alanı ya da döngüsünde lokalize edilebilen motor, duyusal veya refleks işlevlerdeki bozulmaları yansıtan sert nörolojik bulgular ve özel bir beyin bölgesiyle ilişkili olmayan veya özel bir nörolojik sendromu ayırmayan yumuşak nörolojik bulgular (Türkoğlu ve ark 2017).

2.1.4. Şizofreni Tanı Ölçütleri

Şizofreninin klinik uygulamasında en sık Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM) tanı ölçütleri kullanılmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017): DSM-5 Tanı Ölçütleri:

A- Karakteristik belirtiler: Bir aylık sürenin önemli bir bölümünde aşağıdaki belirtilerden iki ya da daha fazlasının bulunması durumudur. Bu belirtilerden en az biri 1., 2. veya 3. sırada olanlar olmalıdır.

1. Sanrılar
2. Varsanılar
3. Dağınık konuşma (örn. sık sık konudan sapma gösterme ya da anlaşılmaz konuşma).
4.İleri derecede dağınık ya da katatonik davranış
5. Silik (negatif) belirtiler (duygusal katılımda azalma ya da kalkışamama)

B- Toplumsal/mesleksel işlev bozukluğu: Bu bozukluğun başlangıcından beri geçen zamanın önemli bir kesiminde iş, kişilerarası ilişkiler ya da kendine bakım gibi birden çok ana alanda işlevsellik düzeyi, bu bozukluğun başlangıcından önce erişilen düzeyin belirgin olarak altındadır.

C- Süre: Belirtiler en az 6 ay süreyle devam eder. Bu 6 aylık evre, A tanı ölçütünü karşılayan, en az bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa süreli) belirtileri (açık evre belirtilerini) kapsamalıdır.

D- Şizoaffektif bozukluğun ve duygudurum bozukluğunun dışlanması: Şizoduygulanımsal (şizoaffektif) bozukluk ya da psikoz özelliklerini gösteren depresyon bozukluğu ya da ikiuçlu (bipolar) bozukluk dışlanır.

E- Madde kullanımının/genel tıbbi durumun dışlanması: Bozukluk bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.

F-Yaygın gelişimsel bozuklukla olan ilişkisi: Otizm açılımı kapsamında bir bozukluk ya da çocuklukta başlayan bir iletişim bozukluğu öyküsü varsa, şizofreni tanısı konabilmesi için gerekli diğer belirtilerin yanı sıra belirgin sanrılar ya da varsanrılar da en az bir aylık (başarıyla edilmişse daha kısa) bir süreyle varsa, ayrıca şizofreni tanısı da konur.

2.1.5. Şizofrenide Tedavi

Şizofreni hastalığında farmakolojik tedavi, elektrokonvulsif terapi (EKT), psikoterapiler, bilişsel davranışçı tedavi yaklaşımları, aile terapisi, beceri eğitimleri gibi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018). Tipik/ilk kuşak antipsikotikler (dopamin reseptör antagonistleri) ve atipik/yeni kuşak antipsikotikler (İkinci kuşak antipsikotiklerden serotonin dopamin antagonistleri, benzamidler, üçüncü kuşak antipsikotiklerden kısmi dopamin agonistleri), lityum, antikonvülzanlar, benzodiazepinler farmakolojik tedavide kullanılan ilaçlardır (Eraslan ve ark 2006, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.2. Şizofreni Beslenme İlişkisi

Şizofreni tedavisinde kullanılan atipik antipsikotik ilaçlar vücut ağırlık kazanımı, abdominal obezite, glukoz metabolizması bozuklukları, lipit metabolizması bozuklukları, hipertansiyon, obezite ve metabolik sendrom gibi çeşitli sağlık problemlerine neden olmaktadır (Eraslan ve ark 2006, Türkoğlu ve ark 2017). Şizofrenide kilo artışı veya obeziteye antipsikotiklerin yanında hastaların yaşam tarzı ve tedavi şartları da neden olabilmektedir. Hastaneye yatış ardından fiziksel aktivitenin azalmasıyla enerji harcanmasının kısıtlanması, apati ya da anhedoni sebebiyle yeme davranışı üzerindeki kontrolün azalması, ekonomik yetersizlikler nedeniyle karbonhidrat ağırlıklı yeme alışkanlığı, düzensiz beslenme, sedanter yaşam, sigara, madde kullanımı şizofreni hastalarında antipsikotiklerden kaynaklanmayan kilo artışı/obezite sebepleridir (Eraslan ve ark 2006, Erginer ve Günüşen 2013).

Glukoz intoleransı, artmış trigiserit (TG), azalmış yüksek dansiteli lipoprotein (HDL), hipertansiyon (HT) ve abdominal obezite ile karakterize bir hastalık olan Metabolik sendrom (MetS) şizofreni hastalarının sağ kalım sürelerinin genel nüfusa göre daha kısa olmasında etkili olmaktadır. Şizofreni hastalarında MetS oranlarının genel toplumdakine göre daha yüksektir ve hastalık süresi uzadıkça MetS prevelansı artmaktadır. Şizofreni hastalarında yaşam tarzı, psikotik bozukluğun klinik özellikleri ve antipsikotik ilaç kullanımı MetS bileşenlerinin ve diğer metabolik anormalliklerin gelişim nedenleridir. Şizofreni hastalarındaki yüksek doymuş yağ asidi, azalmış lif ve meyve tüketimi metabolik bozukluk gelişme riskine neden olmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017).

Farklı amaçlarla yapılan birçok çalışma sonucunda şizofrenin hastalarının sağlıksız beslenme alışkanlıkları olduğu sonucuna varılmıştır. Killian ve arkadaşlarının (2006) yaptığı bir çalışmada şizofreni tanılı hastaların sağlıklı popülasyona oranla alkol ve sigara tüketiminin daha yüksek olduğu görülmüştür. McCreadie ve arkadaşları (1998), Brown ve arkadaşlarının (1999) yaptığı çalışmalar sonucunda ise diyetleri sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında şizofreni hastalarının sağlıklı kontrollere göre meyve, sebze ve posadan yetersiz beslendiği, gereksinimlerinden daha fazla yağ tükettiği saptanmıştır. Öte yandan şizofreni hastalarının karbonhidrat ve protein alımlarının incelendiği çalışmalarda sağlıklı bireylere göre anlamlı bir fark olmadığı, şizofreni hastalarında şeker tüketiminin daha fazla olduğu belirlenmiştir (Türkoğlu ve ark 2017).

Kandaki doymamış yağ asitlerinin düşük düzeyde olması şizofreni hastalarında şikayetleri arttırmakta, doymamış yağ asitlerinin, özellikle EPA, normal dozda alınması şikayetleri ortadan kaldırmaktadır (Mol 2008). Türkoğlu ve arkadaşları (2016) tarafından şizofreni hastalarında bazı yağ asidi ve antioksidan vitamin alımlarının saptanması ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması amacıyla yapılan çalışma DSM-IV tanı kriterine göre şizofreni ya da şizoaffektif bozukluk tanısı almış 148 hasta ve yaş, cinsiyet yönünden eşleştirilmiş 77 sağlıklı kontrol üzerinde yürütülmüştür. Sosyodemografik veriler ve klinik bilgiler yüz yüze görüşme ile anket aracılığıyla toplanmıştır.

Antropometrik ölçümleri ile birlikte besin ögesi alımları geriye dönük 24 saatlik besin tüketim kaydı yardımıyla alınmıştır. Araştırma sonuncunda şizofreni hastalarında toplam yağ, doymuş yağ ve tekli doymamış yağ asitleri alımları sağlıklı kontrollerden yüksek bulunmuştur (p<0.05). Omega-6/omega-3 oranları arasında gruplar arasında fark bulunmamıştır.

Vitamin düzeyleri de şizofreni gelişiminde rol oynamaktadır. Yapılan birtakım çalışmalar sonucunda şizofreni hastalarında kan serum folat düzeylerinin düşük olduğu ve düşük kan serum folat düzeyleri ile negatif belirtiler arasında anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Roffman ve arkadaşları (2017) tarafından randomize, çift kör şekilde yapılan çalışma 55 ayaktan şizofreni hastası üzerinde yürütülmüştür. Folik asit takviyesinin şizofrenideki etkinliğini araştırmak amacıyla yapılan bu çalışmada hastalara 12 hafta boyunca 15 mg folik asit takviyesi (1-metilfolat) yapılmış ve plasebo ile karşılaştırılmıştır. Aynı zamanda hastalara sabit dozlarda antipsikotik uygulanmaya devam edilmiştir. Tedavi sonrası yapılan değerlendirmede, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği toplam puanı, negatif belirtiler ve genel psikopatoloji alt ölçeklerinde iyileşmeler olduğu gözlenmiştir.

D vitamini ve şizofreni gelişimini inceleyen araştırmalarda serum D vitamini düzeyinin şizofreni hastalarında genel nüfusa göre daha düşük olduğu fakat bu düşüklüğün hastalık şiddeti ile korelasyon göstermediği, gebelikte düşük 25 (OH) D3 düzeylerinin yetişkinlik döneminde şizofreni riskini arttırdığı saptanmıştır (Yılmaz ve ark 2022). Demirkol ve arkadaşları (2019) tarafından şizofreni tanılı hastalarda D vitamini, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği skorları, antipsikotik kullanımı ve sosyodemografik verilerin metabolik sendrom ile ilişkisinin gösterilmesi amacıyla yapılan çalışma 31’inde metabolik sendrom tanısı olan 119 şizofreni tanılı 63’ü kadın 56’sı erkek hasta üzerinde yürütülmüştür. Hastaların sosyodemografik verileri, hastalık yılı, yatış sayısı, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği skorları, vitamin D kan düzeyleri, HDL, trigliserit, glukoz, HBa1c, arteriyel kan basıncı değerleri, bel çevresi, vücut kitle indeksi ölçümleri incelenmiştir. Çalışma sonucunda hastaların 63’ünde D vitamini düzeyi düşüklüğü, Metabolik Sendrom tanısı olanlar ve olmayanları arasında HDL, arteriyel kan basıncı, açlık kan glukozu, trigliserit, bel çevresi, vücut kitle indeksi değerlerinin analizinde anlamlı farklılık saptanmıştır. Basit lineer regresyon ve lojistik regresyon analizi ile metabolik sendrom tanısı olan grupta olmayanlara göre hastalık yılı ve hasta yaşları anlamlı olarak yüksek, D vitamini düzeyleri anlamlı olarak düşük saptanmıştır.

Yapılan başka çalışmalarda şizofreni hastalarında serum homosistein düzeylerinin yüksek olduğu ve yüksek homosistein düzeyinin şizofreni riskini ve gelişimini arttırdığı bulunmuştur. B vitamininin şizofreni üzerine etkilerinin araştırıldığı çalışmalarda B vitamini tedavisinin şizofreni semptomlarına orta düzeyde etki ettiği B vitamini komplekslerinin daha fazla etki ettiği görülmüştür (Yılmaz ve ark 2022).

3. Sonuç ve Öneriler

Beslenme, ruhsal sağlığı etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Beslenmeyle ruhsal sağlık karşılıklı etkileşim içerisindedir. Tüketilen besinlerin vücudun metabolik enerji gereksinimini sağlamanın yanında ruh hali ve zihinsel sağlık üzerinde de önemli etkileri vardır. Besin öğesi ve besin maddelerinin eksikliğinde, ilk olarak beynin yapı ve işleyişinde bozulma görülmektedir. Bozulan beynin yapı ve işlevlerinin sonucu olarak bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında, saldırgan davranışlar görülebilmektedir.Bu nedenle yeterli ve dengeli beslenme sağlıklı fiziksel, ruhsal bir yaşam sürdürülmesi için önem arz etmektedir.

Ruh sağlığını koruma ve geliştirmeye yönelik öneriler aşağıda sıralanmıştır:

  • Uyku düzenli olmalıdır. Günde en az 8 saat uyunmalıdır.
  • İşlenmiş gıda, yüksek tuz, basit şeker, kafein, doymuş yağ tüketimi azaltılmalıdır.
  • Doymamış yağ kaynakları (örneğin zeytinyağı) kullanılmalıdır.
  • Bireylere fiziksel aktivitenin önemi anlatılmalı ve fiziksel aktivitenin arttırılması için destek sağlanmalıdır.
  • Laktoz, gluten, kazein gibi alerjen olma riski yüksek olan besinlerden kaçınılmalıdır.
  • Sigara, alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan maddelerden uzak durulmalıdır.
  • Kalsiyum ve D vitaminiyle vücudu desteklemek için güneşten faydalanılmalıdır.
  • Dehidratasyon ve konstipasyonun önüne geçmek için yeterli sıvı ve posalı gıdalar tüketilmelidir.
  • Fast-food, hazır besinler, kızartma gibi besinler tüketilmemelidir.
  • Vitamin ve mineral eksikliğini önlemek için düzenli kan tahlili yaptırılmalı, eksiklikveya yetersizlik durumunda besin takviyeleri kullanılmalıdır.
  • Ruhsal hastalığı olan bireylerde, görülen semptomlara göre bireyin vücut ağırlığı dikkate alınarak dengeli ve yeterli diyet planlanmalıdır.

 

Kaynaklar

  • Beilharz, J. E., Maniam, J., & Morris, M. J. (2015). Diet-induced cognitive deficits: the role of fat and sugar, potential mechanisms and nutritional interventions. Nutrients, 7(8), 6719-6738.
  • Beyhan, Y., & Taş, V. (2019). Mental sağlık ve beslenme. Zeugma Health Res, 1(1), 31-36.
  • Brown, S., Birtwistle, J., Roe, L., & Thompson, C. (1999). The unhealthy lifestyle of people with schizophrenia. Psychological medicine, 29(3), 697-701.
    Demirkol, M. E., Tamam, L., Çakmak, S., & Yeşiloğlu, C. (2019). Şizofreni tanılı hastalarda metabolik sendrom ve D vitamini düzeyleri ilişkisi. Cukurova Medical Journal, 44(3), 1110-1117.
  • Canser, B. O. Z., Özdemir, M., & ÇALGI, B. (2020). Mental hastalıkların prevalansına göre OECD ülkelerinin çok boyutlu analizi ve MOORA yöntemi ile sıralanması. Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Elektronik Dergisi, 11(Ek), 245-256.
  • Eraslan, D., Öztürk, Ö., Kayahan, B., Zorlu, N., & Veznedaroğlu, B. (2006). Şizofreni, atipik antipsikotikler ve obezite. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 7(3), 167-172.
    Erginer, D. K., & Günüşen, N. P. (2013). Kronik psikiyatri hastalarının fiziksel sağlık durumu: ihmal edilen bir alan. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Elektronik Dergisi, 6(3), 159-164.
  • Kandel ER, Hudspeth AJ. (2013). Brain and Behaviour. In: Principles of Neural Science, Eds: Kandel ER, Schwartz JH, Jessel T, Siegelbaum SA, Hudspeth AJ, 3. Baskı, New York, Mcgraw Hill. p.5–20.
  • Kilian, R., Becker, T., Krüger, K., Schmid, S., & Frasch, K. (2006). Health behavior in psychiatric in-patients compared with a German general population sample. Acta Psychiatrica Scandinavica, 114(4), 242-248.
  • Lim, S. Y., Kim, E. J., Kim, A., Lee, H. J., Choi, H. J., & Yang, S. J. (2016). Nutritional factors affecting mental health. Clinical Nutrition Research, 5(3), 143-152.
  • McCreadie, R., Elizabeth, M., Blacklock, C., Tilak-Singh, D., Wiles, D., Halliday, J., & Paterson, J. (1998). Dietary intake of schizophrenic patients in Nithsdale, Scotland: case- control study. Bmj, 317(7161), 784-785.
  • Mol, S. (2008). BALIK YAĞI TÜKETİMİ VE İNSAN SAĞLIĞI ÜZERİNE ETKİLERİ. Journal of FisheriesSciences. com, 2(4), 601-607.
  • Özenoğlu, A. (2018). Duygu durumu, besin ve beslenme ilişkisi. Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, (4), 357-365.
  • Pehlivan, M., & Aksoydan, E. (2012). Yetişkin Kadınlarda Vücut Ağırlığının Mental Sağlığa Etkisi. Beslenme ve Diyet Dergisi, 40(1), 12-21.
  • Roffman, J. L., Petruzzi, L. J., Tanner, A. S., Brown, H. E., Eryilmaz, H., Ho, N. F., Giegold M., Silverstein N.J., Bottiglieri T., Manoach D.S., Smoller J.W., Henderson D.C., Goff, D. C. (2018). Biochemical, physiological and clinical effects of l-methylfolate in schizophrenia: a randomized controlled trial. Molecular psychiatry, 23(2), 316-322.
  • Summakoğlu, D., & Ertuğrul, B. (2018). Şizofreni ve tedavisi. Lectio Scientific, 2(1), 43-61.
  • Türkoğlu, İ., Yıldız, E., & Mercanlıgil, S. M. (2017). Şizofreni Hastalarında Metabolik Profil ve Diyet Örüntüsü. Beslenme ve Diyet Dergisi, 45(2), 185-193.
  • Yıldırım H. (2021). Ruhsal Sağlığı Bozuk Olan Hastalarda Beslenme, Toplum Ruh Sağlığında Hemşirelik Yaklaşımları, 1. Baskı, Ankara, 77-81.
  • Yılmaz Y, Erdoğan A, Hocaoğlu Ç. (2022). Vitaminlerin psikiyatrideki rolü: Bir gözden geçirme, Troia Medical Journal, 3(1), 1-9.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/makro-ve-mikro-besin-ogelerinin-sizofreni-uzerine-etkileri/feed/ 0
Bir Siyasi Araç Olarak Medreseler https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-siyasi-arac-olarak-medreseler/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-siyasi-arac-olarak-medreseler/#respond Sun, 30 Oct 2022 15:06:00 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=7831

Medreseler, tarihsel süreç içerisinde muhtelif rollere bürünmüş çok katmanlı eğitim kurumlarıdır. İslami ilimlerin düzenlenip yayılmasına büyük bir etkiye sahip bu sistemli yapılar, gerek halk gerek de birtakım güç odakları için azımsanmayacak ölçüde bir potansiyeli barındırmıştır. Medreseler, akli(mantık, usül gibi) ve nakli ilimlerin gelişimine faydasıyla beraber, zamanla doğa bilimlerini de müfredatına ekleyerek kapsamlı eğitim kurumlarına dönüşmüştür. Fakat medreseleri yalnızca birer eğitim kurumları bağlamında görmek bu kurumları ve onların etkisini oldukça dar bir pencereye sığdırmaya çalışmak olur. Bu yazıda, birçok işlevi bulunan medreselerin siyasi olarak etkin bir biçimde kullanıldığına dair var olan düşünceleri üç konsept üzerinden sınırlandırıp örneklendirmeye ve bu görüşe karşı çıkanların düşüncelerini aktarmaya çalışacağım.
İlk olarak var olan düzen içerisinde, yaygın görüşe karşı kendi sistematiğini ortaya koymaya çalışması; ikinci olarak ortaya çıkan propagandacı söylemcilere karşı savaşı meşru gösterme çabası ve üçüncü olarak da devletin ideolojisini oturtup sağlamlaştıracak kadrolar yetiştirme isteği şekilde kategorilere ayırabiliriz. Zikredilen üç kategoride de, medreselerin oluşumunda siyasetin vazgeçilemez bir unsur olduğunu görmekteyiz. Bu temel düşünceyi açmadan önce medreselerin oldukça yüzeysel de olsa oluşum sürecinden bahsetmek yararlı olacaktır.

Medreselerin ortaya çıkışının envaiçeşit sosyal ihtiyaçlara binaen gerçekleştiğin söyleyebiliriz. Birtakım dersler İslam’ın daha ilk dönemlerinden itibaren mescitlerde verilmeye başlanmıştır fakat zaman içerisinde bu durum mescitte ibadet edenleri rahatsız eder bir hâle gelmiştir. Ayrıca zaman geçtikçe üretilen bilginin fazlalaşması ve sistemleştirme gereği de farklı bir mekanın gerekliliğini lazım kılmıştır (Hızlı, 1987). Ancak mekan olarak medreselerin oluşumunu yalnızca bu sebeplere bağlamaya çalışmak medreselerin gelişim sürecindeki önemli bir ayağı göz ardı etmek manasına gelir. Çünkü medreselerin ortaya çıkış zamanlarında dönemin siyasi olaylarının çok büyük bir tesiri vardır. Dokuzuncu yüzyılda medrese oluşumlarına birtakım lokal örnekler verilebiliyor olsa da sistematik bir medrese kuruluşunu, Nizamülmülk’ün oluşturmuş olduğu medreselerle görmekteyiz.

Bahsedildiği üzere medreselerin sistematikleşip gelişmesine çokça katkı sağlayan Nizamiye Medreseleri’nin oluşumunda mezkur sosyal etkenlerin yanı sıra birtakım siyasi nedenler zikredilir. Siyasi neden olarak iki görüş belirtilmiştir ki bu nedenlerin medresenin kuruluşunda çok temel bir rol aldığı söylenmektedir. Bu görüşlerin ilkinde Hanefi olan Selçuklulara karşı Şafii ve Eşari öğretiyi güçlendirme ve yayma istencinden bahsedilmiştir. Çünkü medresede eğitim verecek olan müderrislerin Şafii fıkhını ve usulünü bilmesi zorunlu görülmüştür. Ayrıca medreselerin imkanlarından öncelikli olarak Şafiilerin faydalanması gözetilmiştir (Al-Faruque, 1987). Fakat bu sebebi Şafii-Hanefi ikilemine bağlamak, ya da sadece bu kanıya bağlamak, birçok araştırmacının görüşüne ters düşecektir.

Nizamülmülk’ün dönemine rast gelen Batıniler, çeşitli propagandalarla kitleleri kendi lehine devşiren faaliyetlerde bulunmuş ve bu durum Selçukluyu zora sokacak bir etken haline dönüşmüştür. Selçuklu, askeri sahada her ne kadar Batınilerden daha büyük bir güce sahip olsa da Batınilerin yapmış olduğu propagandaların bir ordu kadar etkisi olmuştur. Bu kaos haline karşı harekete geçen Nizamülmülk, bir medreseler ağı oluşturmuştur ve böylelikle Şii olan Batınilere karşı Sünni anlayışı ayakta tutup, fikri sahada da bir nevi müdafaa ve çatışma başlatılmıştır (Anjum, 2006). İmam Gazali de bu medreselerde müderrislik yapmış ve bu mesele üzerine Fedaihu’l-Batıniye adlı bir kitap kaleme almıştır (Kayapınar vd., 2017). Kısacası denilebilir ki medreseler mevcut siyasal krize cevap üretecek mahiyette önemli bir işlev görmüş bir diğer taraftan da bu kriz sistemli medreselerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Yavuz Sultan Selim döneminde doğudan bir tehdit yükselmiş ve o zamanlar henüz sultan olmayan Şehzade Selim babası II. Beyazıd’ı uyarsa da tatmin edici bir hareket ortaya konmamıştır. Bunun neticesinde kontrolü ele geçiren Sultan Selim doğuya yönelmiş ve birçok sefer düzenlemiştir. Safeviler ve Osmanlılar arasında gerçekleşen bu çatışmalar ve yapılan mücadelelerin etkisi sadece askeri bağlamda kalmamıştır. Safevilerin dâîlerle Doğu’daki halka -bilhassa göçmen olanlara- yapmış olduğu propaganda Osmanlı tarafında fikri bir hareketlenmeyi gerekli kılmıştır (Çetin, 2011). Bu dönem, medreselerde Sünni anlayışın hararetli bir şekilde savunulduğu ve Şiilere karşı antitezlerin üretildiği bir dönem olmuştur. Esasen Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim dönemine kadar Sünnilik ile Şiilik arasında derin bir husumet bulunmamaktadır. Şiilere karşı medreselerde verilen eğitim kelam alanında verilmiş ve bu eğitimler de oldukça yüzeysel bir düzeyde kalmıştır (Yılmaz, 2015). Fakat bahsi geçen dönemden itibaren bu yüzeysellik bir kenara bırakılarak daha derin ve kapsamlı eğitimlere başlanmış, bu süreç ileriki dönemlerde de devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerini görmüş ve medrese eğitimi almış olan Abdullah el-Şirvani bu konseptteki medreselerden çıkan öğrencilere iyi bir örnektir. Şirvani; siyasetname, tasavvuf ve kelam alanında üç eser vermiştir. Bu eserlerin üçünün merkezinde de Safevilerin yoldan çıkmış olduğu ve yapmış oldukları faaliyetlere karşı aksiyon alınması gerektiğine dair görüşler yer almaktadır (Yılmaz, 2015). Bunlara benzer birçok eser kaleme alınmış olup bu konuda çeşitli dersler verilmiştir. Karşı tarafın dalalet içerisinde olduğunu ortaya çıkarmak, Osmanlının İran’a yapacağı seferlere bir meşruiyet kazandırmış ve halkın seferlere karşı olan tepkisini azaltmakla kalmayıp halk tabanından destek de almıştır (Çetin, 2011). Özetle söylemek gerekirse bu noktada medreseler, ortaya çıkmış olan Safevi sorununun üzerine gidilebilmesi için fikri alanda bir meşruluk sağlamıştır.

Modern devletlerden önce kurulmuş olan monarşik devletler her ne kadar devletin başındaki mutlakiyetçi bir şahsın önderliğinde var olmuş olsalar da birçok alt yönetim birimine ihtiyaç duymuşlardır. Muhtelif yönlerden Osmanlı devletini kökten etkilemiş olan Fatih Sultan Mehmet de aynı şekilde devlet kademelerinde görev yapacak kişilere ihtiyaç duymuştur. Sahnı Seman medreselerinin kurulmasında da bu faktörün etkisi büyüktür. Devletin otoritesini sağlamlaştıran Fatih Sultan Mehmet, halihazırdaki medreseler dışında devletin lehine çalışabilecek kişiler yetiştirmek amacıyla hem fenni hem de dini ilimlerin verildiği Sahnı Seman medreselerini kurmuştur (Şanal, 2003). Bu medreselerin varlığı devletin gücünü arttırmış ve sistemini güçlendirmiştir. Dolayısıyla bu kurum devletin yönetim felsefesini bir sisteme oturtacak ve devamını getirecek kişilerin yetişmesine öncülük etmiştir (Çetin, 2011). Hülasa, Sahnı Seman medreseleri; devletin ideolojisini iyice yerleştirilmesinde ve kadrolara şahıs yetiştirme noktasında etkili olmakla sınırlanmamış, Osmanlı içerisinde oluşacak bu minvaldeki medreselere öncü olmuştur.

Fakat bu argümanların yanı sıra medreselerin siyasi bir araç olarak kullanılmasının pek de mümkün olmadığını söyleyen birtakım düşünceler de son zamanlarda yazın dünyasında yer etmiştir(Berkey, 2007). Her ne kadar da medreselerin kuruluşunda birtakım siyasi liderler ön ayak olmuşsalar da kurum kendi karakteri gereği özerk bir yapıya sahip olmuştur. Mevcut bu görüşe göre; medreselerin sosyal yaşantıyı değiştirme işlevinin olduğunu iddia etmek, medreselerin günümüz okul sistemi olgusuyla okuma yanılgısı olduğu dile getirilir. Çünkü günümüzde var olan kurumların kendi kimliğini inşa ettiği bir gelenekten çok iyi bir alim profilinin etrafında kümelenen ve şahısların sisteme çokça etki ettiği bir gelenekten söz edilir. Dolayısıyla büyük oranda bu otonom yapıların siyasilerin elinde güçlü birer koza dönüşmesi pek olası gelmemektedir. Nitekim, Selçuklular ve Memlüklüler’de medreselerin sayısı hesaba katıldığında alimlerden çok az bir kitlenin yönetimsel kadrolarda yer aldığına parmak basılır. Kısaca, medreselerin uzun bir süre birer politik aktör ya da arabulucu olmadığı ve bununla beraber birçoğunun gerek müfredatla gerek kurum içindeki görev tanımlarıyla siyasetten uzak, büyük oranda bağımsız birer kurum oldukları savunulmaktadır.

Sonuç olarak, bu yazıda medreselerin siyasi etkilerini; var olan görüşe karşı çıkıp lehteki görüşü sağlamlaştırmaya çalışmak, karışıklık çıkaran unsurların üzerine yürüyebilmek için kendi tarafına meşruiyet kazandırmak ve devletin ideolojisini oturtmak olmak üzere üç örnek üstünden kısaca anlatmaya çalıştım. Ayrıca medreselerin zannedildiği ölçüde bir siyasi alet olmadığı minvalindeki görüşleri de şu anda konu hakkında hâla tartışmaların sürdüğünü göstermek amacıyla eklemek istedim. Yazıyı yazarken olumlu ya da olumsuz bir değerlendirme yapmaktan elimden geldiğince kaçınmaya çalışmış olup medreselerin birçok etkisinden biri olan siyasi yönüne değinmeyi amaçladım. Medreselerin siyasi bir araç olarak ele alınmış olması da herhangi olumsuz bir mana içermemektedir. Toplumda önemli bir yer teşkil eden medreselerin siyasete etkisinin olmadığı ve siyasetten etkilenmediği söylenemez. Dolayısıyla durumun bu şekilde ele alınmış olması normatif bir bakışla değerlendirilmemiş olup bahsedildiği üzere yalnızca bu kısma dikkat çekmek amaçlanmıştır.

Kaynakça:

AL-FARUQUE, M. (1987). THE DEVELOPMENT OF THE INSTITUTION OF MADRASAH AND THE NIẒĀMIYAH OF BAGHDAD. Islamic Studies, 26(3), 253–263. http://www.jstor.org/stable/20839845

ANJUM, T. (2006). Sufism in History and its Relationship with Power. Islamic Studies, 45(2), 221–268. http://www.jstor.org/stable/20839016

Berkey, J. (2007). Madrasas Medieval and Modern: Politics, Education, and the Problem of Muslim Identity. Schooling Islam, the Culture and Politics of Modern Muslim education, 40-60.

Çetin, F. (2011). Osmanlı-Safevi Rekabetinin Osmanlı Resmî İdeolojisine Etkisi. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(1), 12-28.

HIZLI, M. (1987). KURULUŞUNDAN OSMANLlLARA KADAR MEDRESELER. Kayapınar, H. K. Ö. (2017). XVI. Yüzyıl Osmanlı Medreselerinde Fıkıh Eğitimi (Sahn-ı

Seman ve Süleymaniye Örneği). Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10, 54.

Şanal, M. (2003). Osmanlı Devleti’nde medreselere ders programları, öğretim metodu, ölçme ve değerlendirme, öğretimde ihtisaslaşma bakımından genel bir bakış. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(14), 149-168.

Yılmaz, H. (2015). İran’dan Sünnî Kaçışı ve Osmanlı Devleti’nde Safevî Karşıtı Propagandanın Yaygınlaşması: Hüseyin b. Abdullah el-Şirvânî’nin Mesiyanik Çağrısı. Osmanlı’da İlim ve Fikir Dünyası, 299-309.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-siyasi-arac-olarak-medreseler/feed/ 0
Genetik Kodlama: CRISPR Teknolojisi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/genetik-kodlama-crispr-teknolojisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/genetik-kodlama-crispr-teknolojisi/#respond Fri, 21 Oct 2022 16:24:30 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=7793 2012 yılında mikrobiyolog Emmanuelle Charpentier ve biyokimyacı Jennifer Doudna adındaki iki bilim kadının keşfettikleri ve kendilerine 2020 Nobel Kimya Ödülü’nü kazandıran CRISPR/Cas9, moleküler biyoloji ve genetik alanında yeni bir çağ başlattı. DNA zincirinin kesilip, yeniden birleştirilebilmesini sağlayan bir teknoloji geliştirdiler. Bu teknoloji sayesinde hayatımızın kodlarını yeniden yazmak mümkün hale geldi.

Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats

“Düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri” adı verilen CRISPR teknolojisi, aslında bakterilerin virüs kaynaklı enfeksiyonlar ile nasıl savaştığını araştırırken keşfedildi. Bakterilerde bulunan CRISPR adlı bağışıklık sisteminin bir kısmı, virüssel DNA’yı tespit ederek yok edebilen Cas9 adlı proteinden oluşur.

Araştırmaları sırasında Charpentier ve Doudna, bu sistemin belirli DNA parçalarının çıkarılması ve eklenmesinde bir genetik mühendislik yöntemi olarak kullanılabileceğini keşfettiler. Bunu düşündüren, hücrelerin hasarlı DNA parçalarını tespit edebilmesi ve tamir etme yeteneğinin olmasıydı. Bu genetik makasın nasıl çalıştığını anlamak için insanın kalıtsal bilgisi olan DNA’nın yapısını anlamak gerekir.

Canlıların vücudundaki her hücrede bulunan DNA denilen çift zincir aslında Adenin, Timin, Guanin ve Cytosine (Sitozin) yani A, T, G ve C bazlarının çeşitli kombinasyonlarla yan yana dizilmesinden ve karşılıklı bağlanmasından meydana gelir. İkili DNA zincirinde A ile T ve G ile C bazları karşılıklı olarak bağlanırlar. RNA’da ise A ile, T yerine U (Urasil) eşleşir. DNA’daki baz grupları genleri oluşturur ve bu genler bir görevi yerine getirecek olan belirli bir proteini kodlar. Bunun için ikili DNA zinciri ayrılarak, uygun baz dizilimine sahip bir RNA zinciri ile eşlenir.

Teknolojide makine kodlamada 0’lar ve 1’lerin özel dizilimi ile dijital dünyanın oluşturulduğu gibi, bazlar da canlıların genomunu yani tüm genetik materyalini oluşturur. Bu genetik materyal insanın tüm biyolojik ve fizyolojik özelliklerini meydana getirdiği gibi aynı zamanda çeşitli hastalıklara sebep olan 75.000 farklı mutasyondan birini barındırıyor olabilir. İşte CRISPR adı verilen bu genetik makas yardımıyla, hastalığa sebep olan mutasyonlu gen kesilip atılabilir. Hatta sadece hastalıklar değil, normal olan genler de daha iyisi ile değiştirilebilir (örneğin gen dopingi).

Tüm canlıların genetik materyali olduğu düşünülürse, canlı olan her şey yeniden kodlanabilir. Elbette bu teknolojinin karanlık ve etik açıdan sorunlu yönleri de var ve bu yönleri sebebiyle hukuksal düzenlemeler gerektirmektedir. 2018 yılında Çinli bilim insanı He Jiankui, tüp bebek tedavisi sırasında ikiz embriyoların CRISPR-Cas9 yöntemiyle genetiğini değiştirerek HIV virüsüne karşı bağışıklık kazanmış bir şekilde dünyaya gelmesini sağladı. Genetik değişikliklerin erken veya ileri yaşlarda neden olabileceği sorunlar bilinmemekte ve bu sebeple sağlıklı bireyleri tehlikeye atma olasılığı bulunmaktadır.

İnsanlar veya insan embriyosu üzerinde yapılabilecek genetik tasarımlar, birçok ülkede gelecek nesillere aktarılabileceği ya da diğer genlere zarar verilebileceği endişesiyle yasak. Bu sebeple He Jiankui hapis ve para cezası aldı. Öte yandan bu teknolojinin farklı alanlarda yararlanılabilecek iyi yönleri de mevcut. Örneğin bitki ıslahı ile tarımda iyileştirmeler de mümkün.

Bitkilerde yapılacak genetik modifikasyonlarla değişen iklim koşullarına, özellikle kuraklığa, çürümeye, kararmaya ve hastalıklara dayanıklı ziraat ürünleri yetiştirilebilir ve besin değerleri artırılabilir. Nüfusla birlikte artan talebi karşılamak için de mahsül verimliliğini arttırmak mümkün. Tahıl ürünlerinin dünyadaki gıda talebinin üçte ikisini oluşturduğu ve iklim koşullarının tarım üzerindeki olumsuz etkileri düşünülürse bunun
beslenme açısından da çok büyük bir gelişme olduğu ortadadır. CRISPR, gen düzenleme yöntemleri içerisinde en hızlı, kolay ve düşük maliyete sahip yöntem olarak büyük bir potansiyel vadetmektedir.

CRISPR-Cas9 Nasıl Çalışır?

Moleküler makas da denilebilecek Cas9 enzimi DNA zincirini kesmek için kullanılır. Virüsler bir hücreyi enfekte ettiklerinde DNA’larını o hücreye aktarırlar. Cas proteinleri,aktarılan virüs DNA’sının bir kısmını keserek çıkarır ve bakteri DNA’sının CRISPR bölgesine ekler. Bu bölgenin kimyasal olarak fotoğrafını çeken Cas proteinleri, bir RNA kopyasını (rehber/ guide RNA) oluşturarak Cas9 enzimine bağlar. Cas9 enzimi bir muhafız gibi hücre içerisinde dolaşır ve virüs bir daha bulaştığında DNA’sından onu tanıyarak hemen yok eder. En önemli noktalardan biri, bu bilgiler kalıtsal olarak sonraki nesillere aktarılmaya devam eder. 2012 yılında iki bilim insanı bu yöntemi başka DNA’larda da kullanmanın bir yolunu buldular. İmla hatasını düzeltir gibi genleri düzenlemek mümkün hale geldi. Bakteri dünyasını kenara bırakacak olursak laboratuvarda bu yöntem şu şekilde işlemektedir: Düzenlenmek istenen gene uygun rehber RNA oluşturularak Cas9’a bağlanır, bu sayede Cas9 doğru geni bularak keser. Kesilen bölgedeki gen de silinebilir ya da yeni bir DNA dizisi yerleştirilebilir. Bu sayede her gene müdahale edilebilmekte ve genetik kaynaklı neredeyse tüm hastalıkların tedavisi mümkün hale gelmektedir. Örneğin kistik fibrozis, beta talasemi, orak hücreli anemi ya da Huntington hastalığına sebep olan mutasyonlar düzeltilebilir. Genetik kaynaklı nadir hastalıkların %89’unun CRISPR sayesinde tedavi edilebileceği tahmin edilmektedir. Tüm canlılar üzerinde uygulanabilir olması sayesinde sadece insanlarda ve bitkilerde değil, hastalık yayan sineklerde de değişiklik yapılması olanağı sağlamaktadır. Örneğin sivrisinekler üzerinde uygulanarak sıtma yayması engellenebilir. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılacak olan deneylerin öncesinde etik kurulu tarafından incelenmesi ve onay alması gerekmektedir. Uzun vadeli sonuçları bilinmediğinden, hala gelişmesi gereken bir teknolojidir.

Kaynakça

• Henle, A., 2019. How CRISPR lets you edit DNA – Andrea M. Henle. [online] TED-Ed. Available at: <https://ed.ted.com/lessons/how-crispr-lets-you-edit-dna-andrea-m-henle>.
• Özcan, B., 2022. Genetik alanındaki en büyük keşif Nobel ödülü aldı: CRISPR-Cas9 nedir? – Barış Özcan. [online] Barış Özcan. Available at: <https://barisozcan.com/genetikalanindaki-en-buyuk-kesif-nobel-odulu-aldi-crispr-cas9-nedir/>.
• Doudna, J., 2022. How CRISPR lets us edit our DNA. [online] Ted.com. Available at:
<https://www.ted.com/talks/jennifer_doudna_how_crispr_lets_us_edit_our_dna>.
• BBC News Türkçe. 2022. Dünyada ilk kez embriyoların genlerini değiştiren Çinli bilim insanına 3 yıl hapis cezası – BBC News Türkçe. [online] Available at:
<https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50945821>.
• BBC News Türkçe. 2022. ‘Dünyanın ilk genetik tasarımlı bebekleri Çin’de doğdu’ – BBC News Türkçe. [online] Available at: <https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46341694>.
• Bilimteknik.tubitak.gov.tr. 2022. Nobel Kimya Ödülü 2020 Yaşamın Kodunu Yeniden Yazmaya Yarayan Bir Araç: Genetik Makas. [online] Available at:
<https://bilimteknik.tubitak.gov.tr/system/files/makale/nobel_0.pdf>.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/genetik-kodlama-crispr-teknolojisi/feed/ 0
Uluslararası Hukuk Açısından Doğu Akdeniz ve Türkiye https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-acisindan-dogu-akdeniz-ve-turkiye/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-acisindan-dogu-akdeniz-ve-turkiye/#respond Tue, 11 Oct 2022 16:41:39 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=7770 Özet

Geçmişten günümüze Türk dış politikası incelendiğinde 1571’den İngiltere’nin ilhakına kadar Türk hakimiyetinde olan Kıbrıs daha sonraki süreçte giderek önemini artıran bir başlık haline gelmiştir. Küreselleşen dünyada artan enerji ihtiyacı ve enerji üretim maliyetleri devletleri yeni alternatif kaynaklar aramaya ve mevcut kaynakların hakimiyetini korumaya yöneltmiştir. Doğu Akdeniz bölgesinde bulunan yeni enerji yatakları Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin bölgeye olan ilgisini yeniden canlandırmış, uluslararası enerji şirketlerinin de faaliyet göstermek istediği başlıca alanlardan biri haline gelmiştir. Bu makalede Türk dış politikasında önemli konulardan biri olan Doğu Akdeniz ve enerji politikaları uluslararası hukuk ve karşılıklı bağımlılık perspektifinden incelenecektir.

Giriş

Akdeniz’in kontrolü açısından stratejik bir öneme sahip olan Kıbrıs adası 1571 yılında Osmanlı-Venedik savaşı sonucunda Türk hakimiyetine girmiştir. 1878’de Osmanlı-Rus savaşının ardından İngiltere’ye kiralanan ada Birinci Dünya Savaşı sırasında 1914’te İngiltere adayı ilhak etmiştir. 1925’te kraliyet kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta Rumlar Enosis isyanları başlatmış adadaki Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Türkiye’nin girişimleri ile uluslararası alanda başarılı bir diplomasi yürütülerek 1959’da adada bir devlet kurulsa da bu devlet uzun ömürlü olmamıştır. Rumların artan saldırıları ve adada yaşanan insan hakları ihlalleri sonucunda 1974 yılında Kıbrıs Barış harekatı yapılmıştır. 1983 yılında ise KKTC devleti kurulmuş günümüzde de giderek önemini koruyan bir bölge olarak varlığını sürdürmektedir.

Uluslararası hukukta devletlerin ülke kavramı tanımlanırken hava, kara ve deniz olmak üzere sınıflandırma yapılmaktadır. Devletler egemenlik haklarını üç alanda da korumak ve egemenlik haklarından doğan yetkileri kullanmak istemektedir. Doğu Akdeniz’de konumu nedeniyle günümüzde önemli enerji kaynaklarına sahip olan Kıbrıs bu bağlamda Türkiye’nin dış politikasında da önemli bir yere sahiptir. Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye uluslararası hukuka dayanarak Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak istemektedir. Doğu Akdeniz Türkiye açısından önemli olduğu kadar ABD, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerinde ticaretinde yer alan güzergahlardan biridir. Deniz ticaretinde uluslararası “deniz trafiğinin %30’u petrol taşımacılığının %25’i Akdeniz’den geçmektedir” (Canyaş, Kocakuşak, Canyaş, 2013, s.115). 2000’li yılların başında hidrokarbon kaynaklarının önem kazanması ile birlikte Doğu Akdeniz enerji açısından da ön plana çıkmıştır. “ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi verilerine göre Doğu Akdeniz’deki Levant ve Suriye kıyılarına yakın bölgelerde 3.5 trilyon metreküp doğalgaz ve 1.7 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır” (Anadolu Ajansı, 2019).  Avrupa’daki ve Türkiye’deki yıllık ortalama doğalgaz tüketim verileri dikkate alındığında “Doğu Akdeniz’deki mevcut rezervler Türkiye’nin 575 yıl, Avrupa’nın ise 30 yıllık enerji ihtiyacına karşılık gelmektedir” (Kaya, Kütükçü, 2016, s.143).

1.Uluslararası Deniz Hukuku ve Doğu Akdeniz

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının keşfinden sonra uluslararası alanda ortaya çıkan problemlerden biri kıyıdaş devletlerin rezerv paylaşımıdır. Uluslararası deniz hukukunda başlıca kural bir deniz alanına kıyısı olan devletlerin kendi karasularında, münhasır ekonomik bölgelerinde ve kıta sahanlıklarında faaliyet gösterebilme haklarına sahip olmalarıdır. Deniz hukukuna ilişkin uluslararası alanda temel belge birçok maddesi örf adet hukukuna da kaynaklık eden 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesidir. Bu sözleşmenin 3. maddesine göre karasularının genişliği esas hatlardan itibaren azami 12 deniz milidir. 2004 yılına kadar Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından 12 millik karasuları kuralı uygulanırken, 2001 yılında bulunan yeni enerji kaynaklarının da etkisiyle “2004 yılında hem 24 millik bitişik bölge hem de 200 millik münhasır ekonomik bölge ilan edilmiştir” (Başeren, 2010, s.11). Rum Yönetimi kendi içerisinde deniz alanlarına ilişkin yasayı çıkarmadan da önce Mısır, İsrail, ABD’nin sondaj çalışmalarına izin veren faaliyetlerde bulunmuştur. Rum yönetimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni adada yok sayarak adanın tek temsilcisi gibi Uluslararası Hukuka aykırı eylem işlemektedir.

Türkiye’nin deniz hakimiyet alanı dikkate alındığında “ipso facto ve ab inito kıta sahanlığına sahip olduğu” (Başeren, 2010, s.28-29) tezinden hareketle, güney kıyılarımızın karşısında Mısır kıyılarının olduğukıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınır kuralları uygulanarak orta hattın Mısır ile çekilip Güney Kıbrıs Rum Yönetimine de az bir deniz alanında kullanım hakkı tanınmalıdır. Hakça ilkeler göz önünde bulundurulduğunda Rum Yönetimi iddiaları ortadan kalkmaktadır. Türkiye’nin “kıyı şeridi uzunluğu 656 mil iken, Rum Yönetimi’nin kıyı şeridi uzunluğu ise bu bölgede 32 mildir” (Pazarcı, 2015, s.195). Diğer yandan adada meşru bir devlet olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de deniz egemenlik hakları göz ardı edilemez. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 2005 yılında yaptığı karasuları kanununa dayanarak TPAO’ya 13. parselde arama yetkisi vermiştir.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının kullanımını meşru hale getirebilmek için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Lübnan ile Rum Yönetimi arasında münhasır ekonomik bölge sınırlandırma anlaşması yapılmış ayrıca diplomatik ilişkilerimizin yakın dönemde çok iyi olmadığı Suriye ile de böyle bir anlaşma yapılabileceği gündeme gelmiştir. 2003 yılında ise Güney Kıbrıs ve Mısır arasında da yine bir deniz yetki alanı antlaşması yapılmıştır.

Türkiye’yi ilgilendiren başka bir gelişme ise 6 Ocak 2020 tarihinde Yunanistan ile Mısır arasında Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin de hak talep ettiği bölgeleri de içeren münhasır ekonomik bölge sınırlandırma antlaşmasının imzalanmış olmasıdır. Aslında bu antlaşmanın zamanlaması oldukça dikkat çekicidir. Türkiye’nin Yunanistan açısından “Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile 28 Kasım 2019’da imzaladığı deniz yetki alanı antlaşması” (Acer,2020, s.15) ve bölgede önemli bir güç olmak isteyen Mısır açısından Türkiye’nin Libya hükümeti ile yakın ilişkiler kurması Yunanistan ve Mısır’ı harekete geçirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Mısır ve Yunanistan arasında yapılan bu antlaşma üzerine yaptığı açıklamada

Yunanistan ile Mısır arasında deniz sınırı bulunmamaktadır. Bugün imzalandığı açıklanan sözde deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması Türkiye için yok hükmündedir. Bu anlayışımız sahada ve masada ortaya konacaktır. Sözde sınırlandırılan alan, Birleşmiş Milletler’e de bildirilen Türk kıta sahanlığı içinde yer almaktadır. 2003 yılında GKRY ile imzaladığı anlaşma ile 11.500 km2’den vazgeçen Mısır, Yunanistan’la bugün imzaladığı bu sözde anlaşma ile de yine deniz yetki alanı kaybına uğramaktadır. Bu anlaşmayla Libya’nın hakları da gaspedilmeye çalışılmaktadır.Türkiye’nin, sözkonusu alanda herhangi bir faaliyete izin vermeyeceği ve Doğu Akdeniz’de ülkemizin ve Kıbrıs Türkleri’nin meşru hak ve çıkarlarını kararlılıkla savunmaya devam edeceği kuşkusuzdur. (Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 2020, https://www.mfa.gov.tr/no_-165_-yunanistan-ile-misir-arasinda-sozde-deniz-yetki-alanlari-anlasmasi-imzalanmasi-hk.tr.mfa) ” ifadelerine yer verilmiştir.

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Mısır, Yunanistan, Lübnan, Suriye, İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi devletleri ile egemenlik mücadelesi verdiği açıktır. Ayrıca bu devletler kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri alanlarda ABD, Fransa, İtalya gibi devletlerin uluslar arası enerji şirketlerine arama, işletme izinleri ve ruhsatları vererek Türkiye’nin ticari alanda kazanımlarını da engellemektedirler.

Sonuç

Geçmişten günümüze Türk dış politikası incelendiğinde Kıbrıs ve Doğu Akdeniz uluslararası alanda Türkiye’nin hak ve menfaatlerinin ihlal edildiği ve mücadele ettiği alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin yakın zamanlarda ilişkilerinin olumsuz etkilendiği devletler olan Mısır, Yunanistan, Suriye gibi devletlerin de diplomatik olarak Türkiye’ye karşı cephe almış olmaları Doğu Akdeniz gerilimini tırmandırmaktadır. Doğu Akdeniz’de devletlerden aldıkları ruhsatları gerekçe göstererek faaliyet gösteren uluslararası enerji şirketleri de hukuka aykırı bir eylem işlemekte olup uluslararası alanda hukuka uyma çağrısı yaparken kendileri bu alanda ikircikli bir tavır sergilemektedirler. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uluslararası hukuktan doğan hak ve menfaatlerini korumak adına bölgede hukuka uygun hareket ederek bölgesel ilişkilerini güçlendirmeli ve mevcut alanlarda faaliyetlerini sürdürmelidir. Ulusal ve uluslararası alanda deniz yetki alanları konusunda çalışacak nitelikli devlet görevlileri, hukukçular ve uzmanlar yetiştirilmeli gerekli önemler alınmalıdır.

Kaynakça

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-acisindan-dogu-akdeniz-ve-turkiye/feed/ 0
A Trial On Printing Press https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/a-trial-on-printing-press/ Mon, 03 Oct 2022 16:13:06 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=7746

How does a human being differentiate from an animal? This question can be answered in a number of ways. However, here the answer that I wanted to give is their capability to process knowledge. Since the beginning of their time on Earth, humans have been and are still producing knowledge whenever they encounter a problem to be solved or want to make things better. Nevertheless, the production of knowledge through various methods brings the problem of “storage”. How do we store what we produce? The answer to this question also differentiates and evolves throughout the history. The first examples of methods of storing knowledge are cave paintings.

Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls
Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls

As
in the Image I, those cave images
can contain information about
their surroundings, a nearby herd
or impending danger (Lascaux cave: Hall of Bulls 2019). However, as it seems, these cave paintings
can contain very scarce amount of information in comparison to other forms of storage. Later on,
hieroglyphic type of writings started to occur. Basically, there are images which have their own
meaning and by combining them afterwards, we form a sentence. The most famous hieroglyphic
writings are in Egypt and their mystery had been solved thanks to a block of stone called “Rosetta
Stone” (2022). Furthermore, alphabets started to occur and the method that we use to write today
also started to shape itself. After many historical breakthroughs, humanity has finally reached to an
era in which they use alphabets to form words and sentences. Overcoming the writing problem by
inventing alphabets was indeed a huge breakthrough, however, now there is this question of
“storing” those written materials. There had been a lot of trials with a plenty of writing material
variations. Good and quality materials could last so many years but their prices make writers and
scribes unable to produce more, such as parchment which comes from Anatolia, Pergamon, or
animal bones. Cheap and less quality materials, such as huge plant leaves or wood, could be an
affordable choice but their longevity is not something we admire today. After its long journey from
China, paper finally reached to Baghdad around 800 (Paper, 2020) and through that way, the paper
finally reached to Europe.

Before the invention of practical and convenient printing press, all of the books were copied by scribes by hand.

Image II: Ahmet Karahisari’s Calligraphy (2022)

Uninterestingly, this was dreadfully slow process. It is widely estimated that a Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls scribe could only write 20 books in his lifespan, which is inexplicably low in comparison to printing press. However, there we need to pay tribute those scribes because of the work that they undertook. In the absence of them, we would have never known about the scholars, roots of sciences that we deal with today.

Printing press was not an unknown idea in the Middle Ages. This invention has its roots to China, way before than the invention of Johannes Gutenberg. However, their ineffectiveness and enormous require for labour made them out of favour. Since they wear out easily, they could not press big volumes of books or materials. Johannes Gutenberg, a talented blacksmith and entrepreneur, did a tremendous job by imagining a movable type and executing this dream. If we were to answer why the printing press did not enhanced in China but in Europe, we need to scrutinise Europe’s history back then. Although it is another essay’s topic, the foundation and background of flourish of the printing press in Europe lies in religion. In the 15th century, religious unity started to scatter because Martin Luther has sown dragon’s teeth amongst people and make them question the authority of the Church. This religiously unstable environment has given birth to severe debates amongst scholars and to spread their ideas and opinions out, scholars and the Church started to use the printing press, and the rest is history.

Whereas the so-called late arrival of the printing press to Islamdom needs to be spoken of it. It is widely accepted that presence of printing press in Ottoman lands comes from Jews who were rescued from Spain (Beydilli, 2003). The reasons why Jews adopted printing press so quickly are plenty but there are two fundamental reasons for supporting printing press: the first is that since hand-written books can easily disappear or soak up moisture and become completely useless or be burned, it is inexplicably good to have a lot of copies of them. The second is a little bit more Image II: Ahmet Karahisari’s Calligraphy (2022) religious. Starting from 12th century, Jews had always been persecuted by Christians and their holy books occasionally were being collected and burned. Because of this application, there arose the problem of preserving their religious materials. Because all of these, they tended to look printing press very positively and even say “ Those whoever speak against printing press shall suffer from this sin.” (Meral, 2020)

Although its reason remains vague, in the reign of Beyazid II, in 1485, a ban was issued by
the sultanate to carry and obtain printed material, which afterwards reapproved by Selim I, and this
ban, with admirable efforts of Yirmisekiz Mehmet Çelebi and his son, Said Efendi, was lifted for
only non-religious books (Pedersen, 2018). The first printing press was established under the
supervision of İbrahim Müteferrika, also known as Basmacı İbrahim Efendi (Afyoncu, 2000). The
first works printed by İbrahim Müteferrika tell us about the underlining aim of that press. When we
look at the first ever printed materials, we can see maps and books related to geography, alongside
with the groundbreaking book of Katip Çelebi, Cihannüma. So, as Mermutlu indicates in his article
(2008), employing the printing press in Ottoman lands is not a Westernisation process, on contrary,
it was a probable answer to the West. The reason for telling this is that maps and geography books
are military-oriented materials and if we take the military conditions of this era into consideration,
they thought that they can use the printing press and its opportunities to overcome the difficulties
that the West caused. The printing press that İbrahim Müteferrika established had continued its
journey for a long time. Although Pedersen (2018) claims that this printing press was closed in
between 1745-83, Afyoncu says that the press was closed for only one year because of the outbreak
of the Patrona Halil Uprising. Later on, in 1803, even though its reason remains unknown, by the
publication of “Risale-i Birgivi”, a book related to the Islamic Creed, the ban on printing religious
books was lifted de facto. (Candan, 2011)

Furthermore, we need to talk about the delay in the arrival of the printing press to the
Ottoman Empire. There are plenty of scholars who claim that this “neglect” or “carelessness” about the printing press is the reason why the Ottomans retreated in a lot of fields. However, to not read the history from today’s reality, we need to ask the question of “Did Ottoman Scholars need this kind of spread of books?” As Edward William Lane, a famous translator of Arabic and lexicographer, narrates that Muslims of those times were afraid of possibility for the name Allah to lose its purity if they print it so quickly and also they were afraid of that if they print and make books cheap, evil-minded individuals could try to detriment books and related studies (Pedersen, 2018). However, as I showed before, did they need to print these books? According to Nil Pektaş, Ottoman court was not interested in printing an official edition of Quran or hadith collections or celebrated tafseer books (2015) Also there was another aspect that needs to be taken into consideration, workers involved with book writing. A visitor of İstanbul, Luigi Fernando Marsigli, estimates that there were 80,000 workers were involving in the manuscript production, just in İstanbul alone (Pektaş, 2015). As I said before, there was a religiously unstable environment in Europe and they employed printing press as a medium to spread their ideas. However, if we look at corresponding times of the Ottoman Empire, it is impossible to see that kind of religious debates.

As expressed above, the history of printing press is very complicated and related to other
parts of world history. Due to its invention and wide use, a lot of people lost their jobs and a lot of work fields such as scribe had disappeared. What about its future? We are in an era in which printing technology is threatening not just one field but numerous. From producing small toys in our homes to constructing actual houses, 3D printing technology is shaping our now and future. Alongside with the 3D printing technology, we are experiencing a revolution of smart devices by which people get the knowledge they want. Although the printing press sits on a firm and stable throne, this idea of “online reading” or “screen-reading” will surely affect, or even harm the longlasting reign of the printing press.

 

References

]]>
Açlığın Mucizesi: Otofaji https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/acligin-mucizesi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/acligin-mucizesi/#respond Fri, 12 Aug 2022 21:24:42 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=7442 Bugün bedenimiz için basit ancak aklımız için çok ilginç bir kavramı inceleyeceğiz. Bu kavramı vücudumuzun kendi kendini sindirmesi olarak özetleyebiliriz. Yanlış okumuyorsunuz, Yunanca kendi anlamına gelen ‘-oto’ ve yemek anlamına gelen ‘-faji’ kelimelerinden oluşan otofaji, kelime anlamı olarak kendi kendini yemek anlamına gelir ve sanıldığının aksine sağlıklı bir beden için hepimizin ihtiyaç duyduğu temel bir mekanizmadır.
Oruç, aralıklı oruç veya aralıklı açlık gibi kavramlara hayatınızda yer veriyorsanız otofajiye zannettiğinizden fazla aşinasınız demektir. Bu yazıyla birlikte uyguladığınız kontrollü açlıkların altlarında yatan mekanizmaları anlayacak ve sağlığınız için ne kadar önemli olduklarını göreceksiniz. Öyleyse 2016 yılında Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi’ye Nobel ödülünü kazandıran çalışmasıyla açığa çıkarılan bu kavramı detaylı incelemeye başlayalım.

HÜCRELER VE YAŞAM-ÖLÜM DENGESİ

Vücuttaki sistemlerin organlara ayrılıp iş bölümüyle çalışması gibi hücre içindeki sistemler de hücrelerimizin organları olan organeller tarafından iş bölümüyle çalışır. Bedenimiz için hayati olan sindirim, boşaltım, solunum gibi temel faaliyetler her hücremiz için de ayrı ayrı temel ihtiyaçlardır ve bu faaliyetlerden tek biri dahi eksikken hücre yaşayamaz. İçindeki hücreler ölen dokular da canlılığını yitirir ve en nihayetinde içindeki doku ölen organlar da.
Bu faaliyetlerden biri olan homeostazinin (Canlılık içerisindeki mekanizmaların dengede olma durumu) çok önemli bir parçası olan degredasyon (yıkılma), yaşayan hücreler için gereklidir ve lizozom isimli organel tarafından yürütülür. Lizozomu keşfederek 1974 yılının Nobel ödülüne layık görülen Belçikalı bilim insanı Christian de Duve yeni keşfi olan lizozom için “hücrenin intihar torbası” demiştir. Bu tanıma oldukça uygun olarak lizozom hücrenin içinden veya dışından gelen çok çeşitli atıkları parçalayarak ortadan kaldırma yetisine sahiptir. Materyalin gelişine ve boyutuna göre farklı mekanizmalar işler; hücre dışından gelen materyaller çoğunlukla fagositoz ve endositoz olarak isimlendirilen parçalama mekanizmaları ile lizozoma ulaşırken hücrenin kendisine ait olanlar otofajiyle imha edilir, daha doğru tabirle geri dönüştürülür.

OTOFAJİ NEDEN ÖNEMLİDİR?

Geri dönüşüm burada özellikle kritik bir anlam taşır çünkü otofaji sürecinde parçalanan maddelerin atıklarıyla yeni hücresel bileşenler oluşturulur, hücrenin açlık ihtiyacı giderilir ve enerji üretimi sağlanır. Buna karşılık parçalanan maddeler çoğunlukla patojenler (hastalık yapıcılar), hasarlı veya ölü organeller, oksitlenmiş lipidler ve protein agregatları (tehlikeli protein atıkları) gibi ya işlevini yitirmiş ya da işleviyle hücreye zarar veren organik maddelerdir. Yani otofaji, hücrenin kendisi için zararlı olan maddeleri yıkarak parçalarını kendi avantajı için kullanabildiği bir mekanizmadır.
Sadece lizozomun işleyişini düzenleyen lizozomal genlerdeki mutasyonlara, eksikliklere ve bozukluklara dayandırılan elliden fazla farklı hastalık tanımlanmıştır. Bu hastalıklar dışında hepimizin bildiği kanser, obezite ve diyabet gibi yaygın hastalıkların çoğunda da lizozomun çalışmasının önemli bir yeri olduğu ortaya konmuştur. Öyle ki otofaji tümör oluşumu sırasında tümör baskılayıcı olarak çalışabildiği gibi, belirli kanserlerde hayatta kalmayla ilişkilendirilmiştir. Yine birden fazla çalışmayla otofajinin yaşlanmanın getirdiği negatif fenomenleri azalttığı kanıtlanmış ve bu şekilde sağlığımızı koruyabilmemiz için çok önemli olduğu gözler önüne serilmiştir.

OTOFAJİ NEDEN OLUR?

Otofajinin gerçekleşebilmesi için bir tetikleyiciye ihtiyaç vardır. Bu tetikleme bazen hasar görmüş bir makromolekül oluşumu, bazen oksidatif stres ve çoğu zaman açlıktır. Açlık gibi stres durumlarında hücreler normalde besinleri yıkarak elde ettikleri ve yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları enerjiyi bulamazlar; bu enerji açığını kapatabilmek için ise içlerindeki çok eski protein veya hasarlı organel gibi ihtiyaç duymadıkları veya en az ihtiyaç duydukları maddeleri yıkarlar.
Açlık durumu devam ederse hücreyi ölüme götürür çünkü hayati olmayan hasarlı moleküller bittikten sonra hücre sırasıyla hayati olan maddeleri de yıkmaya başlar. Açlık/stres durumunun süresine göre tamamen ölen hücreler olacağı gibi, bu durumda da ilk önce ölen hücreler en zayıf hücreler olacaktır, hücre kaybı yaşamadan sadece hasarlı maddelerden kurtulmak da mümkündür. Tekrar besin varlığına giren hücre bu yıkım sürecini durdurur ve eskimiş/hasarlı maddelerinden kurtulmuş olarak yaşamına devam eder. Ölen hücre miktarı fazla olan dokular kendilerini onarmak için yeni hücreler oluştururlar, böylece eski zayıf hücrelerinin yerini genç ve güçlü hücreler almış olur. Elbette çok uzun süren açlık gibi streslerde geri dönülemez doku kayıpları da yaşanabilir.

MEKANİZMA NASIL İŞLER?

Otofaji beş temel aşamadan oluşur. Öncelikle tetikleyicinin başlattığı sinyal ile fagofor isimli zarsı bir yapı oluşmaya başlar. İkinci aşamada bu yapıya daha fazla lipid (yağ) katılarak yapının genişlemesini sağlar ve bu sırada hasarlı maddeleri içine alır. Fagoforun genişlemesiyle birlikte yapının iç ve dış katmanları birleşir ve iki katmanlı otofagozom isimli veziküller, yani zardan oluşan kapalı hücre içi keseler oluşur. İçinde hasarlı maddeleri barındıran bu kesecikler memelilerde hücre içindeki lizozoma giderek onunla birleşir. Lizozomda bulunan altmış çeşit hidrolitik enzim (su ile parçalama yapan enzimler) yardımıyla önce otofagozom sonrasında da içindeki hasarlı madde yıkılır ve ortaya çıkan yapı taşları ile yapılacak olan yeni molekül sentezlenir veya hücre onları enerji üretimi için kullanır. Sonuç olarak hücre onarımı ve yenilenmesi için çok kıymetli olan otofaji tamamlanmış olur.
Düzenli ve kontrollü açlıklarla Parkinson gibi nörodejeneratif hastalıklara, yaşlanmaya ve çeşitli kanser türlerine sebebiyet veren zararlı maddelerden korunabileceğimizi ve bunun altında yatan mucizevi mekanizmayı inceledik. En basit tarifiyle hücrenin kendi kendini yemesi olarak tanımlayabileceğimiz bir mekanizmayı… Sağlığımız için düzenli aralıklarla uygulayacağımız kısa süreli açlıklarla bu mucizevi mekanizmayı destekleyebilir ve vücudumuzdaki hücre yenilenmesini destekleyebiliriz.

KAYNAKÇA

1- The Nobel Prize in Physiology or Medicine, NobelPrize.org
2- Aynur Karadağ, Otofaji:Programlı hücre ölümü, 2016, Ankara sağlık hizmetleri dergisi cilt: 15 sayı: 5
3- Narin Liman,Duygu Cemre Suna,Hücre Koruyucu Bir Mekanizma:Otofaji, 2017, Sağlık bilimleri dergisi 26: 275 – 281
4- Yasemin Şahin, Dilara Akcora Yıldız, Memeli Hücrelerinde Otofajinin Moleküler Mekanizması, 2017, MAKÜ Sag. Bil. Enst. Derg., 5(2):205-218
5- Andrea Ballabio,The awesome lysosome,2016, EMBO Mol Med (2016) 8: 73-76

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/acligin-mucizesi/feed/ 0
Vücudumuzun Moleküler Muhafızları: Bağışıklık Sistemi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/vucudumuzun-molekuler-muhafizlari-bagisiklik-sistemi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/vucudumuzun-molekuler-muhafizlari-bagisiklik-sistemi/#respond Thu, 07 Apr 2022 08:19:15 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5987 İnsanlar hayatları boyunca ağır ve hafif birçok hastalık geçirir. İyileşme sürecinde vücudumuz büyük bir savaş verir. Vücudumuzda bulunan bu savunma sistemi nasıl işler? Bağışıklık nasıl kazanılır? Vücut kendine saldırır mı? Bu yazımızda bağışıklık sistemini oluşturan mekanizmayı tanıyarak sağlığımızı etkileyen tehditlere karşı vücudumuzun kendini nasıl koruduğunu ele alacak ve bağışıklığı etkileyen temel konulara değineceğiz.

Bağışıklık Nedir, Mikropları Nasıl Tanır?

Vücudumuzun iç ortamı; bakteri, mantar, virüs gibi mikroorganizmaların yaşamsal faaliyetlerini devam ettirmeleri için oldukça uygun bir ortamdır. Çünkü mikroorganizmalara ihtiyaç duydukları korumayı, ısıyı ve besini sağladığı gibi bir yerden başka bir yere gitmelerini de kolaylaştırır. Bu sebepten canlılar patojen dediğimiz hastalığa sebep olan etkenlere ya da zararsız ama vücuda yabancı hücrelere karşı bir savunma sistemi geliştirmiştir. Bu sisteme bağışıklık sistemi denir. Bağışıklık sisteminin vücudu savunabilmesi için vücuda ait olmayan şeyleri tanıyabilmesi gerekir. Bunun için görevlendirilen reseptör moleküller yabancı organizmanın veya hücrenin moleküllerine bağlanarak yabancı olup olmadığının anlaşılmasını sağlar. Yabancı moleküle bağlanan reseptörler vücudun savunma sistemini harekete geçirerek karşı tepki oluşturur.Doğal bağışıklık ve kazanılmış bağışıklık olmak üzere bu tepkiyi sağlayan iki tür bağışıklık vardır.

Doğal Bağışıklık

Doğal bağışıklık vücudumuzun mikropları soysal olarak tanıdıkları, anlık ve kısa süreli korumadır. Az sayıda reseptör kullanarak birçok patojenin sahip olduğu ortak özellikleri tanır.

Savunma sisteminin ilk hattında vücut bir yabancıyla karşılaşırsa ilk olarak doğal bağışıklık hızlı bir şekilde devreye girmektedir. Bu aşamada deri, göz, ağız, burun gibi yapılar ve salgılarıyla patojenin vücut içerisine sızmasına engel olunur. Eğer patojen içeri sızarsa savunmanın ikinci hattı devreye girer ve o mikroba özel olmayan, genel bir savaş başlatılır. Fagositik hücreler, doğal katil hücreler, antimikrobiyal proteinler, yüksek ateş ve yangısal tepki ile savunma yapılır. Fagositik hücreler patojeni yiyerek yok eden hücrelerdir. Doğal katil hücreler enfekte olan hücreleri ve kanser hücrelerini fark ederek bunların yok edilmesi için reseptörler salgılar. Bu hücreler doku ve organ nakillerinde vücudun nakli reddetmesine sebep olabilmektedir.Antimikrobiyal proteinler yani interferonlar enfekte olmuş hücrelerden ve bazı akyuvarlardan üretilir ve çevresindeki hücrelere sızarak patojenin bu hücrelerde çoğalmasını engelleyen maddelerin üretilmesini sağlar. Böylece grip gibi enfeksiyonların vücuda yayılmasına engel olur. Ayrıca fagositoz hücrelerini uyararak mikropların yok edilmesine yardımcı olur.38,5 – 39°C ateş orta düzeydedir ve mikropların çoğalmasını durdurarak, interferonlar ve fagositik hücrelerin daha etkili çalışmasını sağlayarak savunmaya yardımcı olur. Fakat 40 – 43°C yüksek ateş vücuttaki enzim yapısını bozarak vücuda zarar verir. Yangısal tepki canlı dokunun zedelenmeye karşı verdiği şişkinlik, ağrı, kızarıklık, sıcaklık artışı gibi tepkilerdir. Örneğin elimize kıymık battığında hissettiğimiz rahatsızlık yangısal bir tepkidir. Derimizde bir kesik oluştuğunda ve mikrop kaptığında bölgedeki kılcal kan damarları genişler ve kan miktarı artırılarak histamin salgılanır. Histamin sayesinde kılcal damarların geçirgenliği artar ve akyuvarlar damarlardan çıkarak mikropları etkisiz hale getirir.

Doğal bağışıklığın tüm bu savunma yöntemlerine rağmen, çeşitli adaptasyonlar geliştirmiş olan bazı patojenler fagositik hücrelerden kaçma yeteneğine sahiptir. Bazı bakteriler dışındaki kapsül sayesinde tanınmaktan ve fagositik hücreler tarafından yok edilmekten korunmaktadır. Lizozom enzimiyle yok edilmek için konakçı hücre içerisine alınan bazı bakteriler ise (ör. Tüberküloz (Verem)) parçalanmaya direnir ve doğal bağışıklıktan saklanarak çoğalır ve gelişir. Bunlar gibi, patojenlerin vücutta gizlenmesine yardımcı olan mekanizmalar bazı mikropları ve mantarları önemli tehditler haline getirmektedir. Dünya çapında her yıl Verem sebebiyle bir milyondan fazla kişi ölmektedir.

Kazanılmış Bağışıklık

Kazanılmış/ edinilmiş bağışıklıkta vücut daha önce tanıştığı yabancıya ona özgü reseptörleri ile saldırır. Patojene maruz kalınarak geliştirilir ve bu sayede patojenlerin belirli moleküllerinin özel bölümlerini tanıyabileceği bir reseptör kataloğu oluşturur. Doğal bağışıklığa kıyasla daha yavaş tepki gösterir ve birinci ve ikinci savunma hattını geçen mikroplarla humoral (sıvısal) ve hücresel olarak savaşır. Bu savaşta lenfosit adı verilen bağışıklık sistemi hücreleri kullanılır. Lenfositler sadece patojenleri değil, yukarıda bahsettiğimiz doğal katil hücreler gibi, kanser hücrelerini ve nakledilmiş olan doku veya organları da yok etmeye çalışır. Vücudumuzdaki her hücre gibi, lenfositler de kemik iliğinde bulunan kök hücrelerin farklılaşması ile oluşmaktadır. Kazanılmış bağışıklıkta savaşçı olarak B ve T lenfositleri kullanılır ve bu lenfositler yabancı maddelere karşı savunma proteinleri oluşturur. Bu yabancı maddelere antijen, savunma proteinlerine ise antikor adı verilir. Antikorlar reseptörleri sayesinde, karşılaştıkları karşılıklı uyuma sahip antijenleri tanırlar.

Vücutta ilk kez bir antijenle karşılaşan B ve T lenfositlerinden uyumlu olanlar çoğalmaya başlar. Bunların bir kısmı kısa ömürlü tepkilere sahip plazma hücrelerine dönüşür ve bu hücrelerin oluşturduğu tepkiye birincil bağışıklık denir. Bir kısmı da uzun ömürlü hafıza (bellek) hücrelerine dönüşür. Bellek hücrelerinin daha sonra aynı antijenle karşılaştığında oluşturduğu tepkiye ise ikincil bağışıklık denir. Bu bağışıklıkta tepki daha güçlü ve kısa sürede verilir çünkü hastalık etkeni daha önceden bellek hücreleri tarafından tanınmıştır. Tepkiler humoral (sıvısal) ve hücresel olarak iki şekilde gerçekleşir. Humoral savunmada oluşturulan antikorlar kana karışarak dolaşım yoluyla diğer hücrelere yayılırken, bellek hücrelerine dönüşen B-lenfositleri aynı mikropla tekrar karşılaştığında o mikrobu yok eder. Böylece bir kere geçirdiğimiz bazı hastalıkları bir daha geçirmeyiz. Humoral savunma, tifo ve difteri gibi hastalıklara karşı en etkili savunma yöntemidir. Hücresel savunma ise T-lenfositlerinin antijene doğrudan müdahale etmesiyle gerçekleşmektedir.

Bağışıklık Nasıl Kazanılır?

Doğal bağışıklık kalıtımsal yolla, türe ve ırka özgü olarak doğuştan gelen vücut direncidir. Bazı hayvanları etkileyen hastalıklar (ör. Sığır Vebası, Tavuk Kolerası) insanları etkilemezken, bizler için ölümcül ya da ağır hastalıklar olan çocuk felci, kızamık, frengi ve kabakulak gibi hastalıklar hayvanları etkilemez.

Kazanılmış bağışıklık ise aktif ve pasif olarak iki şekilde kazanılabilir. Aktif bağışıklık hastalığı geçirerek veya aşıyla oluşur. Hastalığı atlatsak bile bağışıklık maddeleri vücudumuzda kalabilir. Böylece tekrar aynı hastalığa yakalandığımızda savaşacak antikorlarımız hazır olur; ya hasta olmayız ya da çok hafif atlatırız. Örneğin bir kere kızamık olan birisi bir daha olmaz. Bağışıklığın aşı ile kazanılması ise hastalığa sebep olan mikroorganizmaların hastalık yapan etkenleri ya azaltılarak ya da tamamen ortadan kaldırılarak veya onların antijenlerini içeren sıvının vücuda verilmesi ile oluşur. Böylece vücut verilen toksini/ antijeni ağır hasta olmadan tanır, ona özel antikor üretir ve karşılaştığı zaman daha hızlı tepki vererek ortadan kaldırır. Aşı sağlıklı bireye uygulanır ve etkisini geç gösterse de uzun sürelidir.

Pasif bağışıklık, başka canlının vücudunda üretilen antikorların hastaya hazır olarak verilmesiyle oluşur. Pasif bağışıklık iki şekilde oluşmaktadır. Bunlardan biri serumla diğeri ise anne sütü ve plasenta iledir. Serum belirli bir enfeksiyona karşı; koyun, at, sığır gibi hayvanların kanından elde edilen antikorları içeren sıvıdır. Serum hasta bireye verilir ve verilen antikor kadar bağışıklık sağlar. Hafıza hücrelerinin oluşumunu sağlamadığından etkisi kısa sürer; bu sebepten aynı antijene ikinci kez yakalandığımızda daha güçlü cevap veremeyiz. (Bir not olarak eklemek gerekir ki, antibiyotikler bağışıklık sağlamaz ve bakterileri öldürerek tedavi eder.) Pasif bağışıklığı kazandıran diğer yol ise anne karnından ve anne sütünden, annenin antikorlarının bebeğe geçmesi ile olur.

Otoimmün hastalıklar dediğimiz bağışıklık sistemi hastalıklarında kişi kendi sağlıklı vücut hücrelerini yabancı olarak algılayarak karşı antikorlar üretir ve kendisine saldırır. Örneğin, otoimmün hücreler Tip 1 diyabette insülin üreten pankreas hücrelerine, MS hastalığında nöronların miyelin kılıflarına zarar vermektedir.

Alerji ise vücudun alerjen maddelere karşı anormal tepkiler vermesidir. Bu maddelere karşı salgılanan antikorlar mast hücrelerine bağlanır ve artan histamin salgısı ile vücutta rahatsızlık veren belirtilere sebep olur. Belirtileri ortadan kaldırmak için antihistamin içeren ilaçlar kullanılır.

 

Kaynakça

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/vucudumuzun-molekuler-muhafizlari-bagisiklik-sistemi/feed/ 0
Bir Medeniyet Tartışması: Türkiye’nin Değişen Batı Algısı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/#comments Thu, 31 Mar 2022 14:29:07 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5931 Türkiye’de Batı tartışmaları, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi itibariyle başlamış, Cumhuriyetten sonra ise yoğunlaşarak artmıştır. Tartışmaların temelinde ise Batı’nın; askeri, ekonomik, teknolojik ve siyasi alanlarda gitgide yükselen eğilimini nasıl başardığı sorusudur. Batı tartışmaları, geneli itibariyle ülkede süregelen istikrarsızlıklara çözüm bulma kaygısı tarafından şekil almıştır. Gayet tabiidir ki Batı tartışmaları aslı itibariyle tek taraflı bir “anlaşılma” sürecidir. Nitekim bu anlaşılma süreci, Batı’ya karşı zihinlerde bulunan görüşlerin bir nevi “evrimleşmesi” olarak da görülebilmektedir.

Batı dünyasının gerçekleştirdiği gelişimin anlamlandırılması süreci, 19’uncu yüzyılın başlarından günümüze kadar ülkemiz insanlarını meşgul etmektedir. Batı’nın yükselen eğiliminin anlaşılmaya çalışılması, en geniş bağlamda dünya genelinde kaç tür medeniyetin olduğu meselesi, tartışmaların başlangıç noktasıdır. Bu çerçevede tartışmalar, üç ana başlığa bölünebilmektedir.

İlk yaklaşım, dünya üzerinde “tek medeniyet” anlayışıdır. Bu anlayış, baskın olarak Batı medeniyeti ekseninde şekillenmektedir. Batılı aydınlardan, Andre Gide ve Ernest Renan gibi isimlerin “dünya üzerinde bulunan tek medeniyet, Batı medeniyetidir.” sözleri gerek Osmanlı’da gerekse de günümüzde bazı aydınlar tarafından destek görmüştür. Bu görüşe destek sağlayan ve en önemli savunucusu ise Osmanlı’daki “Batılıcılık” hareketlerinin önemli liderlerinden ve İctihad isimli dergi çıkaran Abdullah Cevdet’tir. Abdullah Cevdet’e göre tek bir medeniyet vardır ve bunu iyisiyle kötüsüyle, tatlısıyla acısıyla almamız gerekmektedir. Aksi durumda ise Batı tarafından işgal edilmemizin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir (BÜLBÜL, Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak, 2016).

Bariz bir şekilde tezahür eden ikinci yaklaşımsa, “medeniyet”i, beşeri anlayışın tüm unsurlarını içeren tek bir başlığa indirgememektir. Yani medeniyetin çeşitleri olduğu anlayışıdır. Yine dönemin önde gelen Batıcı düşünürlerinden Celâl Nuri’ye göre iki çeşit medeniyet vardır. Bunlar; medeniyet-i sınaiye(sanayi) ve medeniyet-i hakikiye (İLERİ, 1915, s. 25). Bu görüşe göre sanayi medeniyetinin tek kaynağı Batı’dır ve bundan başka medeniyet yoktur. Medeniyet-i hakikiye açısından ise Batı’nın ahlâk bakımından eksik olduğunu ve diğer milletlere zulmettiğini belirten Celâl Nuri, Japonya’nın Batı’dan sanayi medeniyetini aldığı ancak kendilerinin de medeniyet-i hakikilerini koruduklarının altını çizmiştir.  O’na göre“medeniyet-i hakikide ‘bu nokta-i nazardan’, şark, âlem-i İslâm, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın fevkindedir. … Binaenaleyh medeniyet-i hakikiyemizi terk etmek, Avrupa medeniyet-i gayr-i sınaiyesini temessül etmek şöyle dursun ahlâk ve tabayiimizi alâ halihi muhafaza etmeliyiz. Onların yine kendi dairelerinde mazhar-ı feyz-i tekâmül olmasına bakmalıyız” (İLERİ, 1915, s. 30).

Üçüncü yaklaşım ise “çoğul medeniyet”tir. Bu anlayışa göre, “medeniyet” kavramı, kültür yahut hars kavramından soyutlanarak yalnızca bir “teknik ilerleme”yle kısıtlanamaz. Yani “çoğul medeniyet” yaklaşımıdır. Medeniyetin geniş bir anlam dünyasının var olduğu çoğul medeniyet yaklaşımı, günümüzde de diğer yaklaşımlara göre daha fazla benimsendiği söylenebilmektedir. Samuel P. Huntington’un dünya üzerinde “yedi veya sekiz” (KUMRU, 2018) medeniyetin var olduğu görüşü de çoğul medeniyet yaklaşımının kabul edilebilirliğini teyit etmektedir.

Cemil Meriç’e göre medeniyet tekil bir olgu değil, çoğuldur. Meriç, İbn-i Haldun’un tabiriyle medeniyet kelimesi yerine “umran” kavramını önerir. Umran en geniş anlamıyla “içtimai hayat”tır ve kültür ve medeniyeti birlikte içermektedir (MERİÇ, 2015, s. 88). Cemil Meriç, Batı medeniyetinin evrensel bir niteliğinin olmadığını, yalnızca bir medeniyetten ibaret olduğunun altını çizmektedir. Roma ve Yunan medeniyetlerinin ise Avrupa değil, Akdeniz medeniyetleri olduğu görüşünü savunmaktadır. Kendisini insanlık tarihinin merkezi konumuna yerleştiren Avrupa, zamanı çağlara bölerek ayırmaktadır. Oysa her büyük medeniyetin ayrı bir eski çağı, ortaçağı ve yeniçağı vardır (MERİÇ, 2015, s. 114). Cemil Meriç bu çerçevede insanlık tarihinin ortak birikimini tek bir medeniyete indirgemeyerek farklı medeniyetlerin varlığına vurgu yapmaktadır.

Üç Muamma adlı eserin yazarı olan Haşim Nahit ise birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı olan toplumların medeniyetleri birbirlerine uymadığı görüşünü savunmaktadır.

Batı medeniyeti tartışmalarının başladığı Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine kadar birçok aydınların Batı’ya ilişkin değerlendirmelerinde ciddi düzeyde farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Abdullah Cevdet için Batı medeniyeti, “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” olarak ortaya atılmışken Mehmet Âkif içinse “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” benzetmesine muhatap olmuştur.

Batı’dan Ne Alınmalı? Sorunsalı

Batı’nın yükselen konumundan dolayı ortaya çıkan Batı medeniyeti tartışmalarında Batı’nın, maddi-manevi gelişmişlik özelinde sınıflandırılması yalnızca ideolojik bir bakışla değil aslında Batıdan ne alınması gerektiğiyle de alakalı olan bir sorunsaldır.

Yukarıda da medeniyet tartışmaları ekseninde gerçekleşen farklı yaklaşımları ele aldık. Meşrutiyet dönemi Batı tartışmalarında iki ana temel ve farklı yaklaşımın somutlaştığı görülmektedir. Bunlardan ilki her türlü “Avrupai” kurum, anlayış ve değerlerin bütüncül olarak “Batılaşma”sı; ikincisiyse İslâmcıların başını çektiği ve bazı Türkçülerin yanı sıra diğer farklı ideolojik tercihlere sahip birçok aydının da katıldığı, Batı’nın teknolojik gelişiminden yararlanıp kültürel alanlardaysa kendi has değerlerimize sahip çıkmayı öngören imtiyazlı “modernleşme” anlayışıdır.

Batılaşmayı öngören yaklaşım, “medeniyet”i her ne koşulda ve nedende olursa olsun bölen, ayıran yahut sınıflandıran bir bakışa karşıdır. Nitekim bu görüşte Batı, parçalanamaz bir bütündür (HANİOĞLU, 1985). Meşrutiyet dönemi İslamcılık görüşü, Batıcılıkla görüşünün tam karşısındadır. İslamcılar Batı’nın ekonomik, teknolojik ve sanayi alanlarında ki başarısını takdir etmekle beraber, kültürel ve yaşam tarzı özelindeyse de yoğun bir şekilde eleştirmektedirler. İslamcı düşünceyi savunanların önemli düşünürlerinde biri olan Said Halim Paşa’ya göre tüm hatlarıyla Batılaşma, ülkeyi anarşizme götüreceğini söylemektedir. Bu minvalde ne kadar Batılaşırsak, o kadar felaketimiz büyük olacaktır (PAŞA, 1920, s. 75).  Ancak Said Halim Paşa bununla birlikte Batı’dan yararlanılması gerektiğini kaçınılmaz olduğunun altını çizmektedir. Lakin bu yararlanma,fiili açıdan realiteden yoksundur. Nitekim yararlanılması öngörülen medeniyetin unsurlarını kendi medeniyetine de uydurarak tatbik etmekle mümkündür.

Türkiye’de deneysel sosyal psikolojik çalışmalarıyla tanına Mümtaz Turhan’a göre; Batı’ya ilişkin yaklaşımda, maddi-kültürel ayrımı konusunda Türkçülerde İslamcılardan çok farklı görüşlere sahip değildir. Her iki akım da Avrupa’dan yalnızca ilim ve tekniğin alınması ile yetinilmesi konusunda ortak bir vizyona sahiptir (TURHAN, 2015, s. 244).  Bu yaklaşımda fiili açıdan realiteden yoksun kalmıştır. Çünkü ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarında, Cumhuriyet döneminin yönetici elitlerin Türkçülüğü resmi bir görüş haline getirmesi, doğal olarak diğer görüşlerin sona ermesine sebebiyet vermiştir. O dönemden itibaren izlenilen “moderneleşme” programı, “Batılaşma” özelinde gerçekleşmiştir.Batı’nın yalnızca ilim ve fenninin alınması görüşü dışında “medeni ve modern bir ulus” anlayışı çerçevesinde “Batılı yaşam biçimi”ne has kültürel formlarda aktarılmıştır. “Modernleşeme” tanımının, “Batılaşma”yla entegrasyonu söz konusu olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi İtibariyle Batı Algısı

Bu dönem geçmiş dönemlerin aksine Batı, olumlu ve olumsuz yönleri özelinde sınıflandırılmamıştır. Ülkede çare olarak “Modernleşme” başlığı adı altında “Batılaşma” düşüncesi her alanda ağırlık kazanmıştır. Geleneksel kurum, kuruluş ve değerler lav edilerek, toplumun gündelik hayatında köklü entegrasyon sürecine girilmiştir. Değişim gösteren kültürel değişimler gitgide radikal bir “Batılaşma”ya evrilmiştir. Sancılı olarak geçen “Batılaşma” sürecindeyse, “Batı” algısı da yönetici elitlerin “Modernleşme” programının toplumsal açıdan yansımalarında değişiklik göstermektedir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008). Cumhuriyet dönemi itibariyle Batı algısı, siyasi, kültürel ve konjonktürel boyutlarıyla farklılaşması, toplumsal kutuplaşmanın hareket noktasını kesinleştirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı süreciyle beraber yaşanan kayıplar, Sevr Antlaşması, gerçekleşen işgalin ardından Yunanistan özelinde Batıya karşı verilen Kurtuluş Savaşı, toplumun Batı algısını şekillendiren yakın tarihi unsurladır. Toplumun işgaller sürecinde yaşadığı acılar ilgili hatıralarda ve zihinlerde önemli bir yerdedir. Bu süreçte özellikle Kurtuluş Savaşı’nda devlet, ulusal kimlik oluşturmada bu birikimden yararlanmıştır. Siyasal anlamda “Batı”, toplumsal hafızada; “zalim, işgalci, kötü niyetli ve tehlikeli” olarak kaydedilmiştir.

Kurulan yeni devletteki elitlerle şekillenen toplumsal bilinç, medeniyet ve kültür bağlamında anlamına karşılık gelmiş, “Batı” ise yukarıda ki anlama karşın olumlu bir nitelik taşımaktadır. Nitekim “Batı”ya, “muasır medeniyet”in beşiği anlamı verilmeye çalışılmıştır. Geçmiş dönemlerde olumlu-olumsuz bağlamda değerlendirilen “Batı”, artık bir bütün olarak tüm hatlarıyla kabul edilerek bir devlet politikası haline evirilmiştir. Bu evrimleşme neticesinde “Batı”lı bir toplum statüsü için bu değişime engel niteliğinde olan yahut algılanan geleneksel her türlü kurum ve değerler adeta devlet eliyle endoktrinasyon uygulamalarıyla tasfiye edilmiştir. Gerçekleşen endoktrinasyon uygulamalar, “Radikal Batılaşma” olarak da adlandırılan bu sürecin iki temel yansımalarından bahsedilebilir.İlki toplum özelinde gerçekleşen tepkinin bir ürünü olan içe kapanma ve reddediş şeklindeki tutumlardır. İkincisi ise “modernleşme” programının yürütülme biçimi, tersi niteliğinde aykırı bir tutumla Batı’dan kopartıcı etkisinin varlığından söz edilebilir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008).[1]

Cumhuriyet dönemi itibariyle toplumda değişimlere uğrayan Batı algısı, yalnızca devletin uygulamaları perspektifinde şekillenmemiştir. Uluslararası konjoktür nedenleriyle de Batı’yla tesis edilen ilişkilerin etkisinde oldukça büyüktür. İkinci Dünya Savaşıyla birlikte tek kutuptan, çift kutuba dönüşen küresel sistemde Türkiye, Batıya daha da yakınlaşmıştır. İlerleyen yıllarda 2000’lere gelindiğinde Türkiye, AB ile bütünleşme çalışmaları ciddi manada dönüm noktasıdır. Türkiye, AB’nin tam üyelik için sunduğu “Kopenhag Kriterleri”ni koşulsuz bir şekilde tamamına yakınını ivedilikle tamamlamıştır. Türkiye’nin AB’ye karşı tutumu “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” anlayışıyla hareket etmiştir. Ancak AB,Türkiye’ye yönelik uygulamış olduğu politikası ciddi manada farklılaşmış ve aynı zamanda Fransa ve Almanya devletlerinin başını çektiği “tam üyelik” sözleri, yerini “imtiyazlı ortaklığa” bırakmıştır. Hatta o dönemde birçok Batılı lider ve dini otorite liderleri, “Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığı” ve arada “din ve kültür farkı” olduğu söylemleriyle Türkiye ötekileştirilmiştir. Bu ötekileştirmede ise kuşkusuz Türkiye, toplumu itibariyle Batıya karşı olumsuz bir karşılığı olmuştur.

Türkiye’de, Ekim-2006 ve Haziran-2007 tarihlerinde gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasında Türk toplumuna yöneltilen, “Günümüzde Batı neyi ifade ediyor?” sorusuna ilişkin olarak katılımcıların kendi ifadeleri ve öne çıkardıkları kavramlar, olumludan olumsuza şu şekilde özetlenebilmektedir:

“Medeniyet”, “uygarlık”, “sanayi, teknoloji ve kültürel olarak gelişmişlik”, “özgürlük ve insan hakları”, “demokrasi”, “rahatlık”, “yaşam standartları”, “modern yaşam”, “sosyal hakları ve güvenceleri oturmuş bir sistem”, “eğitim düzeyinin yüksekliği”, “iş-çalışma”, “çalışma disiplini”, “eğlence”, “tatil”, “kanunların oturduğu, güçlünün güçsüzü ezmediği bir düzen”, “farklı gelenekleri, kültürleri olan ülkeler”, “farklı bir kültür”, “gelişmiş ama sorunlu”, “medeni görünen ama medeni olmayan bir topluluk”, “kendi benliğini kaybetmiş, sadece çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş bir sömürü düzeni”, “kendi menfaatleri için her şeyi yapabilen bir topluluk”, “dejenere olmuş bir ülke”, “Haçlı Seferleri”, “Batı’nın bombaları”, “sömürgecilik” “ikiyüzlülük”, “kapitalist düzen”, “esir kampı”, “ukalalık”, “soğukluk”, “kayıtsızlık”, “hiçbir şey”(BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, 2008).

Sonuç

Sonuç itibariyle Türkiye’de, “Batı”cı anlayış ile “Batı” karşıtı olarak çift kutuplu bir anlayışın varlığından söz edebiliriz. Türkiye’nin “Batı”ya karşı hayranlık düzeyinde ki bakış açısının, AB’nin Türkiye’yi kültürel bağlamda dışlayıcı politikasına binaen oldukça gereksiz olduğunun teyidi niteliğindedir. Avrupa’da yaşayan birçok insanın dini, kültürel ve ırki nedenlerden ötürü ayrımcılıkla karşı karşıya kalındığı gerçeği gözler önündedir. Ancak Batı’nın sosyal meseleler haricinde ekonomik ve teknolojik alanlardaki başarısını da hiçbir surette göz ardı edilmemesi esastır. Bu nedenle “iyisiyle kötüsüyle Batılaşmalıyız” söz ve söylemleri nasıl abesse, “biz Batılaşamayız” söz ve sözlemleri de abestir. Nitekim “Batılaşmak” kavramı, ülkemizde uygulanan anlayışın tam tersine, ekonomik, teknolojik ve de sanayi açısından gelişimi öngören bir anlam bütününe hitap etmektedir.

 

 

Kaynakça

  • ARSLAN BİLGİN. F. (2020). Ziya Gökalp ve Batı Algısı, Medeniyet ve Toplum Dergisi , 4 (1) , 100-112 .           Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1172461
  • Avrupa’da değişmeyen ben ve ‘öteki Türkiye’ algısı. (2020, Şubat 29). Intell4: https://www.intell4.com/avrupada-degismeyen-ben-ve-oteki-turkiye-algisi-haber-184483 adresinden alındı
  • BÜLBÜL, K. (2016). Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak. Ankara: Tezkire Yayınları.
  • BÜLBÜL, K., ÖZİPEK, B. B., & KALIN, İ. (2008). Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı. Ankara: SETA Yayınları.
  • HANİOĞLU, M. Ş. (1985). Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. “Batıcılık”. İstanbul, Fatih, Türkiye: İletişim Yayınları.
  • HUNTİNGTON, S. P. (1993). The Clash of Civilizations?, Foreign Affairs, Summer; Aynı makale için bkz: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/1993-06-01/clash-civilizations , E.T. Ekim 2021
  • İLERİ, C. N. (1915). İttihad-ı İslam. İslamın Mazisi, Hali, İstikbali. İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaas.
  • KUMRU, C. (2018). Huntıngton’ın “Medeniyetler Çatışması” Üzerine Değerlendirmeler. Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 603-614.
  • MERİÇ, C. (2015). Umrandan Uygarlığa. İstanbul: İletişim Yayıncılık.
  • PAŞA, S. H. (1920). İslâmda Teşkilât-ı Siyâsiye. Sebîlü’r-Reşâd, 75.
  • TURHAN, M. (2015). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Altınordu Yayınları.
  • https://www.unaoc.org/repository/report.htm , E.T. Ekim 2021

[1] Bu yaklaşıma göre, kendisini Batılı toplumlarla aynı “İbrahimi” gelenek içinde tanımlayan geleneksel/Osmanlı tarih kavrayışının resmi düzeyde terk edilerek yerine tarihi Orta Asya’dan başlatan “Türk tarih tezi”nin ikame edilmesi, aslında felsefi ve sembolik anlamda Batılı toplumlarla ortak bağın da kopması anlamına gelmiştir.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/feed/ 3
Alzheimer Tipi Demans https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/alzheimer-tipi-demans/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/alzheimer-tipi-demans/#comments Thu, 24 Mar 2022 07:00:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5951 Son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler neticesinde bir çok hastalığın tedavisinin kolaylaşması, dünya nüfusunun giderek yaşlanmasına ve nörodejeneratif patolojilerin prevalansında artışa neden olmakta, bu durum ortaya çıkan bireysel ve toplumsal yükü azaltabilecek yeni terapötik yaklaşımların geliştirilmesini gerekli kılmaktadır (Sanches ve ark.,2021).

Dünya genelinde 2019 yılında 57,4 milyon kişinin demansla yaşadığı, bu sayının 2030’da 83,2 milyona, 2050’de 152,8 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. (GBD 2019 Dementia Forecasting Collaborators, 2022) TÜİK(2021) verilerine göre ise Alzheimer hastalığından hayatını kaybeden yaşlıların sayısı 2019’da 13 bin 498’e yükselmiştir. En sık görülen demans türü olan Alzheimer hastalığı hem Türkiye hem de dünya için toplumun bütününü ilgilendiren önemli bir sağlık sorunudur (Tutuk,Bal,Doğan,Demir ve Tümer,2021).

Demans

Demans; bellek, dil, yürütücü ve görsel-uzaysal işlevler, kişilik ve davranış örüntülerinde düşüşle karakterize klinik bir sendromdur. (Weller ve Budson, 2018) Bu alanlardaki bozukluklar hastaların günlük yaşam aktivitelerine devam etmesini zorlaştırmaktadır.(Aydemir ve Kısa, 2001) Demans ,klinik olarak farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Bunlardan bazıları şu şekildedir; Alzheimer hastalığı, Lewy Cisimcikli demans, Frontotemporal demans, Vasküler demans, Diğer ender demanslar vs. (Döndü, 2014)

Alzheimer

Hastalığa ismini veren Dr.Alois ,Alzheimer’ın Frankfurt’daki akıl hastanesinde tanıştığı Auguste Deter’in semptomlarını tanımladığı olgu sunumu, hastalığın ilk nöropsikolojik profilini ortaya koymuştur. (Bondi, Edmonds ve Salmon,2017)  Alzheimer en sık karşılaşılan demans türü olarak tüm demans vakalarının %50-70’ini oluşturan (Selekler, 2010) ve yavaş ilerleyen nörodejeneratif bir hastalıktır. (Breijyeh ve Karaman, 2020). Nörodejeneratif hastalıklar, MSS’de hücre kaybı veya hasarlı hücre varlığı ile ortaya çıkar. Hücre tipine ve bulunduğu bölgeye bağlı olarak bu hasar veya kayıplar psikolojik ve davranışsal düzeyde bozukluklara neden olur.(Özpak, Pazarbaşı ve Keser, 2017).

Alzheimer için risk faktörleri şu şekilde sıralanabilir; Down sendromu, ileri yaş, genetik, cinsiyet(kadınlarda erkeklere oranla daha fazla görülmektedir),eğitim düzeyi, sigara kullanımı, diyabet, radyasyon, depresyon, kafa travması.(Şat, 2020; Uslu, 2018;)

Alzheimer tipi demansta bilişsel bozulma üç temel evrede gerçekleşir;

  • Erken evre; unutkanlık, kelimeleri hatırlayamama, yeni şeyler öğrenmede güçlük, sosyal davranışlar ve karar vermede bozukluklar ile seyreder.
  • Orta evrede; günlük işlevselliği etkileyen belirtiler, kaybolma, motor yetilerde bozukluk ve davranış problemleri gözlenir.
  • İleri evrede ise; hasta bakım verene tam bağımlı hale gelir, mesane ve bağırsak kontrolünde bozulma, farkındalık halinde kayıp ,konuşmada veya basit emirleri uygulamada zorluklar yaşanır. (Özbabalık ve Hussein 2017)

Alzheimer’da senil amioid plaklar (SP), nörofibriler yumak (NFY) oluşumu, sinaps ve nöron kaybı beyinde belirgin atrofi gibi patolojik bulgular gözlenmektedir.(İldem, 2021) Hastalığın en önemli histopatolojik belirtisi özellikle amigdala, hipokampus ve neokortekste görülen senil plak oluşumlarıdır.(Öztürk ve Karan, 2009) Meydana gelen bu bozulmalar davranışta değişikliklerin yanı sıra duygu durumda da değişikliklere neden olmaktadır. Beyindeki hücrelerin ölümü ve hücreler arası iletişimde görev alan nörotransmitterlerden biri olan asetilkolinin salgılanmasındaki azalma bu belirtilerin ortaya çıkmasında etkilidir. (Adalı, Yirün, Koçer Gümüşel,Erkekoğlu,2020)

Tanı ve Tedavi

Demansın değerlendirilmesinde; aileden, arkadaştan veya bakıcıdan alınan biliş ve işleve odaklanan tıbbi öykü, ayakta tedavi veya yatak başı bilişsel muayene, gerekirse nöropsikolojik testler göz önünde bulundurulur. (Arvanitakis, Shah ve Bennett,2019) Nöropsikolojik testler sağlıklı yaşlanma sırasındaki bilişsel değişiklikleri erken evre Alzheimer tipi demanstaki bilişsel değişikliklerden ayırt etmede önemli işleve sahiptir.(Can ve  Karakaş, 2005) 1975 yılında Folstein ve arkadaşları tarafından geliştirilen Mini Mental Durum Değerlendirme (MMSE) Testi demans taramalarında hala en sık kullanılan testtir.(Yücel,2019)

Alzheimer hastalığında, farmakolojik tedavilerde gözlemlenen yan etkilerin olmaması, yaşam kalitesini artırması ve semptomları azaltması sebebiyle farmakolojik olmayan yaklaşımlardan yararlanılmaktadır (Keleş ve Özalevli, 2018). Bu yaklaşımlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır.

  1. Müzik Terapisi:

    Müzik terapisi, yetkili profesyoneller tarafından terapötik bir ilişki içinde belirli hedefler doğrultusunda klinik ve kanıta dayalı olarak uygulanmaktadır ve genellikle herhangi bir yan etkisi olmaması sebebiyle demans hastalarında semptomları tedavi etmese de  azaltması amacıyla alternatif bir yöntem olarak tavsiye edilmektedir. (Soufineyestani, Khan ve Sufineyestani, 2021) Müzik terapisinin kaygı, depresyon gibi davranışsal semptomlarda azalmaya sebep olduğu gözlenmektedir.(Popa ve ark.,2021)

  2. Sanat Terapisi:

    Sanat terapisi kişinin ilgi alanına göre, resim yapma, cam boyama, boncuklarla takı yapma vb. yöntemler aracılığıyla bireylerde stresle başa çıkmada destek sağlamayı amaçlar (Karadağ ve Uğur, 2015). Bu yöntemin dikkat, benlik saygısı, iletişim ve duygu duruma olumlu etkilerinin yanı sıra anksiyete, ajitasyon, depresyon gibi belirtileri de azalttığı gözlemlenmiştir (Bulduk, Dinçer, Usta ve Bayram, 2017).

  3. Doğrulama/Geçerlileştirme Terapisi:

    Doğrulama terapisi hastanın gerçekliğini kabul etmeye odaklanarak olumsuz duyguları hafifletmeyi ve olumlu duyguları geliştirmeyi amaçlar (Scales,Zimmerman ve Miller,2018). Kişinin duygularını ifade etmesine odaklanan yöntem demanslı bireylerde stres, anksiyete ve yalnızlığı önlemek amacıyla kullanılmaktadır (Lök ve Buldukoğlu, 2014). Geçerlileştirme terapisinde müzik dinletme, hatırlatma ve yansıtma gibi birbirinden farklı 14 teknik kullanılmaktadır (Akyar,2011).

  4. Anımsama Terapisi:

    Anımsama terapisi profesyoneller tarafından  yürütülen seanslar yoluyla geçmişte gerçekleşen olayların veya deneyimlerin ses kaydı, fotoğraf vb. öğeler yardımıyla paylaşılmasını içerir (Aşiret ve Kapucu, 2015). Bireysel olarak veya grupla yürütülebilen anımsama terapilerinde bireysel yaklaşımın, uygun anılara odaklanmaya ve seansın kişiye özel olarak düzenlenmesine fırsat sunmasından dolayı daha fazla fayda sağladığı düşünülmektedir (Saredakis ve ark.,2021).

  5. Hayvan Destekli Terapi:

    Hayvan ve insan etkileşimi sağlığın iyileştirilmesi ve korunmasına büyük katkı sağlamaktadır.Özellikle köpekler eğitilebilir olmaları ve sosyal becerileri nedeniyle en sık kullanılan hayvanlardır (Cevizci, Erginöz ve Baltaş, 2009). Yapılan çeşitli çalışmalar demans hastalarında hayvan destekli terapinin stres, kaygı ve üzüntü gibi semptomları azalttığını, davranışın iyileşmesine katkıda bulunduğunu göstermektedir. (Rodríguez-Martínez, De la Plana Maestre, Armenta-Peinado, Barbancho ve García-Casares,2021) Hayvanlarla ilgileniyor olmak kişilerin motivasyon duygusu ve benlik saygısına olumlu etki etmesinin yanı sıra fiziksel aktivitelerde de artışa neden olmaktadır. (Kim ve ark.,2021)

  6. Fiziksel Aktivite:

    Fiziksel egzersiz, fiziksel uygunluğu iyileştirmek veya sürdürmek amacıyla yapılandırılmış, tekrarlayan hareketlerden oluşmakta ve yaşlı bireylerde yürütücü işlevlerin yerine getirilmesine katkıda bulunmaktadır (Bozkurt ve Karadakovan, 2020). Egzersiz, beyinde kognitif fonksiyonlarda azalmayı önleyebilmekte veya geciktirebilmektedir. Egzersizle yeni nöron oluşumu artmakta ve nöroplastisite sağlanmaktadır. Yürüyüş, hafif tempolu koşu, yüzme ve bisiklet gibi aerobik yapıdaki egzersizler Alzheimer hastalarında bilişsel fonksiyonları geliştirmektedir. (Keleş ve Özalevli, 2018)

Alzheimer hastaları için oldukça önemli hizmet modellerinden birisi olan gündüz bakım merkezleri hastaların sosyalleşebilmesine ve yaşam kalitesinin yükseltilmesine imkan sağlamaktadır. Ülkemizde Alzheimer hastalığı ile mücadele kapsamında Türkiye Alzheimer Derneği Gündüz Yaşam Merkezi(GYM) ile hizmet vermektedir. Gündüz yaşam merkezinde çeşitli zihinsel, bedensel, sanatsal, psiko-motor aktivitelerle birlikte gezi vb. programlar yürütülmektedir.(Şener ve Tekin,2020) Hasta ve hasta yakınlarının yaşam kalitesini arttırmayı ve rehabilitasyon hizmetleri ile hastalığın seyrini yavaşlatmayı hedefleyen Alzheimer Derneği Gündüz Yaşam Merkezinde alanında uzman kişilerle bilgilendirme ve psikoterapi toplantıları da gerçekleştirmektedir.

 

  

 

Kaynakça

 

  • Adalı, A., Yirün, A.,Koçer Gümüşel, B., Erkekoğlu, P.(2020). Alzheimer Hastalığının Gelişiminde Biyolojik Ajanların Olası Etkileri. Ankara Eczacılık Fakültesi Dergisi.44(1).167-187.  doi:10.33483/jfpau.523804
  • Akyar, İ. (2011). Demanslı hasta bakımı ve bakım modelleri. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Dergisi18(2), 79-88.
  • Arvanitakis, Z., Shah, RC, ve Bennett, DA (2019). Demans Teşhisi ve Yönetimi: Derleme. JAMA322 (16), 1589–1599. doi:10.1001/jama.2019.4782.
  • Aşiret, G. D., ve Kapucu, S. (2015). Alzheimer hastalarının bilişsel ve davranışsal sorunları üzerine etkili bir yöntem: Anımsama terapisi. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Dergisi2(3), 60-68.
  • Aydemir, Ç., & Kısa, C. (2001). Konsültasyon liyezon psikiyatrisinde demans. Klinik Psikiyatri4, 203-211.
  • Bondi, MW, Edmonds, EC, ve Salmon, DP (2017). Alzheimer Hastalığı: Dünü, Bugünü ve Geleceği. Uluslararası Nöropsikoloji Derneği Dergisi: JINS23 (9-10), 818-831. https://doi.org/10.1017/S135561771700100X
  • Bozkurt, C. ve Karadakovan, A. (2020).Alzheimer Hastalarında Kullanılan İlaç Dışı Tedavi Yöntemleri. Ordu Üniversitesi Hemşirelik Çalışmaları Dergisi3(3), 329-337.
  • Breijyeh, Z. ve Karaman, R. (2020). Alzheimer Hastalığı Üzerine Kapsamlı Bir İnceleme: Nedenleri ve Tedavisi. Molecules (Basel, İsviçre)25 (24), 5789. doi:10.3390/molecules25245789.
  • Bulduk, S., Dinçer, Y., Usta, E. ve Bayram, S. (2017). Demanslı yaşlılara uygulanan sanat terapi yönteminin bilişsel durum üzerine etkisinin incelenmesi. Çağdaş Tıp Dergisi7(1), 36-41.
  • Can, H.ve Karakaş, S. (2005). Alzheimer Tipi Demans ve Birinci Basamakta Nöropsikolojik Değerlendirme. Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi. 14(2),22-25. https://www.ttb.org.tr/STED/sted0205/alzheimer.pdf
  • Cevizci, S., Erginöz, E. ve Baltaş, Z. (2009). Ruh sağlığının iyileştirilmesinde destek bir tedavi yaklaşımı: Hayvan destekli tedavi. Nobel Med5(1), 4-9.
  • Döndü, A. (2014).Obsesif kompulsif bozukluk alzheimer tipi demans gelişiminde bir risk faktörü müdür? (Uzmanlık Tezi). Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın.
  • GBD 2019 Demans Tahmini İşbirlikçileri (2022). 2019’da küresel demans yaygınlığının tahmini ve 2050’de öngörülen yaygınlık: 2019 Küresel Hastalık Yükü Çalışması için bir analiz.  The Lancet Public Health7 (2), e105–e125. https://doi.org/10.1016/S2468-2667(21)00249-8
  • https://www.alzheimerdernegi.org.tr  Erişim Tarihi: 12.03.2022
  • İldem, S. (2021). Alzheimer demansta başlangıçtaki nöropsikiyatrik envanter ile bakılan davranışsal semptomların bilişsel bozulma ile ilişkisi. (Yüksek lisans tezi). Medipol Üniversitesi, İstanbul
  • Karadağ, E., ve Uğur, Ö. (2015). Kanserli Hastalarda Çok Konuşulmayan Bir Uygulama: Sanat Terapisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Elektronik Dergisi8(2), 142-144.
  • Keleş,E. ve Özalevli, S.(2018). Alzheimer Hastalığı ve Tedavi Yaklaşımları.İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi. 3(2).39-42.
  • Kim, S., Nam, Y., Ham, MJ, Park, C., Moon, M. ve Yoo, DH (2021). Alzheimer Hastalığında Hayvan Destekli Müdahalenin Nörolojik Mekanizmaları: Varsayımsal Bir İnceleme. Yaşlanan sinirbilimde sınırlar13 , 682308. https://doi.org/10.3389/fnagi.2021.682308
  • Lök N., Buldukoğlu K.(2014). Demansta Bilişsel Aktiviteyi Artırıcı Psikososyal Uygulamalar. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 6(3): 210-216. doi:10.5455/cap.20130704021035
  • Özbabalık, D. ve  Hussein, S. (2017). Demans Bakım Modeli Raporu, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı.
  • Özpak, L.,Pazarbaşı, A., Keser, N. (2017).Alzheimer Hastalığının Genetiği ve Epigenetiği. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi.26(1).34-49. doi:10.17827/aktd.280520
  • Öztürk, G. B. ve  Karan, M. A. (2009). Alzheimer hastalığının fizyopatolojisi. Klinik gelişim22(3), 36-45.
  • Popa, LC, Manea, MC, Velcea, D., Șalapa, I., Manea, M., ve Ciobanu, AM (2021). Alzheimer Demansının Bakım Verenler ve Sanat ve Müzik Terapisi Yoluyla Kalite İyileştirme Üzerindeki Etkisi. Healthcare (Basel, İsviçre)9 (6), 698. https://doi.org/10.3390/healthcare9060698
  • Rodríguez-Martínez, M., De la Plana Maestre, A., Armenta-Peinado, JA, Barbancho, M. Á., Ve García-Casares, N. (2021). Yetişkinlerde Nörolojik Hastalıklarda Hayvan Destekli Tedavinin Kanıtları: Sistematik Bir İnceleme. Uluslararası çevre araştırmaları ve halk sağlığı dergisi18 (24), 12882. https://doi.org/10.3390/ijerph182412882
  • Sanches, C., Stengel, C., Godard, J., Mertz, J., Teichmann, M., Migliaccio, R., ve Valero-Cabré, A. (2021). Nörodejeneratif Hastalıklarda Bilişsel Bozukluğu Tedavi Etmek İçin İnvaziv Olmayan Beyin Stimülasyonu Yaklaşımlarının Dünü, Bugünü ve Geleceği: Kapsamlı Bir Eleştirel İnceleme Zamanı. Yaşlanan sinirbilimde sınırlar12 , 578339. https://doi.org/10.3389/fnagi.2020.578339
  • Saredakis, D., Keage, HA, Corlis, M., Ghezzi, ES, Loffler, H. ve Loetscher, T. (2021). Yatılı Yaşlı Bakımında Sanal Gerçekliği Kullanan Anımsama Terapisinin Kayıtsızlık Üzerindeki Etkisi: Çok Bölgeli Randomize Olmayan Kontrollü Deneme. Tıbbi İnternet araştırması dergisi23 (9), e29210. https://doi.org/10.2196/29210
  • Scales, K., Zimmerman, S., ve Miller, SJ (2018). Demansın Davranışsal ve Psikolojik Belirtilerine Yönelik Kanıta Dayalı Farmakolojik Olmayan Uygulamalar. Gerontolog58 (suppl_1), 88-102. https://doi.org/10.1093/geront/gnx167
  • Selekler,K.(2010). Alois Alzheimer ve Alzheimer Hastalığı. Türk Geriatri Dergisi.13(3).9-14
  • Soufineyestani, M., Khan, A., ve Sufineyestani, M. (2021). Müzik Müdahalesinin Demans Üzerindeki Etkileri: Meta-Anlatı Yöntemini Kullanan Bir İnceleme ve Gelecekteki Araştırmalar İçin Gündem. Nöroloji uluslararası13 (1), 1–17. https://doi.org/10.3390/neurolint13010001
  • Şat,S.(2020). Hafif Bilişsel Bozukluk ve Erken Evre Alzheimer Tipi Demans Hastalarında Yönetici İşlevler ve İleriye Dönük Bellek Performanslarının İncelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi). Uludağ Üniversitesi, Bursa.
  • Şener,M. ve Tekin, H. H.(2020). Sosyal Belediyecilik Bağlamında Yaşlı Bakım ve Alzheimer Gündüz Yaşam Merkezleri. Geriatrik Bilimler Dergisi3(3), 138-146.
  • Tutuk, O., Bal, R., Doğan, H., Demir, E. A. ve Tümer, C.(2021). Deneysel Alzheimer Hastalığı Modeli Oluşturulmuş Sıçanlarda Fluoksetin ve Duygudurum İlişkisi. Uluslararası Tıp Bilimleri, 76.
  • TÜİK,Türkiye İstatistik Kurumu. İstatistiklerle Yaşlılar, 2020. (Mart 2021). https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Yaslilar-2020-37227
  • Uslu, A.(2018). Alzheimer tipi demanslı hastalara bakım verenlerin öz etkililik-yeterlilik düzeyleri ile yaşam kaliteleri ve bakım yükleri arasındaki ilişki. (Yüksek Lisans Tezi). Gazi Üniversitesi, Ankara.
  • Weller, J., ve Budson, A. (2018). Alzheimer hastalığı tanı ve tedavisine ilişkin güncel anlayış. F1000Research7 , F1000 Fakülte Rev-1161. https://doi.org/10.12688/f1000research.14506.1
  • Yücel, N. (2019). Major Kogni̇ti̇f Bozukluk Tanısı Alan Hastalarda Evreleri̇ne Göre Mr Görüntüleri̇ Üzeri̇nden Hi̇ppocampus Ve İntrakrani̇al Oluşumların Morfometri̇k Anali̇zi̇. (Doktora Tezi). Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/alzheimer-tipi-demans/feed/ 1
Atatürk Dönemi Rusya ile İlişkiler https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ataturk-donemi-rusya-ile-iliskiler/ Thu, 17 Mar 2022 08:00:10 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5934 ÖZET

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Rusya ile yapılan antlaşmalar Türkiye’nin hem Rusya hem de Batı ile ilişkilerinin gelişmesine önayak olmuştur. Bu antlaşmalardan biri olan Moskova Antlaşması günümüzde de önemini korumakta ve iki ülke arasında gündem olmaktadır. Bu çalışmada ikili ilişkilerin gelişmesine önayak olan antlaşmalar ve görüşmeler ele alınmıştır ve Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye-Rusya ilişkileri ve bu ilişkilerin günümüz Türkiye-Rusya ilişkilerine etkisi çalışılmıştır.

GİRİŞ

Geçmişte yapılan antlaşmalar ülkeleri dolaylı ya da doğrudan etkilemektedir. Genellikle dolaylı etkileri antlaşmaların bağlayıcılığı kalmadığı zaman görülmektedir. Doğrudan etkileri ise devam eden antlaşmalarda görülmektedir. Rusya ve Türkiye ilişkilerinde her ikisi de mevcuttur. İkili ilişkilerin gelişimi geçmişte yaptıkları antlaşmalar ile güçlenmiştir. İkili ilişkilerin geliştirilmesinde Mustafa Kemal Atatürk önemli bir liderdir. İlişkilerin ilk geliştirildiği dönemlerde iki ülkede yeni savaştan çıkmış ve bitap durumdadır. İlişkilerin geliştirilmesi iki ülke açısından da avantaj sağlamıştır. İki ülke arasında geçmişte sorunlar olmuştur. Bu sorunların temel kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’ün Batı ile ilişkilerinde tutarlı antiemperyalizmi benimsemekten kaçınmasıdır (Ateş Uslu, 2015). Fakat Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün antiemperyalist bir politika izlediğini görmekteyiz. Uyguladığı tüm politikalar antiemperyalizm olarak adlandırılamaz. Bu Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yönlü dış politika izlediğini göstermektedir.

Bu çalışmada 1921-1936 arası dönemleri ele alacağım. İki ülkenin ilişkilerinin anlamak için öncelikle Türkiye’nin ve Rusya’nın o dönemlerdeki ilişkilerin geliştiği ortamı kısaca inceleyeceğim. Mustafa Kemal Atatürk döneminde geliştirilen Rusya-Türkiye ilişkileri günümüze etki etti mi? Sorusu üzerinde duracağım. Atatürk’ün uyguladığı güçlü, kararlı dış politika ile geliştirdiği Rusya-Türkiye ilişkilerini önemli bir anlaşma olan Moskova Antlaşması ile başlayacağım. Moskova Antlaşması günümüzde de geçerliliğini koruyan bir antlaşmadır ve  ilişkilerin gelişmesinde önemli bir katkı sağlamıştır.

Türkiye

1919-23 yılları arasında Türkiye Kurtuluş savaşının içerisindeydi. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile ekonomik olarak bunalımda, silah üretilemiyor, sanayi yok denecek kadar azdır ve tarımsal üretim yapılamıyordu. Böyle bir ortamda Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de yani Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında kurulmuştur. O dönemde saraya (Osmanlı yönetimi) baktığımız zaman halktan kopuk olduğunu görmekteyiz. Fakat TBMM halktan seçilen temsilcilerden oluşmaktadır. Mustafa Kemal bu tarihten sonra kişisel saltanata kalkmış gözü ile bakıyordu. 1922 yılında da saltanat kaldırılmıştır. 1920 yılında Yeni Türkiye Devleti Osmanlıdan kötü bir ekonomi devralmıştır. Bu ekonomiyi düzeltmek için 1923-29 yıllarında açık ekonomik koşullarında yeniden inşa denenmiştir. Böylece liberal politikalar izlenmeye başlanmıştır. Özel girişimlerin gelişmesi için destekleyici politikalar izlemiştir. Fakat başarılı olunamamıştır. Bunun sebebi tüm dünyada etkili olan büyük buhrandır. 1930’lu yıllarda ulusal ekonomiyi kalkındırmak ve tam bağımsızlık için korumacı devletçi politikaya geçilmiştir. Böylece sanayileşme hız kazanmıştır. Bu dönemlerde dış politikada ise ilişkilerin geliştiğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk tek taraflı dış politika izlememiştir. Avrupa ile ilişkilerini geliştirmiştir, fakat yüzünü sadece batıya dönmemiş SSCB ile de ilişkileri geliştirmiştir. Yani çok yönlü diplomasi izlemiştir. Türkiye’yi uluslararası alanda güçlü bir konuma getirmiştir diyebiliriz.

Rusya

1920-23 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nde Bolşevikler yönetimi barış içinde bir arada yaşama politikası izliyordu. Çünkü ekonomik bunalım hâkimdi. Bundan dolayı batı ile ticarete yönelmek zorunda kaldılar. 1921 yılında ekonomik bunalım, kıtlık ve uzun süren savaşın getirdiği yıkımla birlikte köylü ayaklanmaları başlamıştır. 1921 yılında Lenin sanayi ve tarımı yenilemek için yeni ekonomi politikasını (NEP) devreye sokmuştur. NEP ile birlikte ticaret serbestisi geri getirildi, ticari işletmelerin çoğu özelleştirildi. NEP politikası ile yapılanlar ekonomiyi rahatlattı, fakat sosyalizmden uzaklaşılmıştır. 1923 yılından sonra Lenin’in hastalığı sebebi ile Stalin ön plana çıkmıştır. Bu dönemden sonra SSCB’nin dış politikasında tanınma çabaları ön plana çıkmıştır. 1924 yılında Yunanistan, Danimarka, Norveç gibi birçok ülke SSCB’yi tanımıştır. Stalin 1927 yılında NEP politikasına son vermiştir. 1928-32 yıllarına baktığımız zaman SSCB’nin ekonomik atılımlar yaptığını görmekteyiz. Bu yıllar arasında 5 yıllık plan ile ekonomik büyüme gerçekleştirilmiştir.

İkili İlişkilerin Gelişimi

16 Mart 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması (Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması) Mustafa Kemal Atatürk’ün başarılı diplomasisinin bir örneğidir. Moskova Antlaşması’na giden yolu anlamak için kısaca Misak-ı Milli’den bahsedeceğim. Misak-ı Milli ,Kurtuluş Savaşı sırasında yayınlanan 6 maddelik bir bildiridir. 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir ve Türkiye’nin barış şartlarını içermektedir. Misak-ı Milli çerçevesinde Türklerin yaşadığı vatanın bağımsız olması isteniyordu. Misak-ı Milli ile bölünemez ve parçalanamaz Türk vatanının sınırları çizilmiştir, Türk dış politikasının hedefleri belirlenmiştir ve devletin bağımsızlığı önemli konulardan biridir. Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşının direniş beyannamesi olmuştur. SSCB ile ilişkilerin geliştirilmesinde Misak-ı Milli ve Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi ve emperyalizme karşı duruşu SSCB ile Türkiye’yi ortak noktada birleştiriyordu. Ayrıca İngiltere faktörü de ortak düşmana karşı birleşmeyi sağlıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 26 Nisan 1920 tarihinde Lenin’e bir mektup göndermiştir. Bu mektupta emperyalizme karşı olan ortak mücadeleden bahsetmiştir, ikili ilişkilerin geliştirilmesinden ve Misak-ı Milli politikasından bahsetmiştir. Ayrıca cephane, erzak, altın, sıhhi malzeme taleplerinde bulunulmuştur.  Bu mektuba Dışişleri Bakanı Çiçerin 2 Haziran 1920 tarihinde olumlu cevap vermiştir. Bu görüşmeler sonucunda 16 Mart 1921 tarihinde Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Kısaca Moskova Antlaşması maddeleri;

Madde 1-  Taraflar birbirlerine cebren kabul ettirilen herhangi bir barış anlaşmasını tanımayacaktır. Ayrıca SSCB, Misak-ı Milli ile çizilen Türkiye sınırlarını tanıyacaktır.

Madde 2- Türkiye, Batum sancağına ilişkin topraklar ile Batum kenti Limanı üzerindeki egemenlik hakkını bazı koşullar ile Gürcistan’a bırakmaya razı olmuştur. Bu koşullar; bu halkların kültürel, dinsel hakları sağlanacak, Batum Limanından Türkiye yararlanacaktır.

Madde 3- Nahcivan özerk bir statüde kalacaktır ve kontrolü Azerbaycan’a bırakılmıştır.

Madde 4- Taraflar, Doğu uluslarının özgürlük ve bağımsızlık haklarını diledikleri rejim ile yönetebilmek haklarını açıkça belirtmiştir.

Madde 5- Boğazlar meselesi, Karadeniz’e kıyısı olan devletler arasında yapılacak olan konferansta belirlenecektir. Fakat bu Türkiye’ye hiçbir zaman zarar getirmeyecektir.

Madde 6- Taraflar, şimdiye dek yapılan tüm antlaşmaların karşılıklı çıkarlarına uygun olmadığını kabul eder ve geçersiz sayılacaktır.

Madde 7- SSCB kapitülasyonları tanımayacaktır.

Madde 8- Her iki taraf da kendi ülkeler üzerinde diğer tarafa zararı olan, savaş amacında olan örgüt ve grupların kurulması ve yerleşmesine izin vermeyecektir.

Madde 9- Taraflar, iki ülke arasındaki iletişimin kesilmemesi için telgraf, demiryolu vb. ulaşım ve iletişimi geliştirecek, kişi ve malların özgür dolaşımı için önlemler alınacaktır.

Madde 10- Taraflar, birinin diğer taraf topraklarında oturan uyrukları, yerleşmiş oldukları ülke yasalarından işlem görecektir ve ulusal savunmaya ilişkin yasalara uymaları istenmeyecektir.

Madde 11- Taraflar, birinin diğer taraf topraklarında oturan uyrukları için en elverişli duruma erişme haklarını saklı tutar.

Madde 12- 1918 yılından önce Rusya topraklarına bağlı olan, üzerinde Türkiye’nin egemenlik hakkı olduğu Rusya Sovyetleri Sosyalist Federal Cumhuriyeti Hükümetince bu anlaşma ile kabul edilen topraklar haklından her isteyen Türkiye’yi özgürce terk edebilecek ve yanına eşyasını alabilecektir.

Madde 13- Tutsaklar değiş tokuş edilecektir ve bunun esasları daha sonra yapılacak özel sözleşme ile belirlenecektir.

Madde 14- Taraflar, en kısa süre içerisinde ilişkilerini düzenlemek için ekonomik parasal ve diğer gerekli işleri düzenleyici anlaşmalar yapmayı kabul eder.

Madde 15- Türkiye ile Güney Kafkasya Cumhuriyetleri arasında yapılacak antlaşmalara uyulmasını zorunlu kılmak için Rusya girişimlerde bulunacaktır. (TELLAL, 1921 Moskova Antlaşması, 2002)

Madde 16- Anlaşma maddeleri onaylanacaktır.EK1; Türkiye’nin Kuzey-Doğu sınırı saptanmıştır.

Bu anlaşma ile Türkiye’nin uluslararası yalnızlığı giderilmiş oldu ve Doğu cephesi güvence altına almıştır. Bu anlaşma Türkiye’ye güçlü bir müttefik kazandırmıştır ve bir ülkenin gelişmesinin ve tam bağımsızlığının önündeki engel olan kapitülasyonların kaldırılması Türkiye açısından mühim bir konudur. Türkiye’nin de emperyalizme karşı savaşması Sovyetler açısından önemli bir konudur ve bu anlaşmasının yapılmasında mühim bir yeri vardır. Bundan dolayı Sovyetlerin Kurtuluş Savaşına olan desteği artmıştır. Batıdan gelen baskı azalmıştır ve Türkiye’nin Sovyetler ile işbirliği içerisinde olmasından rahatsızlık duyan İngiltere’ye karşı Türkiye’nin Sovyet kartı vardır. Ayrıca bu anlaşma ile Fransa ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı politikaları değişmiştir. Bu antlaşma ile her ne kadar ikili ilişkilerde sorunlar devam etse de Kurtuluş Savaşına önemli katkıları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşının kazanılmasında Kafkas cephesinin mühim olduğunu söylemiş ve bundan dolayı Bolşeviklerle ilişkilerin kesilmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu anlaşma ile birlikte Güney Kafkasya’da iki ordu arasında işbirliği oluşturulmuştur. Bu hamle Kurtuluş Savaşının kazanılmasında etkili olmuştur.

Moskova Antlaşması günümüzde de geçerliliğini korumaktadır ve Rusya Türkiye ilişkilerinin temel taşını oluşturmaktadır. Bu antlaşma ile Türkiye-Ermenistan sınırı bugünkü şeklini almıştır. Günümüzde bu anlaşma hukuki açıdan Ermenistan-Türkiye sınırını net bir şekilde ayırmıştır ve oluşabilecek sorunların önüne geçmiştir. Moskova Antlaşması’nın geçerliliği günümüzde hala tartışılmaktadır. Özellikle 2021 yılında 100. Yılını dolduran Moskova Antlaşması ikili ilişkilerde bir gündem yarattığı söylenebilir. Ayrıca günümüzde Rusya ve Türkiye arasında yeni anlaşmaların yapılması, ortak bir noktada birleşerek, özellikle emperyalizme karşı, oluşturulan Moskova Antlaşması günümüzde yeniden böyle bir ortaklığın mümkün olduğunu göstermekte ve her iki farklı ülkenin de dış politikada bu farklılıkları bir kenara koyarak ortak sorunda birleşmeleri iki ülke açısından da olumlu sonuçlara yol açacaktır. Moskova Antlaşması farklılıkların bir kenara bırakıldığını, ikili ilişkilerin daha da geliştirilebileceğini, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı dış politikası sayesinde ve eğer bu dış politika izlendiği takdirde günümüzde de mümkün olabileceğini kanıtlamıştır.

1921 yılından sonra yani Moskova Antşması’ndan sonra Rusya, Türkiye’ye askeri yardım, para yardımı gibi yardımlar yapmışlardır. Rusya’dan Türkiye’ye 37,812 adet tüfek, 44.587 sandık tüfek,66 adet top, 200.000 mermi ve 11 adet kama gelmiştir (DUMAN). Kurtuluş Savaşının kazanılmasında bu yardımların büyük bir etkisi vardır. Çünkü o dönemler yeni savaştan çıkmış bir Osmanlı vardır ve savaşacak insan gücü çok azdır, silah yok denecek kadar azdır ve kaynaklar kısıtlıdır. bu sebeplerden dolayı bu yardımlar Kurtuluş Savaşının kazanılmasında etkili olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği sayesinde ve uyguladığı akılcı ve güçlü diplomasisi sayesinde kazanılmış bir savaştır.

Moskova Antlaşması’nın içerik olarak benzeri olan bir diğer antlaşma ise Kars Antlaşması’dır.Kars Antlaşması Türkiye ile Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanan dostluk antlaşmasıdır. 3 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması, Moskova Antlaşması’nın 15. Maddesine dayanmaktadır.  Antlaşmanın imzalandığı dönemde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Sovyetlerin altındaydı, fakat henüz Sovyetler Birliği kurulmadığı için bağımsız antlaşmalar yapabiliyorlardı. Bu antlaşma ile Türkiye’nin Misak-ı Milli’de belirtilen sınırları kabul edilmiştir. Bu anlaşma ile Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşmiştir. Fakat 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yıkıldıktan sonra Ermenistan, Kars antlaşmasını tanımadığını söylemiştir. Türkiye’nin ise elinde Kars Antlaşması olduğu için buna güvenmektedir.

Sovyetlerin desteği ile imzalanan bu anlaşma ile Türkiye’nin sınırları çizilmiştir. Günümüzde ise bu antlaşma Ermeni sorununun çözülmesinde en başta gelmektedir. Türkiye’nin doğu sınırlarını koruması bu anlaşmanın ehemmiyetini öne koymaktadır. Ayrıca antlaşmasının imzalandığı dönemde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın da Misak-ı Milli ile çizilen sınırları tanıması uluslararası alanda Türkiye’nin yalnızlığının sona ermesinin göstergesidir. Kars Antlaşması’nın maddeleri Moskova Antlaşması’nın maddeleri ile benzer ya da devamlılığı niteliğindedir. Türkiye’nin doğu sınırlarını çizen ve günümüzde sınırların Kars Antlaşması’nın güvencesinde olması, Türkiye için büyük bir kazanımdır. Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde imzalanan anlaşma günümüzde önemini korumaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Sovyetler Birliği ile imzalanan bir diğer antlaşma ise Dostluk ve Tarafsızlık antlaşmasıdır. Batılı ülkelerin 1925 yılında kendi aralarında Locarno Antlaşması’nı imzalamasının üzerine Rusya ve Türkiye oluşabilecek herhangi bir saldırı karşısında tarafsızlığını koruyacağını bu anlaşma ile garantilemiştir. Antlaşmanın geçerliliği 3 yıl olarak belirlenmişti, fakat 1945 yılına kadar uzatılmıştır. 1945 yılından sonra sona ermiştir. Bu antlaşma Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir adımdır. İkili ilişkilerin daha da ilerleyeceğinin ve ileri dönemlerde de bu ve benzeri antlaşmalar yapabileceğinin bir göstergesi olmaktadır.

İmzalanan Dostluk antlaşmasından sonra da ikili ilişkiler geliştirilmeye devam edilmiştir. İkili ilişkilerin siyasi ve askeri ayaklarının oluşumundan sonra ticari antlaşma da yapılmıştır ve böylece ilişkilerin ekonomik ayağı da oluşturulmuştur. 11 Mart 1927 yılında Ticaret ve Denizcilik antlaşması imzalanmıştır. Ticari ayağı esas olarak 1922 yılında SSCB’nin Türkiye’de ticaret temsilcilikleri açması ile başlamıştır. Fakat bu temsilciliklerin komünizm propagandası yapması gerekçesi ile iki ülke arasında sorun yaratmıştır. Bu sorunların çözülmesi 1927 yılında yapılan anlaşma ile giderilmiştir. Anlaşma ile ticari temsilcilikler diplomatik dokunulmazlık kazanmıştır ve İzmir, İstanbul, Konya, Mersin, Trabzon, Eskişehir ve Erzurum’da ticari temsilciliklerin açtırılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca üçüncü bir devlete gönderilecek mallar gümrüğe tabi tutulmayacaktır ve Türkiye’nin SSCB ihracatına yıllık sınırlama getirilmiştir. (TELLAL, 1930’ların İlk Yarısında İlişkiler, 2002)

25 Nisan 10 Mayıs 1932 yılında Başvekil İsmet İnönü ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Bey Moskova’yı ziyaret ettiler. Bu ziyarette ikili ilişkilerin arttırılması ve farklı politikaların ilişkilerde sorun olmaması gerektiği ve SSCB’nin Türkiye’ye kredi vermesi konuları üzerinde durulmuştur. Bu yardımın yapılmasına dair protokol 1934 yılında imzalanmıştır. Yapılan bu yardımlar ile Türkiye daha da güçlenmiştir.

Bir diğer sözleşme olan ve günümüzde önemini koruyan Montreux Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936 yılında Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Yugoslavya ile imzalanmıştır. İtalya 1938 yılında sözleşmeye dahil olmuştur. Bu anlaşma ile boğazlarda Türk egemenliği kurulmuştur. Sözleşme beş kesim ve dört ekten oluşmaktadır. Birinci kesimde ticaret gemilerinin geçiş rejimi yer almaktadır. İkinci kesimde savaş gemilerinin geçiş rejimi, üçüncü kesimde uçaklar, dördüncü kesimde genel hükümler ve beşinci kesimde son hükümler yer almaktadır. Birinci kesimde ticaret gemilerinin geçişine serbestlik tanımaktadır. Savaş gemilerine ise kısıtlamalar getirilmiştir. Savaş döneminde eğer Türkiye savaşta ise savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin inisiyatifine bırakılmıştır. Eğer Türkiye savaşta değilse boğazlar savaşan tarafların gemilerine kapatılacaktır.

Günümüzde Rusya- Ukrayna arasındaki gerginlik nedeni ile Montreux sözleşmesi gündeme gelmiştir. Türkiye, sözleşmenin gereklerini uygulamaktadır. Ayrıca burada Türkiye’nin taraf olmaması, bir noktada arabuluculuk yapması ve Montreux Sözleşmesi dahilinde hareket etmesi ile Türkiye bu gerilimden en az etki ile çıkacağını düşünmekteyim. Türkiye hem batı hem Rusya ile ilişkilerini geliştirmiş ve iki tarafla da ticaretini geliştirmiştir. Türkiye’nin konumundan dolayı bağımsız ve tarafsız hareket etmesi uluslararası alanda Türkiye’yi güçlendireceği kanısındayım.

Bugünde Türkiye’nin çok yönlü dış politika uygulaması gerektiği kanısındayım. Günümüzde daha çok Batı ile ilişkiler gündeme gelmektedir. Çok yönlü dış politika uygulamasının Türkiye’ye ne denli avantaj sağladığını yukarıdaki antlaşmalarla görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk tek taraflı dış politika uygulamamıştır. Rusya ile politikasına baktığımız zaman Türkiye’yi Rusya’ya bağlamamıştır. Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlamış ve gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmıştır, Asya ile ilişkileri geliştirdiği gibi Batı ile de ilişkileri geliştirmiştir.

Türkiye-SSCB ilişkilerinin bu döneme kadar geliştiğini ve iyileştiğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk çok yönlü dış politika izlemiştir. SSCB, Türkiye’nin Batı’ya karşı bir kozuydu ve yaptığı yardımlar ve verdiği borçlar ile Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün izlediği çok yönlü politika 1930’lu yıllardan sonra Rusya’nın tepkisine neden olmuştur. Rusya, Türkiye’nin Batı ile yakınlaşmasından yana değildir. Türkiye’nin güçlenmesi, Batı ülkelerinin dikkatini çektiği için Türkiye ile anlaşmalar yapmaya başlamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk ilk baştan beri izlediği politikasını net bir şekilde ortaya koymuş ve korumuştur. Türkiye’nin güçlenmesi ve uluslararası alanda saygınlık kazanmasını sağlamıştır. Farklı politikalara sahip olmalarına rağmen Rusya ile işbirliği yapmıştır. Tüm bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı dış politikasını, ileri görüşlülüğünü, ileri düzeydeki strateji ve askeri zekâsını göstermektedir.

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Rusya ile geliştirilen ilişkiler günümüze dolaylı ya da doğrudan etki etmektedir. Özellikle yapılan antlaşmalar ikili ilişkilerin gelişmesini sağlamıştır. Moskova Antlaşması ile Doğu sınırlarının belirlenmesi ve Kars Antlaşması ile netlik kazanması günümüzde mühim bir konudur. Çünkü oluşabilecek sınır sorunlarına karşı şuanki Türkiye’nin elinde Kars Antlaşması vardır. Ayrıca Moskova Antlaşması’nın yapıldığı dönemlerde Türkiye Kurtuluş savaşı sürecindeydi ve bu sürece Rusya destek vermişti. Kısacası Rusya’nın destekleri göz ardı edilemez fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün uyguladığı dış politika ile geliştirilen ilişkiler ve Türkiye’nin dış politikada tanınması ve saygı duyması gerçeği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün stratejik zekâsı yadsınamayacak kadar büyük bir öneme sahiptir. Günümüzde Rusya ile ilişkilerde sorunlar olsa da geçmişte geliştirilen ilişkiler sorunların çözüme kavuşmasında etkilidir.

 

Kaynakça

  • Küresel Ekonomide Türk Girişimcilerin Rolü ve Lobi Faaliyetleri. (2009). Türkler Buluşuyor (s. 67-77). Dünya Türk İş Konseyi.
  • Ateş Uslu, E. A. (2015). Milli Mücadele’de Emperyalizm ve Baıyla İilişkiler. G. Atılgan, E. A. Aytekin, E. D. Ozan, C. Saraçoğlu, M. Şener, A. Uslı, et al. içinde, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat (s. 183). İstanbul: Yordam Kitap.
  • DUMAN, Ö. (tarih yok). Atatürk Döneminde Türkiye-Rusya İlişkileri. 01 06, 2022 tarihinde atatürkansiklopedisi: https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-doneminde-turkiye-rusya-iliskileri-1919-1938/ adresinden alındı
  • Montreux Boğazlar Sözleşmesi. (tarih yok). 03 04, 2022 tarihinde https://www.kiyiemniyeti.gov.tr: https://www.kiyiemniyeti.gov.tr/userfiles/file/mevzuat/Montreux%20Bo%C4%9Fazlar%20S%C3%B6zle%C5%9Fmesi.pdf  adresinden alındı
  • TELLAL, E. (2002). 1921 Moskova Antlaşması. B. O. (ed) içinde, Türk Dış Politikası (s. 173-174). İstanbul: İletişim Yayınları.
  • TELLAL, E. (2002). 1930’ların İlk Yarısında İlişkiler. B. O. (ed) içinde, Türk Dış Politikası (Cilt I, s. 319). İstanbul: İletişim Yayınları.
]]>
Klonlamaya Genel Bir Bakış https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/klonlamaya-genel-bir-bakis/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/klonlamaya-genel-bir-bakis/#respond Thu, 10 Mar 2022 12:24:51 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5901 Son birkaç yılda klonlama veya klon kelimelerini gerek ütopik gerek distopik şekillerde oldukça sık duymaktayız. Hayatımıza yakın zamanda girmiş olsa da, biraz geriye gidip bakacak olursak klonlama, Eski Yunanca ‘klôn’ kelimesinin önce İngilizceye, oradan da Türkçeye geçmesiyle kullanmaya başladığımız bir kelimedir. En temelinde kopyalama anlamına gelse de pek çok bilim disiplini kendi içinde farklı tanımlamalarda kullanmaktadır. Bu yazıda klonlamayı biyolojik bir terim olarak ele alacağız. Bu bağlamda klonlamayı öncelikle moleküler klonlama ve doku veya organizma klonlama olmak üzere iki alt başlığa ayırmaktayız.

Moleküler Klonlama

Moleküler klonlama dediğimiz gen klonlamasıdır. Bu işlem, bir genin konak adını verdiğimiz başka bir hücreye aktarılması ve bu konak hücrenin pek çok kez bölünmesiyle daha önce yerleştirmiş olduğumuz genin sayısının artırılması esasına dayanmaktadır. Örneğin diyabet hastalarının tedavi amaçlı kullandığı insülin hormonu bu esasa dayanarak üretilmektedir. İnsülin protein yapıda bir hormondur ve hücrede belirli bir gen tarafından kodlanarak üretilir. Kişide insülin üretimi çok az olduğunda ya da hiç olmadığında, insülini kodlayan bu gen bir konak hücreye, genellikle bir bakteri olan Escherichia coli’ ye, aktarılarak bu genin sayısı dolayısıyla genin kodladığı protein sayısı artırılır. Daha sonra bu proteinler izole edilip, saflaştırılarak insana vermeye hazır enjeksiyonlar elde edilir (Can, 2015: 24 ).

Doku veya Organizma Klonlama

Klonlamaya Genel Bir Bakış

Organizma klonlama, tek atadan genetiği birbirinin aynı olan organizmaların sperme ihtiyaç duyulmadan (tıpkı eşeysiz üremedeki gibi) üretilmesidir. Memelilerde bu işlem iki farklı teknikle yapılır. Birincisi embriyo ayırma yöntemidir. Hâlihazırda bulunan bir embriyonun, gelişiminin ilk evrelerinde, henüz birkaç hücreli iken mikrocerrahi yöntemlerle hücrelerinin ayrılması, sonrasında farklı rahimlere yerleştirilerek gelişmesidir (Bağcı, 1997: 4). İkinci yöntem somatik hücre çekirdeği transferidir. Yetişkin bir canlıdan bir vücut hücresi alınarak genetik bilgisi ayrıştırılır ve bu genetik bilgi (genetik bilgisi çıkartılarak içi boşaltılmış) başka bir yumurta hücresine aktarılır ve bu şekilde yapay döllenme sağlanır (Seyalıoğlu vd., 2007: 1). Daha sonra bu yumurta hücresi başka bir dişinin rahmine aktarılır. Doku klonlama ise rahime yerleştirme aşamasına kadar diğer yöntemlerle aynıdır fakat bu işlemde embriyo bir rahme yerleştirilmeden belirli bir aşamaya kadar laboratuvar ortamında geliştirilip, embriyonik kök hücreler alınır. Bu hücrelerin vücuttaki hemen hemen her dokuya dönüşebilme yeteneğinden yararlanılarak kişi için çeşitli potansiyel doku veya organlar üretilebilir. Ayrıca kişinin kendi genetik bilgisini içereceğinden vücut tarafından yabancılanmaması ve immünolojik bir uyumsuzluk oluşturmaması beklenmektedir (Wobus, 2001: 1,9).

Dünyada Klonlama

Dünyada, hayvanlarda klonlama, 1968 yılında kurbağa yumurtalarının çekirdeklerinin yani genetik bilginin çıkarılıp ya da ultraviyole ışınlar kullanılarak inaktif hale getirilip, daha sonra farklı kurbağa dokularının çekirdeklerinin bu yumurta hücrelerine aktarılmasıyla birlikte çok küçük başarı oranlarıyla da olsa başlamıştır (Gurdon, 1968: 1-2). Çalışmalar 1970 yılında bitkilerde devam etmiştir. İlk klonlanan bitki ise havuçtur. 1980’li yıllarda hayvan klonlamaları, rekombinant DNA teknolojisiyle hız kazanmış ve fare, tavşan, at, sığır ve maymun gibi pek çok hayvan klonlanmaya başlamıştır. Ne var ki bu klonların hepsi embriyonik hücre çekirdekleri kullanılarak, yani zaten bir organizmaya dönüşme yeteneği olan hücrelerin çekirdekleri başka hücrelere aktarılarak elde edilmiştir.

5 Temmuz 1996’da, bir vücut hücresinden, bir organizma oluşturma potansiyeli olmayan hücrelerden, alınan çekirdekle üretilen ilk hayvan olan ve bugün çoğu kişinin klonlamayla onun sayesinde tanıştığı koyun Dolly dünyaya geldi (Bağcı, 1997: 2). Kendisi de 6 kuzu dünyaya getirdi. Dolly ortalama ömrü 11-12 yıl olan bir Finn Dorset koyunuydu. Fakat 14 Şubat 2003’te, 6 yaşında, ilerleyen bir tür akciğer kanserine sahip olduğu gerekçesiyle ötanazi edildi. Tabi ki bu erken ölümü onun bir klon olmasına bağlayanlar oldu fakat Dolly’nin bütün yaşamını geçirdiği Roslin Enstitüsü’nden bilim insanları bu ikisi arasında bir bağ olmadığını savundu. 2018 yılında ise Çin’de, Dolly’nin üretildiği teknik kullanılarak ikiz maymunlar üretildi. Günümüzde teknolojinin hız kazanmasıyla klonlama çalışmaları ivmelenerek devam etmektedir.

Türkiye’de Klonlama Çalışmaları

Türkiye’nin ilk klon koyunu olan Oyalı 21 Kasım 2007 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde dünyaya geldi. Prof. Dr. Sema Birler başkanlığındaki uzman bir ekip tarafından klonlandı. Bu proje, TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı tarafından desteklenmişti.

Oyalı, 30 Mart 2011’de sezaryen operasyonla ‘Bahar’ adında bir dişi kuzu dünyaya getirdi. Dünyada da en uzun yaşayan klonlar arasında bulunan Oyalı, 16 Nisan 2012’de, bir akciğer enfeksiyonundan dolayı yaşamını yitirdi.

Oyalı’nın yanı sıra 2009’da TÜBİTAK, İstanbul, Uludağ ve Namık Kemal Üniversiteleri arasında yapılan iş birliğiyle ‘Anadolu Yerli Sığırlarının Klonlanması’ projesi kapsamında Nilüfer ve Kiraz adında iki sığır klonlanmıştır. Üstelik bu sığırlar 2020 yılında torunlarının torunlarını da görmüşlerdir.

Günümüzde, dünyada olduğu gibi ülkemizde de klonlama çalışmaları moleküler düzeyde veya hayvan-bitki çalışmaları olarak devam etmektedir. İnsan üzerinde klonlama çalışmaları ise dünya genelinde yasaklanmış, yalnızca belli başlı ülkelerde tedavi amacıyla kullanımı serbest bırakılmıştır. Ülkemizde ise ne amaçla olursa olsun insan üzerinde yapılacak klonlama çalışmaları, TBMM tarafından imzalanan uluslararası bir sözleşmeyle yasaklanmıştır.

 

 

Kaynakça

  • Bağcı, H. (1997). “Klonlama Teknikleri ”. M.Ü Tıp Dergisi, Sayı: 14 (1), s. 1-15.
  • Can, C. ( 2015). Rekombinant İnsan İnsülin Peptidinin Bakteriyal Ekspresyon Sistemi Kullanarak Üretimi. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü, Ankara.
  • Gurdon, JB, (1968). “Transplante Çekirdekler ve Hücre Farklılaşması”. Scientific American , Sayı: 219, s. 24-35.
  • Seyalıoğlu, İ., Eraslan, B. Ş., Hot, İ., Demircan, T. ve Çetin, G. (2007). “ Klonlamaya Genetik, Etik ve Hukuksal Açıdan Yaklaşım”. Adli Tıp Dergisi, Sayı: 21 (2), s. 31-45.
  • Uludağ Üniversitesi (2020, 23 Ekim). Klon Sığır Ailesi Büyüyor. Elde Edilme Tarihi: 9 Mart 2022, https://www.uludag.edu.tr/haber/view/9320/klon-sigir-ailesi-buyuyor
  • Bakırcı, M. Ç. (2015, Haziran 10). Kopya Koyun Dolly Nasıl Klonlandı?. Elde Edilme Tarihi: 2 Mart 2022. https://evrimagaci.org/kopya-koyun-dolly-nasil-klonlandi-3673
  • Wobus, Anna M., (2001). “Embriyonik Kök Hücrelerin Potansiyeli”. (Ed. Detlev Ganten). Tıbbın Moleküler Yönleri. Elsevier , Sayı: 22, s.149-164.
  • Yolcu, Ö. (2011, 21 Kasım). Türkiye’nin İlk Klon Koyunu Oyalı Dört Yaşında. Elde Edilme Tarihi: 7 Mart 2022, https://www.istanbul.edu.tr/tr/duyuru/turkiyenin-ilk-klon-koyunu-oyali-dort-yasinda-
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/klonlamaya-genel-bir-bakis/feed/ 0
Uluslararası Hukuk Perspektifinden Rusya – Ukrayna Krizi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-perspektifinden-rusya-ukrayna-krizi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-perspektifinden-rusya-ukrayna-krizi/#comments Thu, 03 Mar 2022 09:53:04 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5790 Dünya ve Türk basınında sıcak gündemlerden biri olan Rusya ve Ukrayna arasında devam eden çatışma sürecini anlamak için öncelikle Rusya ile Ukrayna arasındaki krizin arka planını incelemek gerekir. 1991’de SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Ukrayna ve Belarus Rusya ile ilişkilerini devam ettirerek “Bağımsız Devletler Topluluğunu” kurmuştur. Rusya’nın amacı ticari ilişkilerini geliştirerek yeni bağımsız olan bu devletlerde kendine yakın hükümetler kurulmasını sağlayarak nüfuz alanını devam ettirmek istemesidir. Ancak Ukrayna’da durum Rusya’nın aleyhine olmuş ve Ukrayna,Batı ile ilişkilerini güçlendirmek için adımlar atmaya başlamıştır. Kiev meydanında gösteri yapan Ukraynalıların “geleceklerinin AB ve NATO’dan geçtiğini” (Sağlam, 2014, s.435) dile getirmeleri de Batı yanlısı bir politika izlendiğinin somut göstergelerinden biridir.

Rusya açısından Ukrayna oldukça önemli bir devlettir. Ukrayna, Avrupa ile Rusya arasında tampon niteliğindeyken aynı zamanda Rus gazının taşınmasında tercih edilen bir güzergâhtır. Ayrıca Sovyet döneminde Rusya’nın tahıl ihtiyacının karşılanmasında verimli bir kaynak, Karadeniz’de Rus faaliyetleri için stratejik limanlara sahip olan bir ülkedir. 2008 yılında NATO’nun Bükreş’te yapılan toplantısında Rusya için önemli iki devlet olan Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğinin gündeme gelmesiyle gelecekte Rusya ile NATO’nun karşı karşıya geleceği ve güç mücadelesinin ortaya çıkacağının (Birsel, 2012, s.117) işaretleri ortaya çıkmıştır. Ukrayna’nın AB ile ilişkilerini geliştirmek amacıyla Ortaklık Antlaşması imzalaması beklenirken bu süreci askıya alması Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik politikalarında yeni adımlar atmasına neden olmuştur. Putin, 2013’de Ukrayna’ya Avrasya Gümrük Birliğine katılma çağrısında bulunmuş, Yanukoviç ile bu yönde görüşmeler gerçekleştirmiştir (Cura, 2016, AA). Yanukoviç’in AB ile yapılan antlaşmaların uygulanmasında olumsuz tavırlar sergilemesi, ekonomik ilişkilerin kötüye gitmesi ve Rusya’nın baskılarının artması Ukrayna’da istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir.

2014 yılında dönemin Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç’in ülkede başlayan protestoların ardından istifa etmesi sonucu ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan Rusya “Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ilişkilerini geliştireceği, ardından da NATO’ya üye olacağı ve bu durumun da kendisi için bir tehdit oluşturacağı endişesiyle kendisi için stratejik öneme sahip olan Kırım’ı (Konak,2019, s.85)” ilhak etmiştir. Kırım’ın Rusya’ya katılması Donbas bölgesindeki ayrılıkçı gruplar için bir emsal teşkil etmiş ve bölgede çatışmalar ve gösteriler devam ederken Rusya bu gruplara Rus yanlısı olmaları nedeniyle destek vermiştir. Rusya’nın Donbas bölgesindeki bu ayrılıkçı cumhuriyetleri desteklemesinin nedeni hukuki anlamda “tanıma” yolu ile meşruiyet kazandırarak, bölgede askerlerini konuşlandırmak ve olası bir Ukrayna müdahalesinde kolayca bölgeye ulaşabilmektir. Ancak ne kadar hukuki gibi görünse de mevcut bölge Ukrayna’nın toprakları arasında kaldığı için bu girişim hukuka aykırıdır.

Donetsk ve Luhansk bölgeleri, Rusya, Ukrayna, AGİT’in de taraf olduğu Minsk Antlaşması sonucu ateşkes ilan edilmesine rağmen bölgedeki çatışmaların durdurulmasında etkili olmamıştır. 2015’te üç garantör devlet (Rusya, Almanya, Fransa) ile Ukrayna kapsamlı bir ateşkes ve barış anlaşması imzalanarak kriz çözümlenmeye çalışılmış ancak bölgedeki gerilim sona ermemiştir.

Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in 21 Şubat 2022’de yaptığı açıklamada “tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden sözde Donestsk ve Luhansk Cumhuriyetlerini tanıma kararını onayladıkları” ifadelerine yer vererek Ukrayna’nın toprak bütünlüğü aleyhine bir hamle yapmıştır. Bu iki cumhuriyet ile yaptığı savunma antlaşmalarını gerekçe göstererek Rus askeri birlikleri bölgeye konuşlandırılmıştır. Bu durum 2015 yılında imzalanan Minsk Antlaşmasının açıkça ihlalidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması 2/4. Maddesi;

Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar” ifadeleriyle bir devletin başka bir devletin egemenliğine aykırı bir şekilde kuvvet kullanılmasını yasaklamaktadır. Rusya’nın Ukrayna’ya düzenlediği saldırılar açıkça Birleşmiş Milletler Şartı’na aykırıdır. Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne karşı işlenen her türlü saldırıda Ukrayna askeri kuvvetleri meşru müdafaa hakkı kapsamında karşılık verme hakkına sahiptir.

Ukrayna’dan yapılan yayınlarda sivil halkın, çocukların ve yerleşim yerlerinin saldırılar sonucunda zarar gördüğü bilinmektedir. Bu durum Uluslararası Hukuku açısından önemli belgelerden biri olan 1949 Cenevre Sözleşmelerine göre Rusya tarafı olduğu bu antlaşmayı da ihlal etmektedir. İki büyük Dünya Savaşı’ndan sonra barışın yeniden tesisi ve korunması amacıyla kurulan Birleşmiş Milletlerin kuvvet kullanma dahil her türlü önlemin alınmasında etkili olacak organı olan Güvenlik Konseyi de Rusya’nın aleyhine alınacak her türlü kararı engellemek için veto hakkını kullanması nedeniyle büyük bir çıkmaza girmektedir. Güvenlik Konseyi dönem başkanlığının da Rusya’da olması bu saldırının önceden planladığı yönündeki şüpheleri de kuvvetlendirmektedir.

Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı eylemlerini durdurmak amacıyla uluslararası toplum çeşitli yaptırımlar uygulayabilir. Avrupa Birliği üyesi olan ve eskiden SSCB hakimiyetinde olan Estonya, Letonya, Litvanya gibi devletler Rusya’nın saldırgan tavrı karşısında askeri müdahale seçeneğine daha yakın devletler arasında yer almaktadır. AB, 2014’ten bu yana Rusya’nın bölgedeki faaliyetleri nedeniyle Rus şirketlerinin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlamak, ithalat ve ihracatlarını engellemek gibi önlemler almıştır. AB, Rusya’nın Minsk Antlaşmasına uymadığını gerekçe göstererek yaptırımları 6 ay daha uzatacağını[1] açıklamıştır. Rusya’nın saldırılarını devam ettirmesi halinde ekonomik olarak ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalması olasıdır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Rusya’nın veto etmesi nedeniyle karar alamaması halinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “barış için birlik” yöntemini uygulanarak Rusya’ya karşı çeşitli yaptırımlar uygulanmasını sağlanabilir. Barış için birlik yöntemi;

Güvenlik Konseyi; barışın tehdidi, ihlâli veya saldırı fiilinin mevcut göründüğü herhangi bir durumda, daimî üyeleri arasında oybirliği olmadığından dolayı uluslararası barış ve güvenliği korumaya yönelik aslî sorumluluğunun gereğini yerine getirmekte başarısız olduğu takdirde, Genel Kurul uluslararası barış ve güvenliği muhafaza etmek veya tekrar tesis etmek için, barışın ihlâli veya saldırı fiilinin varlığı hâlinde, silâhlı kuvvet kullanılması dâhil üye devletlere müşterek tedbirlerin alınmasına yönelik uygun tavsiyeleri belirlemek üzere konuyu derhal ele alacağını kararlaştırır. Genel Kurul toplantı hâlinde değilse, söz konusu talebi takiben yirmi dört saat içinde olağanüstü toplanabilir. Bu tür bir olağanüstü toplantı, Güvenlik Konseyinin herhangi bir yedi üyesinin oyu veya BM üyelerinin çoğunluğu tarafından talep edildiği takdirde yapılacaktır…” (Topal, 2014, s.115) şeklinde ifade edilmektedir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2/3 çoğunluğuyla kuvvet kullanma dahil her türlü yaptırım kararının alınması mümkündür. Mevcut durumda Rusya, barış için birlik kararı şartlarından olan barışın tehdidi, saldırı fiilinin gerçekleşmiş olması ve barışın bozulması koşullarını gerçekleştirmiştir. Ukrayna ve Rusya temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda diplomatik yollardan barış sağlanamazsa uluslararası toplum bu duruma sessiz kalmamalı bir an önce barışın yeniden tesisi için harekete geçmelidir.

 

 

 

KAYNAKÇA

  • BİRSEL, H. (2012), “Başlangıçtan Günümüze NATO Sorunsalı “Madalyonun İki Yüzü”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2012, Sayı 25, s.109-124.
  • HÜSEYNOV, F. (2003), “Bağımsız Devletler Topluluğunun Oluşumunun Hukuki Boyutları”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 52, Sayı 4, s.387-401.
  • KONAK, A. (2019), “Kırım’ın İlhakı ile Sonuçlanan Ukrayna Krizi ve Ekonomik Etkileri”, Uluslararası Afro-Avrasya Çalışmaları Dergisi, Cilt 4, Sayı 8, s.80-93.
  • SAĞLAM, M. (2014), “21. Yüzyılda Küresel Rekabetin Zemini Ukrayna”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 69, Sayı 2, s. 435-444.
  • TOPAL, A.H. (2014), “Uluslar arası Barış ve Güvenliğin Sürdürülmesi Kapsamında Barış İçin Birlik Kararının Uygulanabilirliği” ,Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Sayı 19, s.101-126
İnternet Kaynakları
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/uluslararasi-hukuk-perspektifinden-rusya-ukrayna-krizi/feed/ 1
Ottoman Ilmiyye Class https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ottoman-ilmiyye-class/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ottoman-ilmiyye-class/#comments Thu, 24 Feb 2022 10:48:59 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5754 The Ottoman Empire had ruled, for better or worse, a vast collection of lands for about 600 years. While ruling an empire from Anatolia to Morocco, they employed a very systematic structure of ruling personnel class. That privileged ruling class was called “Asker” and the rest of the Empire, the community, was called “Reaya”. The “Asker” class branches into three; the first and most famous one is “Seyfiyye”, which was primarily concerned with the military and ruling aspects of the Empire, the second one is “Kalemiyye” which was the diplomatic class who dealt with the paperwork. The last and most privileged amongst the “Asker” class is “Ilmiyye” which was the complete body of the Empire, from education to the justice system. This was the Ilmiyye class who policed the laws, educated the students, and protected the rights of people. The main aim of this article is to form a frame for Ilmiye class, its members, its functioning, and some well-known people from this class as much as possible. Due to the lack of certain suffixes and prefixes in English, I employed certain suffixes (s/ es) in parenthesis to show their plural form.

As in other Islamic states and empires, in the Ottoman Empire, the class whose duty is to reveal knowledge and reality by doing science was immensely important. In Ottomans, Ilmiyye class is the class which consists of Muslims and mostly Turks, who have graduated from madrasah with ratification, called icazet, and permission, and who are occupied in issuing fatwas and enacting laws by going into sacred texts such as Quran and the sunnah of the Prophet Muhammad (İpşirli, 2000). In Islamic tradition, since knowledge (‘ilm) and justice are closely related to the religion itself, in our case Islam, most of the scientists and jurists of Muslim empires are men of the cloth.

Kadi

It would be beneficial to define and introduce the key positions in Ilmiyye. First and foremost, the core element of the whole Ilmiyye class is “Kadı”. Its systematization was created by Mehmet The Conqueror. After they graduate from the madrasah, students have to go on a training course called Mülazemet (İpşirli, 2020). They have been appointed to their positions during a certain time called Müddet-i Örfiyye (Customary Time) which is approximately two years (Ortaylı, 2018). They were being appointed to every single corner of the empire they were the symbols of empery and the sultanate (Ortaylı, 2001). As might be expected, not every Kadi positions are at the same level and importance. There are low-level Kadi positions called Kaza Kadılığı (Township Kadi(s)), and there is high level and very important positions called Mevleviyet. Mevleviyet positions are immensely important and, because of their importance, they need to improve their
education and merit. The people who have the mevleviyet positions were entitled as Mevâli. Mevleviyet positions were divided into four-degree, the most important ones are “Bilad-ı Hamse (The Five lands which are Damascus, Bursa, Egypt, Plovdiv, and Edirne) and Haremeyn Kadılıkları (Two Sacred Lands Kadi(s) which are Makkah and Madinah), after respectively Rumelia and Anatolia Kadi and Istanbul Kadi (Unan, 2004). If we have wanted to talk about the duties that Kadi had to do, we will immediately understand that Kadi is not just a judge or law officer. One of his duties is to provide a safe transit and apparatus for the army in times of campaign. He was also responsible for the local security with Subaşı (commissioner of police) and his local gendarmerypower. He was also responsible for the duties of the notary’s office, he is the one who approves the documents of local people and ensures their trade and agreements. One of his responsibilities is to inspect the architectural documents of a certain building to check whether it is permissible by the law. Last but not least, he has the duty of patrolling and stalking the market (Ortaylı, 2018). In Ottoman Empire, it is one of the extreme felonies which altered and manipulated the prices of goods and materials which are crucial for the community. It is impossible to sell goods under the limit which was settled upon by a certain guild. Since it is predatory pricing and has not any side which is allowed by Islamic and Customary Laws, and it aims to eliminate the competitors, this kind of act is harshly and severely punished by Kadi(s). Such that, sometimes the punishment which Kadi has adjudicated upon can be severer than it should be. If this is the case, every single person in the Ottoman Empire had the right to appeal to Kazaskerlik Dairesi (Kazasker Office) to demand the case to be heard again. If this is the case, the case was heard by Kazasker or Sadrazam (Grand Vizier) himself.

As I mentioned before, the law is exceedingly bound with religion. Due to that, while giving a ruling, they excessively consult to the fatwas of mufti, the person whose duty is to give fatwas when they are asked by the people and kadi. Sometimes, Kadi can ask a certain topic if he cannot solve the case with available and present fatwas. When they asked the Mufti, if there is not another circumstance related to the case, they are strictly needed to obey the fatwa provided by Mufti. Peradventure they do not, they need to inform the Kazasker Office. All the fatwas issued by Şeyhülislam (Shaykh al-Islam, head of the Ilmıyye class and the most authorized religious man in the Ottoman Empire) were rigorously needed to be abided by all the Kadi because fatwas of Şeyhülislam was considered as law.

Kazasker

Now, we can briefly introduce the rest of the members of the class. Since we have talked about virtually everything to do with the kadi, we will jump to Kazasker who is the head of the justice system. The history and the roots of the Kazasker office date back to the early times of the Islamic Empire of the Prophet Muhammad (PBUH). In the times of the prophet, the prophet himself heard the cases amongst the soldiers, nonetheless, after his decease, caliph Umar Ibn Hattab appointed a person as army kadi for the first time in history, called kadilcund (literal translation is army kadi), and the history of army court has started in Islam. This position has evolved so many times until it became its last and, maybe, absolute phase, Kazasker (The word comes from kadi (قـــاضـــي) and asker (عـــسكر)). This position has legally established in the reign of Murad The First, Hüdavendigar, in 1361 (İpşirli, 2021). Nevertheless, its institutionalization has completed in the times of Mehmet The Second, The Conquerer, and divided into two, known as Rumeli and Anadolu Kazaskerliği. Since they are superior to ordinary kadi and all of the mevleviyet kadi, they usually hear the cases in which there are doubts of one of the sides and also some serious cases that lead to domestic turmoil. He has been responsible for the cases related to murder, inebriety, debauchery, burglary, adultery, and homicidal attempts by a weapon. (İpşirli, 2021) Kazasker was a kind of court of cassation or supreme court because if there is dissatisfaction about the decision given by any kadi, everybody has the right to appeal for the Kazasker for the case to be heard again.

Şeyhülislam

Our yet another member of the Ilmiyye Class is Şeyhülislam. As it can be understood from the name, he is “the head of the Islam and Ilmiyye”. He was the superlative amongst all members of Ilmiyye. He is the most knowledgeable and liable person between the ulema, or maybe this is the aim. Unfortunately, despite his all privilege, his authority and duties are limited when it comes to comparing with Kazasker. In Ottoman Empire, the Mehmet The Conquerer was the person who initially used Şeyhülislam word for describing the head of the ulema. Nevertheless, until the time of Suleyman The Magnificient, this position remained lower than Kazasker. When soon-to-be very renowned scholar, Ebussuud Efendi, introduced its commentary on Quran to Suleyman The Magnificient, the wage of this position has suddenly jumped, and literally, Şeyhülislam became the leader of the ulema and ilmiyye, both materially and spiritually (Uzunçarşılı, 2014). After that incident, Şeyhülislam has been started to hold responsible for the appointments of Kazasker(s), Mevali Kadı(s), all of the muderris positions (madrasah scholars whose duty is to educate the students), just for the desire of the administration of making Şeyhülislam as an important person. However, Şeyhülislam, despite all of his privilege, was not a member of Divan-ı Hümayun (An imperial council led by the Grand Vizier where extremely important legal topics are discussed), however, sometimes he could be invited when it is thought that he can help to overcome a specific topic. Şeyhülislam(s) are appointed by the appeal of Grand Vizier to the sultan himself. Disembodiment is also carried out by Grand Vizier. As Uzunçarşılı mentions in his book (2014), there are plenty of Şeyhülislam(s) who were either executed or beheaded due to their inconvenient behavior or their support for insurgents of certain revolts. On paper, it is virtually impossible to kill a şeyhülislam because of his religious importance and his value before the community. Albeit, in the reign of Murad IV, for the first time in history, because of doubts about him supporting the insurgents and aiming the dethronement of the sultan, Şeyhülsilam Ahî-Zâde Hüseyin Efendi was strangled (Uzunçarşılı, 2014). After that, there are a few incidents that eventually ends with the death of şeyhülislam. As I have said at the beginning of the article, the main aim of this paper was to provide basic information about a backbone class of the Ottoman Empire, Ilmiyye. All the errors and wrong interpretations made by me should be excused. My greatest thanks to dear Mehmet Ipşirli, Ilber Ortaylı and Ismail Hakkı Uzunçarşılı for their incomprehensive efforts to illuminate the area of Ilmiyye. This paper remains unfinished because of the immensity of the topic. Readers are strictly advised to dig deep into the books of aforesaid scholars to obtain enough and trustworthy knowledge.

 

 

 

References

  • İpşirli, M. (2020). Mülazemet. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 31, 536-537.
  • İpşirli, M. (2000). İlmiyye. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 22, 141-145.
  • İpşirli, M. (2021). Osmanlı İlmiyesi. İstanbul: Kronik Kitap.
  • Ortaylı, İ. (2018). Hukuk Ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti’nde Kadı. İstanbul: Kronik Kitap.
  • Ortaylı, İ. (2001). Kadı. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 24, 69-73.
  • Unan, F. (2004). Mevleviyet. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 29, 467-468.
  • Uzunçarşılı, İ. H. (2014). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları
  • (Photo) Yazar. (2019, October 20). Osmanlı Devletinde Kadılık. ANTBİLGİ. Retrieved February 20, 2022, from https://www.antbilgi.com/osmanli-devletinde-kadilik/

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ottoman-ilmiyye-class/feed/ 1
The Origins of Attachment Theory https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-origins-of-attachment-theory/ Thu, 17 Feb 2022 07:06:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5740 Attachment refers to the strong and permanent emotional bond between two individuals. It is mostly used to describe the relationship between a child and a caregiver. Newborn babies can develop attachment not only with their mothers but also with other adults who meet their basic physiological and psychological needs (Ainsworth, 1973; Bowlby, 1969). Adults who meet these basic care and love needs of infants are called primary caregivers, and this term is frequently used in attachment theory. Therefore, the primary caregiver can be the child’s mother, father, grandmother, or any adult who takes care of the child’s needs (Goldberg, 1991). The child’s proximity-seeking behavior with the primary caregiver when he/she feels sad or in danger is one of the important steps of attachment between the child and the adult (Bowlby, 1969).

The first studies on attachment were carried by John Bowlby and his colleagues (Cassidy,1999). Working as a psychiatrist at a Child Guidance Clinic in London in the 1930s, Bowlby was involved in the treatment of many emotionally damaged children and had the chance to observe the impact of the relationship between the child and the mother on child development in many aspects. He realized the impact of the infant’s separation from the mother at an early age on the child’s later maladaptive behaviors. In his collaborative studies with James Robertson, Bowlby (Bowlby and Robertson, 1952) observed that when separated from their mothers, children experienced intense anxiety and this anxiety did not decrease even if their nutritional needs were met by other caregivers. These findings contrast with the dominant behavioral theory of attachment, which considers nutrition as the main reason for the child’s attachment to his mother (Dollard and Miller, 1950). As a result of these observations, Bowlby developed the origins of attachment theory (Bowlby, 1969).

Attachment is defined by Bowlby as a “lasting psychological connectedness between human beings” (Bowlby,1969). In the study of Bowlby, it is suggested that attachment also has an important place in an evolutionary context. According to the evolutionary theory of attachment, infants have basic needs such as nutrition, protection, and care to survive. When attachment develops and these needs are met by the caregiver, the infants’ chances of survival increase. Therefore, the bond established between the child and the mother is more significant than nutrition according to the evolutionary theory (Bowlby, 1958).

In the studies carried out by Bowlby, it has been suggested that infants will first develop a single primary attachment (monotropy) with primary caregiver, and this attachment will form a secure base for their exploration of the world and their future relationships. Therefore, the positive or negative effects on this basic attachment process also affect the future life of the infants. It was also highlighted that there is a critical period for the development of attachment and this period covers approximately the first five years. If an attachment is not developed between the child and the caregiver during this critical period, this will cause negative consequences on the child’s mental, psychological and social development (Bowlby, 1969).

Bowlby’s empirical work on attachment were influenced by many different studies. One of them was a series of studies carried by Harry Harlow (Harlow,1958; Harlow,1965)  which examine the bonding processes of newborn rhesus monkeys with their mothers.

In the studies of Harlow, the bonding processes of newborn monkeys with their mothers were examined during the 1950s and 1960s. It was observed that infant monkeys depend on their mothers in many ways such as nutrition, protection, and care. For this reason, the basic function of this bond was investigated (Harlow and Zimmermann, 1958).

The main reason for attachment is explained as a nutrition in the behavioral theory of attachment, and it was suggested that the baby will establish a bond with the person who meets her/his nutritional needs (Dollard and Miller, 1950). Contrarily, in the studies of Harlow, it is suggested that infants have an innate need for emotional comfort, and they meet this need with touching and hugging. It is also suggested in the study that attachment is based on the “tactile comfort” that the child receives from the caregiver in line with this need (Harlow, 1958).

The studies of Harlow have been carried out in different forms. In one of these studies, newborn rhesus monkeys were isolated from birth. They were held for different periods, such as three months, six months, nine months, or a year, without any contact, either with each other or anyone else. After different periods of isolation, these monkeys were put back among the other monkeys and their attachment and adaptation behaviors were observed. After isolation, weird behaviors had been observed in monkeys. For instance, they were afraid of other monkeys, couldn’t communicate with them, and became aggressive. In addition, it was observed that they exhibited self-harming behaviors such as pulling their hair and biting their arms and legs as a result of their difficulty in the adaptation process (Harlow and Zimmermann, 1958).

According to the results of the research, it was observed that isolating the monkeys and preventing them to form attachments had a lasting effect on them. It was noticed that the duration of isolation played a decisive role in the size of this effect. In other words, monkeys isolated for 3 months were least affected compared to others, while monkeys isolated during one year were the group that experienced attachment difficulties most intensely (Harlow and Zimmermann, 1958).

In another study conducted by Harlow, infant monkeys were separated from their mothers after birth and placed in a cage. In these cages where the monkeys were placed one by one, there were two mother figures, one made of wire and the other covered with a soft towel. In the cages of four monkeys, there was the milk on the mother figure made of wire, while the milk was on the mother figure covered with a soft towel in the the other four monkeys’ cages. The study was continued for 165 days (Harlow. 1958)

As a result of the research, it was observed that the monkeys in both groups spent more time with the mother figure covered in a soft towel. The monkeys only went to the wire mother figure when they were hungry and went back to the mother figure covered with the soft towel again. It was also observed that when a frightening object was placed in the cage, infant monkeys tried to protect themselves and calm down by hugging the mother figure covered with a soft towel. These results support the evolutionary theory of attachment, which emphasizes the importance of security and caregiver sensitivity in the attachment (Harlow, 1958).

In these studies conducted by Harlow, it was concluded that in the critical period, which is the first month of their life, newborn monkeys need to bond with an object and hold on to it to maintain their normal development. In addition, it was observed that the newborn monkeys were emotionally damaged due to being away from the mother during the critical period and not being able to develop attachment. It was highlighted that this damage could be reversed when the monkeys developed attachment before the end of the critical period. However, when attachment could not be developed during and after the critical period, being in contact with mothers and peers afterward did not change this damage (Harlow,1958).

The studies and experiments conducted by Harlow have been ethically criticized. As a result of experiments to observe attachment behavior and the effects of deprivation, it was clear that the monkeys in the study were emotionally damaged. Also, it was observed that the female monkeys included in the experiment displayed harmful behaviors towards their offspring when they became parents. Besides these criticisms, Harlow’s studies had a valuable impact on issues such as attachment in newborns, the consequences of early separation from the mother, and the development of social behaviors. These findings supported Bowlby’s work and contributed significantly to the development of attachment theory.

In conclusion, considering the results obtained in many studies, it is clear that attachment theory has remarkable effects on the social, cognitive and emotional development of individuals. In addition, attachment theory offers important perspectives on the fundamentals and dynamics of close relationships (McLeod, 2009).

 

 

References

  • Ainsworth, M. D. S. (1973). The development of infant-mother attachment. In B. Cardwell & H. Ricciuti (Eds.), Review of child development research (Vol. 3, pp. 1-94) Chicago: University of Chicago Press.
  • Bowlby, J., and Robertson, J. (1952). A two-year-old goes to hospital. Proceedings of the Royal Society of Medicine, 46, 425–427.
  • Bowlby, J. (1958). The nature of the childs tie to his mother. International Journal of Psychoanalysis, 39, 350-371.
  • Bowlby J. (1969). Attachment. Attachment and loss: Vol. 1. Loss. New York: Basic Books
  • Cassidy J (1999). “The Nature of a Child’s Ties”. in Cassidy J, Shaver PR. Handbook of Attachment: Theory, Research and Clinical Applications. New York: Guilford Press. pp. 3–20
  • Dollard, J. & Miller, N.E. (1950). Personality and psychotherapy. New York: McGraw-Hill
  • Goldberg, S. (1991). Recent Developments in Attachment Theory and Research. The Canadian Journal of Psychiatry, 36(6), 393–400. doi:10.1177/070674379103600603
  • Harlow, H. F. & Zimmermann, R. R. (1958). The development of affective responsiveness in infant monkeys. Proceedings of the American Philosophical Society, 102,501 -509.
  • Harlow HF. The nature of love. American Psychologist. 1958;13(12):673-685. doi:10.1037/h0047884
  • Lorenz, K. (1935). Der Kumpan in der Umwelt des Vogels. Der Artgenosse als auslösendes Moment sozialer Verhaltensweisen. Journal für Ornithologie, 83, 137–215, 289–413. 
  • McLeod, S. A. (2009). Attachment Theory. Simply Psychology. www.simplypsychology.org/attachment.html

 

]]>
Sadaret Dönemi: Sadrazam Ali Paşa’nın Hayatı ve Şehadeti https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/sadaret-donemi-sadrazam-ali-pasanin-hayati-ve-sehadeti/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/sadaret-donemi-sadrazam-ali-pasanin-hayati-ve-sehadeti/#comments Thu, 10 Feb 2022 09:56:22 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5681 Sadrazamlık veyahut sadaret makamı, Osmanlı devlet teşkilatı içerisinde büyük bir öneme sahiptir. Tarihi geçmişine baktığımızda Türk-İslam devletlerinde ve bilhassa Selçuklular’da bulunan, baş vezirlik makamının bir devamı olarak kabul edilen (İpşirli, 2008, s. 414-415) ve takriben 15. yüzyılın ortalarına doğru yaygınlaşan sadrazam tabiri, daha önceki dönem kaynaklarında genellikle vezir-i azam şeklinde geçmektedir (Kaşıkçı, 2016, s. 112). Padişahlıktan sonra en yüksek makam olan, hatta zaman zaman alınan kararlarda padişahı dahi devre dışı bırakan sadrazamlık makamına tarih içerisinde birçok nevi şahsına münhasır devlet adamı getirilmiştir. Bu görevde bulunmuş devlet adamlarından bir tanesi de, üç buçuk sene makamda kalmasına rağmen tarihi seyre azımsanmayacak bir şekilde etki eden Damat Ali Paşa’dır. Ali Paşa’nın sadaret döneminde Osmanlı Devleti askeri ve siyasi yenilgiler silsilesi neticesinde buhranlı bir dönem geçirmektedir. Bu sıkıntılı dönem içerisinde Sadrazam Ali Paşa bir taraftan siyasi ehliyeti, diğer taraftan ilim ile münasebeti hasebiyle dikkat çekmektedir. Paşa, Karlofça Antlaşması ile Lale Devri arasındaki dönemde, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen Petrovaradin Savaşı’nda şehit düşmüş ve Osmanlı’nın hezimeti, savaştan 2 yıl sonra başlayan Lale Devri’ne yol açan saikler zincirinin son halkası olmuştur. Bu yazıda, Ali Paşa’nın hayatını, kişiliğini ve şehadetini içerisinde bulunduğu dönem çerçevesinde genel bir değerlendirme ile ele alacağız.

Ali Paşa, günümüzde Bursa’nın Orhangazi ilçesine bağlı, doğal güzellikleri ile halen dikkat çekmeye devam eden İznik Gölü kenarındaki Sölöz köyünde dünyaya geldi (Özcan, Sevinç, 2019, s. 449). Doğum tarihi konusunda dönemin kaynaklarında net bir bilgi olmadığı için bu noktada ihtilaflar mevcuttur. Bazı batılı kaynaklarda (örneğin “The Encyclopaedia of Islam”) 1667 tarihinde doğduğu yazmasına rağmen (R. ve diğerleri, 1986, s. 395) diğer kaynakların ekseriyetinde, Ali Paşa’nın vefatında otuz beş yaşında olduğu konusunda mutabakat vardır. Dolayısıyla şehadetinin 1716 senesinde vuku bulmasından hareketle H.1093 (M.1682)’de dünyaya geldiği söylenebilir (Özcan, 2010, s. 433). Kaynaklarda, mezkur zâtın ismi farklı unvanlar ile anılmaktadır. Yerel kaynaklarda genel olarak “Silahdar, Damat, Şehit” gibi unvanlar ile birlikte zikredilen Ali Paşa’nın, Batılı kaynaklar tarafından kullanılan “Cin” lakabı muhtemelen kendisinin sadaret vazifesinden önce hokkabazlık ve sihirbazlık ile meşgul olmasından dolayıdır (Özcan, 2010, s. 433). Ali Paşa, babasının saray içerisinde muhtelif görevlerde bulunması hasebiyle II. Ahmet döneminde, henüz küçük sayılabilecek yaşta saray çevresine girme imkanı bulmuştur. Çorlulu Ali Paşa’nın silâhdarlığı sırasında kendisine intisap etmiş ve Çorlulu tarafından dönemin padişahı, kayınpederi II. Mustafa’ya takdim edilmiştir. Bu takdim neticesinde padişahın has kulları arasına dahil olmuş ve bu durum III. Ahmet’in cülûsundan sonra da aynen devam etmiştir (Özcan, 2010, s. 433). Nitekim ilerleyen süreçte sırasıyla sır katibi, rikabdar ve silahdar vazifelerini yerine getirmiştir (Süreyya, 1996, s. 274). III. Ahmet’in kızı Fatma Sultan ile izdivaç ederek payitaht ile olan bağını kuvvetlendirmiş ve sadrazam olmadan evvel dahi yönetimde tesiri her daim hissedilen bir kişi haline gelmiştir. Payitaht üzerindeki bu tesiri, sadrazam olacak kişinin belirlenmesinde söz sahibi olacak kadar da kuvvetlidir. Bunu özellikle Çorlulu Ali Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesinde ve Hoca İbrahim Paşa’nın sadrazamlığa tayininde görmek mümkündür. İlerleyen süreçte Hoca İbrahim Paşa’nın kendisi aleyhinde işler çevirdiği, hatta suikast hazırlığı içerisinde olduğu şüpheleriyle sadrazamı katlettirmiş ve 1713 senesinde kendisi sadrazamlığa yükselmiştir. Batılı birtakım kaynaklarda, Damat Ali Paşa’nın isteksiz bir şekilde sadrazam olduğu iddia edilse de bu iddiayı destekleyen başka herhangi bir kaynağa rastlanmamaktadır. Dolayısıyla bu iddia zayıf bir görüş olarak kabul edilmektedir.

Ali Paşa’nın sadrazam olarak ilk icraatı Prut Antlaşması ile ilgili bazı pürüzleri gidermek oldu (Danişmend, 1972, s. 7). Esasında niyeti, selefleri gibi 1699 Karlofça Antlaşması’nda kaybedilen toprakları imkanlar elverdiğince geri almaktı. Venediklilerin Osmanlı ticaret gemilerine karşı taciz girişimleri, Karadağlıları isyana teşvik etmeleri, Mora’da bulunan Ortodoks halkın Katolik olan Venedik’in baskısı karşısında Osmanlı yönetimini arar hale gelmesi ve bunun sonucunda Mora’nın tekrardan Osmanlı topraklarına katılma düşüncesinin Osmanlılarca benimsenmesi diğer başlıca sebeplere örnek olarak verilebilir. Sefer hazırlıklarına başlamadan önce İstanbul’daki Venedik elçisi ile görüşen Sadrazam Ali Paşa, Venedik’e bizzat mektup gönderse de bir sonuç elde edemedi. Sonuçsuz kalan girişimlerin ve Venediklilerin antlaşmayı bozan fiilleri neticesinde Mora seferinin hazırlıklarına başlandı (Özcan, Sevinç, 2019, s. 453). O sırada İstanbul’da hazır bulunan İbrahim Müteferrika elçi olarak Avusturya’ya gönderilmiş ve Avusturya’nın, Osmanlı-Venedik arasındaki bu savaşta tarafsız kalmasını istemiştir (Özcan, Sevinç, 2019, s. 453-454).

İki taraf arasındaki gelişmeler neticesinde ordu sefer için yola çıkarak malum topraklara ulaştı. Bizzat Serdar-ı Ekrem Ali Paşa tarafından komuta edilen kara ordusu ilk hamlede Mora Kasteli’ni alırken, diğer taraftan İnebahtı, Preveze gibi önemli noktalar ele geçirilerek Kuzey Mora’nın; Navarin, Kodon gibi bölgelerin hakimiyetiyle de Güney Mora’nın fethi gerçekleşti (Özcan, 2010, s. 433). Dahası, sefer esnasında uzun zamandır fethi gerçekleştirilemeyen bazı ada ve kaleler de Osmanlı topraklarına dahil edildi (Sarıkaya, Göger, 2018, s. 102). Bu fetih itibariyle Ali Paşa’nın unvanları arasına “Mora Fatihi” de eklendi. Zafer sonrası Edirne’ye dönen Ali Paşa, meselenin henüz çözüme kavuşmadığı kanaatindeydi. Zira paşaya göre özellikle Korfu adasının fethi zaruri bir durumdu. Dolayısıyla yeni bir sefere çıkılarak, Venedik donanmasının yuvası haline gelen bu adanın ele geçirilmesi şarttı (Karagöz, 2019, s. 60). Önceki zaferi de yeni bir zafer ile taçlandırarak hakimiyeti kuvvetlendirmek icab ediyordu. Hazırlık sonrasında donanmayı Korfu’ya gönderip 100.000’i aşkın (bazı kaynaklara göre 120.000 civarı) bir ordu ile Avusturya istikametine doğru yönelen Serdar-ı Ekrem Ali Paşa, kabrine ev sahipliği yapacak olan topraklarda olduğundan bihaber, Belgrad civarında yapılan istişare sonrasında Varadin taraflarına gitmeyi uygun gördü (Petrovaradin Muharebesi’nin gerçekleştiği bölge). Avusturya kuvvetleri takriben 64.000 kadardı (Özcan, 2010, s. 433). Kayda değer bir bilgi olarak Avusturya ordusu içerisinde Comte de Bonneval veyahut Osmanlı tarihinde bilinen adıyla Humbaracı Ahmet Paşa da bulunuyordu (Özcan, Sevinç, 2019, s. 457).

Rumeli Beylerbeyi Sarı Ahmet Paşa’nın önerisiyle, ordu yorgunluğunu atana kadar hücuma geçilmedi. Rivayetlere göre Ali Paşa, uygun olan hücum vaktini belirlemek için Müneccim La‘lîzâde Abdülbâki’nin vereceği eşref saatini beklemiştir (Özcan, 2010, s. 433). Karşılıklı top atışları dışında herhangi bir teşebbüsün olmadığı günün ertesinde savaş başlamış ve öğlene kadar sürmüştür. Savaşın neticesi Osmanlı’nın hezimeti ve Serdar-ı Ekrem Ali Paşa’nın şehadetidir. Şehadeti ile ismine bir unvan daha ekleyen Ali Paşa, bundan sonra Şehit Ali Paşa olarak anılmaya başlanmıştır. Şehadeti konusunda kaynakların ekseriyetine baktığımızda benzer bilgiler yer alır. Muharebe meydanının sağ cenahında şehadete erişen Ahmet Paşa’dan sonra o bölgede bozulmalar meydana gelmiş ve bunun üzerine Ali Paşa, orduyu cesaretlendirmek amacıyla yalın kılıç bir vaziyette o tarafa hücum edince alnına isabet eden kurşun sonucu şehit olmuştur (Özcan, 2010, s. 434). Ordu dağılmış, asker başsız kalmış ve geri çekilmeye başlamıştır. Geçici olarak serdar-ı ekremliğe Sarı Ahmet Paşa gelmiştir. Bazı kaynaklar Ali Paşa’nın orada yaralandığı ve Karlofça’da son nefesini verdiği yönünde görüş bildirmişlerdir (Özcan, Sevinç, 2019, s. 458-459). Tarihçi Hammer’de Karlofça konusunda hemfikirdir (Yılmaz, 2017). Şehidin naaşı, Defterdar Efendi’nin kiler arabası ile Belgrad’a götürülüp Kanuni Sultan Süleyman Camii haziresine defnedilmiştir. Türbesi ise yirmi üç sene sonra, Belgrad tekrardan alındığında inşa edilmiştir. 

Sadrazam Ali paşa, kaybedilen toprakları geri alma gayesinin ilk adımında başarılı olsa da, ikinci adımda kapı şehadete açılmış ve devlet hezimete uğramıştır. Osmanlı’nın 1711 Prut zaferi ile başlayan umudu, Mora’nın Fethi ile devam etmiş ancak Petrovaradin’de son bulmuştur. 1715-1718 Osmanlı-Venedik-Avusturya Savaşları’nın en mühim ve ağır muharebesi olan Petrovaradin, Osmanlı’nın binlerce askerine ve bazı stratejik topraklarına mal olmuştur. Bu olaylar zincirinin sonu da Lale Devri’nin miladı sayılan 1718 Pasarofça Antlaşması’na zemin hazırlamıştır.

1716 senesinde, mezkur devrin iki sene evvelinde gerçekleşen savaş zafer ile sonuçlansaydı muhtemelen Lale Devri’nin seyri çok farklı olacaktı. Belki de Ali Paşa unvanlarına daha nice unvan katacak, Osmanlı sadrazamları arasında ismini daha da yukarılara taşıyacak ve Lale Devri sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın tarihteki malum şöhretine gölge düşürecekti. Buna bir dayanak olarak İbrahim Paşa’nın, Ali Paşa’nın dul kalan eşi ile evlenerek damat olması ve siyasi bir kuvvet kazanması da gösterilebilir. Çünkü Ali Paşa şehit olmasaydı, Nevşehirli İbrahim Paşa Petrovaradin Savaşı’nda olduğu gibi katip veyahut başka devlet görevlerinde kalacak ve bu denli yükselemeyecekti. Bununla birlikte kimi tarihçiler tarafından Sokullu Mehmet Paşa’ya benzetilen Ali Paşa’nın, tarihi seyre etki etme noktasındaki potansiyeli ortaya konulmuştur.

Bu siyasi bağlamın dışında Ali Paşa’nın ilim ve dolaylı olarak kitaplar ile de ayrı bir münasebeti bulunmaktaydı. Nitekim kitaba ve ilme olan düşkünlüğü sonucunda birden fazla kütüphane kurmuştur. Bunların en meşhuru ve mühimi Şehzadebaşı’nda (günümüzde Vefa Lisesi içerisinde kalmaktadır) bulunan Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’dir (Erünsal, 2010, s. 435). Kütüphanenin devamlılığı için kurdurduğu vakfın tevliyet konusu ise dikkate değer bir mevzudur. Ali Paşa, çocuklarının tamamı vefat eder ve soyu tükenir ise vakfın tevliyetinin kölelerinden en uygun olanına, onlar da yok ise dindar bir kişiye aktarılmasını vasiyet etmiştir (Arslanboğa, 2020, s. 558). Bu ince hesabı ve hassasiyetinden de anlaşılacağı üzere Paşa, ilme ve ilmin devamlılığına büyük önem vermektedir.

Şehit Ali Paşa’nın ilme ve alime verdiği ehemmiyete delil olarak dönemin önemli şahsiyetlerinin hamiliğini üstlenmesi de gösterilebilir. Nitekim kendisinin hâmîlik geleneği içerisinde mühim ve özel bir yere sahip olduğunu söylesek mübalağa etmiş olmayız. Paşanın, hâmîliğini yaptığı şahsiyetler arasında Osmanlı tarihçisi Naima, Şair Nedim ve Nabi gibi birçok büyük isim mevcuttur. Paşa, özellikle şairler üzerinde kayda değer bir etki bırakmış ve şimdiye kadar ki yapılan incelemelerin sonucunda Ali Paşa’ya atfedilmiş methiyeler kaleme alan 23 şair tespit edilmiştir (Koncu, Çakır, 2021, s. 1060). Şiirlerin ekseriyetinde Ali Paşa’nın fetihleri, ilmi şahsiyeti, cesareti, yardımseverliği, israftan ve liyakatsizlikten kaçınması gibi durumlardan söz edilmektedir. Divan edebiyatının gözde şairlerinden Nedim,elli beyitlik kasidesinde Ali Paşa’yı memleketi süsleyen bir sadrazam olarak tanıtmış;  Nabi ise “Allah Ali Paşa’yı dine kuvvet vermek için yaratmış” gibi methiyeler savurduğu şiirini “Paşa’yı övmeyen şaire yazıklar olsun” diyerek sonlandırmıştır (Koncu, Çakır, 2021, s. 1022-1043).

Sonuç olarak, genç yaşında saraya giren Şehit Ali Paşa, padişahın nazar-ı dikkatini celbetmiş, muhtelif hataları olsa da kendi kanaatimce liyakati, düzeni, disiplini gözetmiş ve ilim camiasını gücü elverdiğince kanatları altına almış bir zâttır. Otuz beş senelik ömrüne birçok icraat ve hayrat sığdırmış, üç buçuk sene sadrazamlık yapmasına rağmen Osmanlı tarihinde kendisine genişce bir yer açmıştır. Nitekim siyasi tarih kaynaklarının yanında Osmanlı’nın kültür tarihinde de ismine çok rastlanır bir şahsiyettir. Zannımca kendisini önemli bir karakter haline getiren özelliklerinden bir tanesi, siyaset kafesi içerisinde kalmayıp kitap, ilim ve alimler ile olağanın biraz daha ötesinde iştigal etmesidir. Bunun yanında devlet işlerindeki disiplin ve intizamı, liyakatteki tutumu takdire şayandır. Teşebbüslerinden de anlaşılıyor ki, gençliğinden dolayı gözü pek ve hedefleri büyük olan, ideal sahibi bir devlet adamıdır.

 

 

 

 

Kaynakça

  • Altınay, A. R. (2013). Âlimler ve Sanatkârlar. (Haz. M. Necip Yılmaz). İstanbul: Büyüyen Ay Yay.
  • Arslanboğa, Kadir. (2020). Hayırlı Evlat: Şehit (Damat) Ali Paşa’nın Vakfı. İnsani ve Sosyal Bilimlerde Güncel Araştırmalar. 557-572.
  • Erünsal, İ. E. (2010). Ali Paşa Kütüphanesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 38, 435-436.
  • İpşirli, M. (2008). Sadrazam. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 35, 414-419.
  • Danişmend, İ. H. Danişmend. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. İstanbul: Türkiye Yayınevi. 1972, IV
  • Karagöz, H. (2019). GENEL JOHANN GEORG VON BROWNE’NİN OSMANLI-HABBURG SAVAŞLARI ÜZERİNE YAZILARI: BİR VAKA ÇALIŞMASI, 1716 PETERVARADIN SAVAŞI. Tarih Dergisi, (70), 51-88. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iutarih/issue/51522/668613 adresinden erişildi.
  • Kaşıkçı, O. (2016). Osmanlı Devletinde Vezir-i Azam (Sadrazam) . Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi , Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi-Hukuk Araştırmaları Dergisi 2015/2 Sayısı , 127-134 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/maruhad/issue/27556/289420
  • Koncu, H., M. Çakır (2021), Hıdîv-i Mülksitânun Vezîr-i Mümtâzı Şehîd Ali Paşa’nın Hâmîliği Littera Turca. Littera Turca Journal of Turkish Language and Literature, 7/4, 1018-1064.
  • Kubbealtı Lugatı. Erişim 28 Ocak 2022. http://www.lugatim.com/s/sadrazam
  • Özcan, A. & Sevinç, N. (2019). Nasihatnâme’den Talimatnâme’ye: Damad/Şehid Ali Paşa ve Devlet Görevlilerine Dair Yazılı Emirleri. FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, (13), 449-503. DOI: 10.16947/fsmia.582415
  • Özcan, A. (2010). Şehid Ali Paşa. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 38, 433-434.
  • Sarıkaya, H. & Göger, V. (2018). Osmanlılarca Hazırlanan Mora’nın Fethi Üzerine Fethnâme (1715). Tarih Dergisi, (67), 101-124. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iutarih/issue/38272/369193 adresinden erişildi.
  • Süreyya, M. (1996). Sicill-i Osmani. Cilt 1. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
  • Uzunçarşılı, İ. H. (1983). Osmanlı Tarihi. Cilt 4/2. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
  • Yılmaz, M. (2017). Hammer – Büyük Osmanlı Tarihi 13.Cilt. 25 Ocak 2022 tarihinde
    https://kupdf.net/download/hammer-b-uuml-y-uuml-k-osmanl-305-tarihi-13-cilt_5af7d871e2b6f53e0335d02c_pdf#modals adresinden erişildi.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/sadaret-donemi-sadrazam-ali-pasanin-hayati-ve-sehadeti/feed/ 4
Türkiye-Amerika İlişkileri (1919-1960) https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/#comments Thu, 20 Jan 2022 17:14:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5518 Türkiye-Amerika İlişkileri’nde Türkiye’nin Oltadaki Balık Olarak Görülmesinin Etkisi

GİRİŞ

Endüstri devriminin sonucu olarak artan üretim ile yeni pazar arayışları ve yatırım alanları fabrikaların ham madde ihtiyacı ve Avrupa piyasalarının da bu mallara doymasıyla sömürgecilik hızlanmış ve bu sömürgecilik emperyalizm haline gelmişti. 1.Dünya Savaşına baktığımızda bu savaş, tüm dünyayı denetim altına almış olan büyük devletlerin ekonomik güçlerini ortaya koyarak yürüttüğü bir savaştır. 1918 yılında Avrupa’daki devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çatışmalarını da görmekteyiz. ABD’nin durumuna baktığımızda ise savaşa girmesi üçlü itilaf devletleri için avantaj olmuş ve Almanya’nın karşısına dikilmişti. (sander, 2016) ABD Hükümeti’nin ve başkan Wilson’ın 1918 yılında savaş sonrası düzen konusunda görüşlerini 14 madde ile açıklamıştır. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson Amerikan kongresinde konuşmasından, 12’inci madde ile ilgili işte şu sözleri yer almaktadır…

“Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine kısmi bir egemenlik tanınmalı, Türk Olmayan halklara bağımsızlık verilmeli ve Çanakkale Boğazı uluslararası garantilerle serbest geçişlere ve ticarete açık tutulmalıdır.” (Akın, Türkiye-Amerika ilişkileri , 2016)

Wilson’ın bu söyledikleri Osmanlı için ölüm fermanı olmuştur. Boğazlarda egemenlik kurma çabalarını Wilson’ın 12. maddesiyle de bariz görmekteyiz. ABD 1800’lü yıllardan beri Akdeniz’de serbest dolaşabilmek için 2 milyon dolar kadar haraç veriyordu. Osmanlı bu dönemlerde Kuzey Afrika eyaletlerinde büyük bir maden keşfetmişti. ABD için Osmanlı önemli bir ticaret yeriydi bu yüzden Osmanlı ABD’yi “Semiz Ördek” olarak tanımlamaktaydı. (kıssınger, 2015) Osmanlı’nın ABD’nin her türlü olanaklarından ve her şeylerinden yararlandıkları için bu tanımlama yerinde olacaktır. Yıllarca devam eden haraçlar ve ticaret alışverişleri ABD’de Türk düşmanlığının oluşmasında en önemli nedenlerden biri haline gelmiştir.Osmanlı için İzmir’in işgalinden sonra Amerikan mandası ortaya çıkmıştır. İzmir’in işgali ile Asya ve Avrupa Türkiye’sinin her yerinde manda yönetimlerinin kurulması, Türkiye’nin parçalanması ve Osmanlı’nın bağımsız bir imparatorluk olarak varlığının sürdürülmesine son verilmesi için adımlar atılmış ve İzmir’in işgali önemli olmuştur. Bu dönemde Osmanlı ekonomisi batma noktasına sürüklenmiş, ülkenin olumsuz gidişinden Amerikan Mandası fikri daha sık duyulmaya başlamıştı. Hatta Halide Edip, İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e yazdıkları mektupta da Amerikan Mandası yanlıları olduğunu belli etmektedirler.* Başkan Wilson’a yazdıkları ortak mektupta ABD’yi Osmanlı ve Ermenistan toprakları üzerinde Boğazlarda manda yönetimini kurmaya davet etmişlerdir. 24 Eylül 1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Wilson ile görüşmeler gerçekleştirmiş olup ve bu görüşmelerin sonucu Sivas kongresine de yansımıştır. Milletimizin ve devletimizin bağımsızlığı, vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, milli ilkelerimize saygılı olan vatanımıza karşı saldırı ve yayılma amacı gütmeyen herhangi bir devletin ancak ekonomik, sanayi yardımının kabul edileceği söylenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Amerikan Mandasına karşı çıkmış ve Amerikan mandası yanlılarının kendi rahatlıklarını korumak adına vatanı ve Türk istiklalini feda ettiklerini belirtmiştir. Fakat İzmir’in kurtarılmasıyla, ABD istediğine kavuşamamıştır.

Öte yandan 24 Temmuz 1923 tarihinde ABD ile Türkiye arasında imzalanan Lozan Barış Antlaşması Amerikan Senatosu’ndan onay alamamıştır. Onay alamamasındaki sebeplerden biri ABD’nin kapitülasyonları kaybetmiş olması diğeri ise Ermeni lobisini destekleyen yoğun propagandalardır. Bunlar hala günümüzde de bir pürüz olarak kalmıştır. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde, Mustafa Kemal ve başkan Roosevelt dönemine baktığımızda ilişkilerin sorunsuz bir şekilde hatta karşılıklı jestler ve hoşgörü ile ilerlediğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra dengeler değişmiş, ABD’nin çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının da önüne geçerek Türkiye’yi boyunduruğu altına almakistemiş ve gözlerini boğazlara dikmişlerdir. II. Kahire konferansında Alman ve Mihver devletlerinin başarılarından sonra Türkiye’nin de müttefiklerinin yanında savaşa girmesi istenilmiştir. İsmet İnönü bu konuda isteksiz olup aynı zamanda başkan Roosevelt’in etkisiyle tarafsız kalmasına karar verilmiştir. Türkiye kararsız politikalarının ve tarafsız kalmasının etkisini 1945’li yıllarda görmeye başlamıştır.Bu araştırma da Türkiye- Amerika ilişkilerinde, Türkiye’nin oltadaki balık olarak görülmesinin etkisi konusu, çalışmanın ana temasını oluşturmaktadır. Makalenin birinci bölümünde Türkiye-Amerika ilişkilerinde 1945-1960 yılları arasında ikili ilişkilerde izlenilen politikalar bahsedilmiş ve ikinci bölümde Menderes hükümeti dönemi ve oltanın ucundaki balık söylemine değinilmiştir. Sonuç bölümünde ise Türkiye’nin ve Amerika’nın izlediği politikalar sonucundaki durumlardan bahsedilmiştir.

  1. Türkiye-Amerika İlişkileri Dönemi: (1945-1960)

Sovyetlerin gözü Türkiye’de olup boğazlar konusundaki bazı taleplerde olmuştur. Kars, Ardahan ve Artvin’i istemiştir bununla birlikte Sovyetlere göre Boğazlar, Karadeniz bölgesinin güvenliği ve çıkarları doğrultusunda önemli olmuştur. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye bu yoğun baskıları ve askeri yığınak yapmaları, ABD’nin Türkiye’nin yanında olmasına sebep olmuştur. Sovyetler komünist ideolojilerini yaymak istemiş ve Doğu Avrupa’da komünist devletler kurmak istemiştir. Bu durum ABD için endişe yaratmış ve komünizmle mücadele için Türkiye ve Yunanistan’a ulusal bütünlüklerinin korunması açısından bazı yardımların verilmesi gerektiğine karar vermiştir. Böylelikle izlemiş oldukları politikanın temeli oluşturulmuştur. Bu kapsamda 12 Mart 1947’de Başkan Truman bu doktrini açıklamış, komünizm baskısı altında olan devletlere askeri ve mali yardım yapılmıştır. 1947’de gündeme gelen Truman Doktrini ile Marshall Planı da 1951 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. ABD’nin komünizm tehdidine karşı almış olduğu diğer bir önlem ise 4 Nisan 1949 yılında kurulan NATO (Kuzey Atlantik İttifakıdır). NATO’nun amacı ise ittifak ülkeleri bir araya gelerek güvenlik ve savunma konuları üzerinde iş birliği yapmaktır ve birine karşı yapılmış herhangi bir saldırı tüm üye devletlere yapılmış kabul etmektir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye tarafsızlığını bırakıp Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Türkiye’nin çelişkilerinden dolayı Türkiye’ye güven yoktu. 16 Eylül 1950 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya yaptığı ilk başvuru ise İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Belçika tarafından reddedilmiştir.

Türkiye’nin tekrardan güven kazanması ve NATO’ya girmesi için her yolu Menderes hükümeti deniyordu. Kuzey Kore ile ABD destekli Güney Kore arasında bu dönemde savaş başlamış olup Kore Savaşına Türkiye ABD’ye destek olmak adına askeri birlik göndermiştir. Böylelikle NATO’ya üyelik süreci gerçekleşti. Fakat ABD için Sovyetlerin nükleer silah üretmesi tehdit bir durum oluşturuyordu bundan dolayı Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak en ufak tehlikede vuruş üstünlüğüne sahip olmak istemiştir. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasını bu şarta bağlamıştır. Türkiye bu şartı kabul ederek NATO’ya üyeliği gerçekleşti ve Sovyetlerin hedefi haline geldi.

  1. Menderes Hükümeti, Darbe ve Oltanın Ucundaki Balık

Menderes hükümeti döneminde mali sıkıntıların giderek artması ve sanayi alt yapısının kurulmasında sermaye yetersiz kadığında Menderes hükümeti Amerika’dan yardım istemiştir. Amerika Türkiye’nin tarım ülkesi olduğu gerekçesiyle bu isteği reddetti. Menderes hükümeti çareler ararken Sovyetler bu krediyi verebileceklerini söylediler. Bu durumda Amerika Menderes’ten vazgeçmiş, onu gözden çıkarmıştı. Sonun başlangıcı denilen durum böyle başlamıştır. Türkiye, Amerika’ya her anlamda bağımlı olmasının sonuçları hüsrana neden olmuştur. Menderesin de bu hüsranı, Amerika’nın gözden çıkarması 27 Mayıs darbesini getirmiştir. Darbeye 2 gün içinde ABD Savunma Konseyi’nden onay verildi. Bu dönemde iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın Ucundaki Balık” benzetmesi etkili olmuş ve Türkiye’nin ABD’ye bağlı olduğu ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediğini de bu söz doğrultusunda görmekteyiz. (Türkiye-Amerika İlişkileri , 2016). Yani Oltanın ucundaki balık benzetmesi, oltaya takılan balığa yem vermeye gerek yoktur, bu da Türkiye’ye sürekli yem vermeye gerek olmadığını ve Türkiye ABD’den kurtulmak isterse boğazının parçalanmasına sebep olunacağını bu benzetmeyle açıklayabiliriz. Menderes’in darbesi de ne yazık ki bu durumda gerçekleşmiştir. Eğer ABD’nin çıkarları doğrultusunda hizmet etmeye Türkiye devam etseydi Amerika için bir sorun yoktu. Türkiye bu durumda ABD’ye bağımlı hale gelmesiyle, ABD için “Oltayı Yutan Balık’’ haline gelmiştir. Günümüzde hala Türkiye “Oltaya Takılan Balık” olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır. Türkiye askeri, ekonomi, siyasi alanda güçlü bir ülke haline gelmiş bulunmakta ve kendi üretimlerini de her alanda gerçekleştirebilecek güce sahip olmuştur. “Dünya 5’ten büyüktür.” söylemi de bunu ispatlamaya örnek olarak verilebilir.

SONUÇ

Baktığımız da Türkiye’nin dış politikasını iki önemli unsur etkilemiştir. Bunlardan ilki Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmemiş olması diğer unsur ise; Soğuk savaştan sonra dünyanın iki kutuplu sisteme girmiş olması ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği tarafından tehdit ediliyor olmasıdır. Sovyetlerin gözü bu dönemlerde Türkiye’de olup, boğazlar konusunda ki talepleri Doğu bölgesinden Kars, Ardahan ve Artvin’i istemesiyle gerginlikler başlamıştır. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye yoğun baskıları sonucunda ABD Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmiş ve yanında yer almıştır. ABD, Türkiye’nin borçlarını silmesinin yanında, Marshall Planı ve Truman doktrini ile ekonomik yardımlar yapmıştır. Marshall Planı ve Truman doktrini, NATO(Kuzey Atlantik Antlaşması); Sovyetlerin Ortadoğu ve Avrupa’da yayılma faaliyetlerine ve komünizme karşı Amerika’nın almış olduğu tedbirlerdir. Mali sıkıntılar Menderes döneminde artmış ve iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın ucundaki balık” benzetmesi etkili olmuştur. Çünkü oltanın ucuna takılan balığa yem vermeye gerek yoktur. Ne yazık ki bu dönemde Türkiye’nin tek yönlü dış politika izlemesi hatalı olmuş ve ABD dış politikasına gözü kapalı destek vermesi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu dönem Türkiye’nin askeri, siyasi, ekonomi olarak ABD’ye bağlı olduğu ve Türkiye’nin emperyalizm tuzaklarıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemdir. Günümüz Türkiye’sine baktığımızda ise her alanda kendi gücünü gösterebilecek bağımsız, yükselen bir Türkiye’yi görmekteyiz. Emperyalizm tuzakları ise hala var olmaktadır.

 

Kaynakça

  • Akın, N. (2016). Türkiye-Amerika ilişkileri. Tarih ve Gündem, 6.
    Akın, N. (2016). türki.
  • Kıssınger, H. (2015). Diplomasi. istanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
  • Sander, O. (2016). ABD’nin Politikası ve Savaşa Girişi. Ankara: imge kitabevi.
  • T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başakanlığı. (2021, Eylül 8). nutuk, amerikan mandası için propagandalar : https:// www.atam.gov.tr/nutuk/amerikan-mandasi-icin-propagandalar adresinden alındı.
  • Türkiye-Amerika İlişkileri . (2016). Türkiye Oltadaki Balık mı?, 18.

 

*Bu akımı temsil eden resmi ve gayri resmi Amerikan görüşünün altında yatan gizli düşünce şudur: Türkiye’yi parçalamamak, eski sınırları içinde bir bütün halinde olduğu gibi korumak şartıyla genel ve tek bir mandaya bağlamak. Suriye, Amerikan Komisyonu orada iken, genel bir kongre toplayarak Amerika’yı istemiştir. Suriye’nin bu isteği Amerika’da çok iyi karşılanmıştır.(Halide Edip Adıvar’ın, Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptan) (T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı , 2021) bkz.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/feed/ 59
Çevre Hukukunun Uluslararası Boyutları ve Türkiye https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/cevre-hukukunun-uluslararasi-boyutlari-ve-turkiye/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/cevre-hukukunun-uluslararasi-boyutlari-ve-turkiye/#respond Fri, 03 Dec 2021 14:34:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=4001 Giriş

Çevre hukukunun uluslararası hukukta görünür hale gelmesi küresel ısınma, iklim değişikliği gibi konuların devletlerin ulusal hukuk sistemlerini etkilemesiyle birlikte ortaya çıkan bir durumdur. Uluslararası hukukta çevrenin bir parçası olan denizler ve denizlerin kullanımına ilişkin uluslararası düzenlemeler ve antlaşmalar bulunsa da diğer çevre unsurlarına yönelik çalışmalar kısa zaman öncesine dayanmaktadır.

Devletlerin kendi ülkelerinin ana unsurları olan kara, deniz ve hava alanlarına yönelik kullanım hakları bulunsa da zaman zaman devletlerin hakimiyeti altında olan bu alanlarda gerçekleştirdikleri faaliyetler sonucunda sınır aşan diğer uluslararası hukuk kişilerini de etkileyen sorunlar ve sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Devletlerin sınır aşan faaliyetleri aynı zamanda devletlerin sorumluluğu konusunu da gündeme getirmektedir. Bu durum uluslararası çevre hukukunun da gelişimine katkı sağlamaktadır. Devletlerin çevre konusunu uluslararası alanda incelemesine neden olan unsurlar incelendiğinde en başta enerji kaynaklarının ekonomik alanda etkin ve verimli kullanımı, çevresel kirliliğinin önlenmesi ve canlı türlerinin korunması, iklim değişikliği ve su kaynaklarının kullanımı gibi başlıklar öne çıkmaktadır.

  • Çevre Hukukunun Gelişimi ve Devletlerin Sorumluluğu

Uluslararası alanda uluslararası hukukun kişilerinden olan devletlerin sorumluluğuna ilişkin birçok kural ve düzenleme bulunmaktadır. Devletler arası ilişkilerde başlıca unsur barışçıl bir şekilde egemenlik haklarını korumaktır. Bir devlet başka bir devletin kara, deniz ya da hava hakimiyet alanına zarar verecek bir faaliyette bulunursa bu durumda verdiği zararı gidermekle yükümlüdür. Çevre hukuku alanındaki gelişmeler dikkate alındığında ise uluslararası hukukun kaynaklarından olan uluslararası teamül hukukunda “diğer devletlere zarar vermeme, çevreye saygı gösterme ve koruma yükümlülüklerine halel getirmeme” (Shaw, 2018, s.616) gibi düzenlemeler bulunmaktadır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda çevre konusunda birçok karar alınmış bu durum çevre hukukunun temel belgelerinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı sonucunda 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) kurulmuştur[1]. Birleşmiş Milletler Çevre Programının faaliyetleri sonucunda çevre hukuku alanında birçok uluslararası çevre sözleşmesi ortaya çıkmıştır. “1985 Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana Sözleşmesi ve 1987 Montreal Protokolü ile 1992 Biyoçeşitlilik Sözleşmesi” (Shaw, 2018, s.612) sözleşmeler bunlardan bazılarıdır.

Uluslararası hukukta karasuları, denizler ve su yollarının kullanımına ilişkin kuralların bulunması çevre hukuku alanında da gelişmelere katkı sağlamıştır. “Oder Nehri Uluslararası Komisyonunun Bölgesel Yargı Yetkisi” (International Commission on the River Oder) davasında verilen kararda “… nehre kıyıdaş olan devletlerin nehrin kullanımına yönelik tam eşitlik ve imtiyaz haklarının olmadığı[2]” ifadelerine yer verilmiştir. Bu kararı önemli kılan durum ise bir doğal su yolunun devletler arasında kullanım koşullarının ve çevresel bir konunun devletler arası mesele haline gelmesidir.

Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin taraf olduğu Trial Smelter davasında Kanada’nın sınırları içerisinde yer alan bir fabrikanın üretim faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan sülfür gazının Amerika toprakları içerisinde yer alan bir bölgede ekili alanlara ve ormanlara zarar vermesi konu edilmektedir. Bu davada verilen kararda “…verilen zarardan devletin uluslararası sorumluluğunun olduğu[3]” yönünde ifadeler yer almaktadır. Devletler arası ilişkilerde güç kullanımı da zaman zaman çevresel konular ekseninde incelenmiştir. Corfu Channel (Korfu Boğazı) davasında “… devletlerin topraklarının başka bir devlete karşı kuvvet kullanılmasında üs olarak kullanılmasından doğan sorumluluk…” kararıyla egemenliğin ve çevrenin unsuru olan toprağın kullanımı da uluslararası hukukta önemli bir konu haline gelmiştir.

Küresel ısınma, asit yağmurları, ozon tabakasının incelmesi gibi konuların küresel ölçekte gündeme gelmesiyle birlikte uluslararası çevre hukuku da giderek önem kazanmıştır. Uluslararası alanda çevre hukukunun temel ilkeleri incelendiğinde “çevre hakkı, ödev boyutu, önleme ilkesi, sürdürülebilir kalkınma, iş birliği ve eşgüdüm, entegrasyon, katılım, kirleten öder, ihtiyat ilkeleri” geçerlidir. Çevre hukukuna ilişkin sözleşmeler incelendiğinde “sınır aşan çevre kirliliği nedeniyle hava, deniz, kara gibi değerlerin korunması, kirlenmenin önlenmesi ve denetimi (Kılıç, 2001, s.136)” temel konular olduğu görülmektedir.

1.2.Çevre Hukuku ve Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 90: “…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” ifadesi uluslararası hukukun kaynaklarının ulusal hukukta nasıl yer bulacağına ilişkin temel kurallardan biridir. Türkiye uluslararası alanda çevre hukuku alanında da birçok antlaşmaya taraf olan ve ulusal mevzuatını da uluslararası alanla uyumlu hale getiren bir devlettir.

Ulusal hukuk mevzuatımızda çevre hukukuna ilişkin ilk düzenleme 1982 Anayasasının 56. maddesidir. 56. Maddenin ilk iki fıkrasında çevre hakkı “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” ifadeleriyle düzenlenmiştir. 11 Ağustos 1983 tarihinde çıkarılan “Çevre Yasası”, 1984, 1990 ve 1991 yıllarında değişikliğe uğramıştır (Gürseler, 1999, s.820). Ulusal mevzuatın yanı sıra Türkiye çevre konusunda birçok uluslararası sözleşmenin de tarafıdır. Bu sözleşmeler:

Kısaltma Antlaşma Adı Tarih Yeri Yürürlük Tarihi Türkiye’nin Taraf Olma Tarihi
Viyana Sözleşmesi Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana

Sözleşmesi

1985 Viyana 1988 1991
Montreal Protokolü Ozon Tabakasını İncelten Maddelere Dair Montreal

Protokolü

1987 Montreal 1989 1991
BMİDÇS BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 Rio de Janerio 1994 2004
KP BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolü 1997 Kyoto 2005 2009
BÇS Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 1992 Rio de Janeiro 1993 1996
Kartagena Protokolü Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Biyogüvenlik

Kartagena Protokolü

2000 Kartagena 2003 2004
BMÇMS Özellikle Afrika’da Ciddi Kuraklık ve/veya

Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşme ile

Mücadele İçin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, BM

Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi

1994 Paris 1996 1998
CITES Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki

Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme

1973 Vaşington 2007 1996
Ramsar Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak

Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında

Sözleşme

1971 Ramsar 1975 1994
Barselona

Sözleşmesi

Akdeniz’in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgesinin

Korunması Sözleşmesi

1976-1995 Barselona 2004 2002
Boşaltma Protokolü Akdeniz’de Gemilerden ve Uçaklardan Boşaltma

veya Denizde Yakmadan Kaynaklanan Kirliliğin

Önlenmesi ve Ortadan Kaldırılması Protokolü

1976-1995 Barselona Henüz

yürürlüğe

girmemiştir.

2002 yılında

ülkemiz

protokolü

onaylamıştır.

Tehlikeli Atık Protokolü Akdeniz’de Tehlikeli Atıkların Sınırötesi Hareketleri

ve Bertarafından Kaynaklanan Kirliliğin Önlenmesi

Protokolü

1996 İzmir 2008 2004
LBS Protokolü Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynaklardan ve

Faaliyetlerinden Dolayı KirlenmeyeKarşı Korunması

Protokolü

1980-1996 Madrid 2008 2004
Müdahale ve Acil

Durum Protokolü

Olağanüstü Hallerde Akdeniz’in Petrol ve Diğer

Zararlı Maddelerle Kirlenmesinde

Yapılacak Mücadele ve İşbirliğine Ait Protokol

2002 Malta 2004 2003
SPA ve Biyoçeşitlilik

Protokolü

Akdeniz’de Özel Koruma Alanları ve Biyolojik

Çeşitliliğe İlişkin Protokol

1995 Barselona 1999 2002
Bükreş Sözleşmesi Karadeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması

Sözleşmesi

1992 Bükreş 1994 1994
LBS Protokolü Karadeniz Deniz Çevresinin Kara Kökenli

Kaynaklardan Kirlenmeye Karşı Korunmasına Dair

Protokol

1992 Bükreş 1994 1994
Acil Durum Protokolü Karadeniz Deniz Çevresinin Petrol ve Diğer Zararlı

Maddelerle Kirlenmesine Karşı Acil Durumlarda

Yapılacak İşbirliğine Dair Protoko

1992 Bükreş 1994 1994
 Boşaltma Protokolü Karadeniz Deniz Çevresinin Boşaltmaları Nedeniyle

Kirlenmesinin Önlenmesine İlişkin Protokol

1992 Bükreş 1994 1994
Biyolojik Çeşitlilik ve

Peyzaj Protokolü

Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması

Sözleşmesi’nin Karadeniz’de Biyolojik Çeşitliliğin ve

Peyzajın Korunması Protokolü

2002 Sofya 2004 2004
Basel Sözleşmesi Tehlikeli Atıkların Sınırlarötesi Taşınımının ve

Bertarafının Kontrolüne İlişkin Bazel Sözleşmesi

1989 Basel 1992 1994
BAN Değişikliği Tehlikeli Atıkların Sınırötesi Taşınımının ve

Bertarafının Kontrolüne İlişkin Bazel Sözleşmesine

Getirilen Değişiklik

1995 Cenevre Henüz

yürürlüğe

girmemiştir

2003 yılında

ülkemiz

protokolü

onaylamıştır

Stockholm Sözleşmesi Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stokholm

Sözleşmesi

2001 Stockholm 2004 2004
CLRTAP Uzun Menzilli Sınırlarötesi Hava Kirlenmesi

Sözleşmesi

1979 1983 1983
EMEP Protokolü Avrupa’da Hava Kirleticilerinin Uzun Menzilli

Aktarılmalarının izlenmesi ve Değerlendirilmesi için

İşbirliği Programı (EMEP) nın Uzun Vadeli

Finansmanına Dair, 1979 Uzun Menzilli Sınırlarötesi

Hava Kirlenmesi Sözleşmesi Protokolü

1984 Cenevre 1988 1985
Bern Sözleşmesi Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını

Koruma Sözleşmesi

1979 Bern 1982 1984
ICCAT Atlantik Ton Balıklarının Korunmasına İlişkin

Uluslararası Sözleşme

1966 Rio de Janeiro 1969 2003
Avrupa Peyzaj Sözleşmesi 2000 Floransa 2004 2003
Antarktika Andlaşması 1959 Vaşington 1961 1996
Madrid Protokolü Antarktika Sözleşmesi Çevre Koruma Protokolü 1991 Madrid 1998 2017

Kaynak: https://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/Anlasmalar.pdf

2.1. Paris İklim Antlaşması ve Türkiye

Paris İklim Antlaşmasına giden yol incelendiğinde ilk olarak karşımıza çıkan belge 1992 yılında Rio de Janeiro’da 154 devletin imzaladığı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesidir. Bu sözleşmenin temel amacı “iklim sistemine tehlikeli sonuçlar yaratacak insan müdahalesinin önlenmesi[4]” olarak belirlenmiştir. Daha sonraki süreçte antlaşmanın geliştirilmiş bir versiyonu olan Kyoto Protokolü kabul edilmiş, antlaşmanın 2020 yılında sona erecek olması ikame bir durum zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.  2015 Paris’te yapılan toplantı sonucunda Paris İklim Antlaşması imzalanmıştır. Paris İklim Antlaşması ile “iklim değişikliğiyle mücadelede gelişmiş/gelişmekte olan ülke sınıflandırmasına ve tüm ülkelerin “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler” ilkesi tahtında sorumluluk üstlenmesi[5]” ilkelerine dayandırılmıştır.

Paris İklim Antlaşmasının imzalayan devletlerden biri olan Türkiye 6 Ekim 2021 tarihinde TBMM’de onaylayarak yürürlüğe koymuştur. Uluslararası hukukta önemli ilkelerden biri olan ahde vefa ilkesine göre devletler taraf olduğu antlaşmalara uyma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu ilkeden hareketle Paris İklim Antlaşması Türkiye’ye yeni yükümlülükler getirecektir. Antlaşmadan sorumluluğun gereği olarak Türkiye “2030 yılına kadar emisyon artışını %21 azaltma taahhüdünde bulunmuş, gerçekleştireceği faaliyetleri de Ulusal Katkı Beyanlarında açıklayacaktır[6].” 29 Ekim 2021 tarihinde 31643 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 85 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığının adı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak değiştirilmiştir. Türkiye antlaşmadan doğan diğer sorumluluklarını da hem ulusal hem de uluslararası alanda yerine getirmekle yükümlüdür.

 

 

 

Kaynakça

  • GÜRSELER, G., (1999). Türkiye’de Çevre Hukuku, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Cilt 3, s.811-830.
  • KILIÇ, S., (2001). Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, s.131-149
  • SHAW, M., (2018). Uluslararası Hukuk, TÜBA Bilimler Akademisi, http://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/ders-kitaplari/Uluslararas%C4%B1Hukuk.pdf
  • https://legal.un.org/riaa/cases/vol_III/1905-1982.pdf, s.1912
  • https://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/Anlasmalar.pdf
  • Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP). (tarih yok). Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı: https://www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-cevre-programi.tr.mfa adresinden alındı
  • KAPLAN, B. (2021, Ekim 12). Paris İklim Anlaşması ve Türkiye’nin ekoloji-ekonomi denklemi. Anadolu Ajans: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/paris-iklim-anlasmasi-ve-turkiyenin-ekoloji-ekonomi-denklemi/2389711 adresinden alındı
  • Paris Anlaşması. (tarih yok). Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı: https://www.mfa.gov.tr/paris-anlasmasi.tr.mfa adresinden alındı
  • Permanent Court Of Internatıonal Justıce. (1929, Eylül 10). Worldcourts: http://www.worldcourts.com/pcij/eng/decisions/1929.09.10_river_oder.htm adresinden alındı
  • SATIL, C. (2021, Ekim 12). Türkiye Paris Anlaşması’nı Onayladı. Doğruluk Payı: https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-paris-anlasmasi-ni-onayladi?gclid=Cj0KCQiAqGNBhD3ARIsAO_o7ym8hRF2GriTYgISLimF2cRRQnwxXe_3A22WQxEKyKTj6mYx6xx0FcgaAuSeEALw_wcB adresinden alındı

 

[1] https://www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-cevre-programi.tr.mfa, (er.20.11.2021)

[2] http://www.worldcourts.com/pcij/eng/decisions/1929.09.10_river_oder.htm

[3] https://legal.un.org/riaa/cases/vol_III/1905-1982.pdf, s.1912

[4] https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-paris-anlasmasi-ni-onayladi?gclid=Cj0KCQiA-qGNBhD3ARIsAO_o7ym8hRF2GriTYgISLimF2cRRQnwxXe_3A22WQxEKyKTj6mYx6xx0FcgaAuSeEALw_wcB

[5] https://www.mfa.gov.tr/paris-anlasmasi.tr.mfa

[6] https://www.aa.com.tr/tr/analiz/paris-iklim-anlasmasi-ve-turkiyenin-ekoloji-ekonomi-denklemi/2389711

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/cevre-hukukunun-uluslararasi-boyutlari-ve-turkiye/feed/ 0
Broca ve Wernicke Afazileri https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/broca-ve-wernicke-afazileri/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/broca-ve-wernicke-afazileri/#comments Fri, 26 Nov 2021 13:49:47 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3989 İnsanoğlunun hayatını devam ettirmesi için gerekli olan en önemli becerilerden birisi kuşkusuz iletişimdir. İletişim; içerisinde mimikler, beden dili, işaret dili ve dili barındırır.Dil ise sesler, heceler, kelimeler ve kelime gruplarından oluşur. Bütün bu ögeler bir araya gelerek o dile ait dil bilgisi kurallarını oluşturur. Psikodilbilimcilere göre ise  ‘dil bilgisi’ kavramı, bireyin kullandığı dilin yapısı hakkında sahip olduğu bilgilerin toplamıdır. Bu bilgiler sayesinde kişi gündelik hayatını kolaylıkla sürdürür. (Smith&Kosslyn, çev.2017) Sosyal ilişkiler rahatlıkla kurulur ve geliştirilir. Dile ilişkin altyapı doğum öncesi dönemlerde başlar. Fakat bazen dile ilişkin problemler ortaya çıkabilir. Bunlar farklı şekillerde sınıflandırılmıştır. (Tanrıdağ,2015)

Afaziler, çeşitli sebeplerle gelişen beyin hastalıkları sırasında önceden normal olduğu kabul edilen dil işlevlerinin bozulmasıdır. Bu tanımda iki noktaya dikkat etmek gerekir. Birincisi, afazi bir beyin sendromudur. İkincisi ise afazi sonradan bozulan işlevlerle ilişkilidir. Yani afaziden önce dile ilişkin sağlıklı işlevlerin var olması gerekir. Bu ikinci husus afaziyi gelişimsel dil ve öğrenme bozukluklarından ayırır. (Tanrıdağ,2009). Boston,sınıflandırmasına göre afaziler akıcı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılır. Akıcı afazi türleri;Wernicke Afazisi, Conduction Afazisi, Anomik Afazi, Transkortikal Duyusal Afazi’dir. Akıcı olmayan afazi türleri ise;Broca Afazisi, Global Afazi, Transkortikal Motor Afazi ve Mixed Transkortikal Afazi’dir. (Tanör)

Afazi nedir?

Afazi, beynin belirli bölgelerindeki sorunların neden olduğu bir dil işleme bozukluğunu ifade eder. Bu bozukluk dilin anlaşılması, ifade edilmesi ya da her ikisini birden kapsayabilir. Afazik hastalar, düşünce ile dil arasındaki ilişkiyi inşaa etmekte zorlanırlar. Bu durum dilsel işlemeyi yürüten serebral hemisfer alanlarıyla ilişkili birçok nörolojik hastalıktan kaynaklanabilir. Kafa travması, inme, Alzheimer hastalığı gibi dejeneratif demanslar, beyin tümörleri bunlara örnek gösterilebilir. Sol hemisfer dile ilişkin işlevlerde, hem sağ hem de sol elini tercih eden kişiler için baskın olduğundan, afaziye sebep olan lezyonların sol hemisfer yerleşimli olduğunu söylemek mümkündür. (Mesulam, çev.2004) Afazi yalnızca bir konuşma bozukluğu değil, dil bozukluğu hatta bir iletişim bozukluğudur. Konuşmayla birlikte anlama, tekrarlama, isimlendirme, yazma ve okumaya ilişkin bozuklukları da kapsar. Ancak bunların her biri eşit düzeyde etkilenmeyebilir. Farklı kombinasyonlar, farklı afazi sendromlarını ortaya çıkartır. Hepsinde olması gereken bozukluklar ise; konuşma, anlama, isimlendirme, okuma ve yazmadır. Yani her afazi sendromunda tekrarlama bozukluğu olmak zorunda değildir. Bu yüzden afaziler tekrarlama bozukluğu olan ve olmayan afaziler olarak ikiye ayrılmaktadır. (Tanrıdağ, 2015)

Broca Afazisi

Afazi farklı şekillerde ortaya çıkar; bunlardan birisi konuşma esnasındaki söz diziminde aksamalardır. Bu durum Akıcı olmayan afazi veya Broca afazisi olarak adlandırılır. Bu bölge, ismini Fransız hekim Paul Broca’dan almıştır.(Smith&Kosslyn, çev.2017) Pierre Paul Broca konuşma bozukluğu olan olgular üzerindeki çalışmalarıyla zihinsel fonksiyonlar ve beyin dokuları arasında ilişki geliştiren ilk araştırmacı olmuştur.Broca, kendi ismini taşıyan beyin bölgesinin konuşmaya ilişkin laterilizasyonunu ortaya koymuş, bu sayede korteksteki farklı bölgelerin farklı fonksiyonlardan sorumlu olması fikri ağırlık kazanmıştır.(Yılmaz, 2012) Broca, kendi ismini taşıyan bu bölgenin beyinde dil temsillerinin gerçekleştiği bölge olduğunu ileri sürmüştür. Ancak bizler bugün beyinde dil temsillerin gerçekleştiği farklı bölgelerin de olduğunu biliyoruz. (Smith&Kosslyn, çev.2017)  Beynin ön-sol frontal lobunda gelişen hasar konuşma yeteneğini bozar ve bu durum Broca afazisine neden olur. Broca afazisine neden olan lezyonlar Broca bölgesinde yoğunlaşmıştır ancak sadece bu bölgeyle sınırlı değildir. Afazi oluşması için hasarın frontal lobu çevreleyen bölgelere ve altta yatan subkortikal beyaz maddeye yayılması gereklidir. Buna ek olarak bazal ganglia hücrelerindeki lezyonların da Broca afazisine benzeyen bir durum oluşturduğu yönünde kanıtlar vardır. (Akt.Carlson, çev.2016)

Broca afazili bireyler konuşurken kelimeleri devam ettirmekte zorlanırlar. Ancak kelimelerin ne anlama geldiğini çözebilirler. Bu hastalar kelimeleri üretmektense anlamada daha iyidirler. Genel olarak Broca alanı ve etrafında olan hasar üç ana konuşma bozukluğunu oluşturur; gramer yapılarını anlamakta zorluk yaşama (agramatizm), idrak edilen şeylerin isimlerini söyleme yeteneğinin kaybolması (anomia) ve artikülasyon  bozuklukları. (Carlson, çev.2016)  Bu hastalarda konuşmadaki güçlük nedeniyle ‘telegrafik’ konuşmalar gözlenebilir. Bazı edatları, ekleri kullanmayabilirler.(Tanör) Örneğin; bir kızın öğretmenine çiçek verdiği resmin gösterildiği hasta bu resmi ‘kız…. istiyor…çiçekler…çiçekler ve istemek….kadın…istiyor..kız istiyor….çiçekler ve kadın’ şeklinde tanımlıyor. (Akt.Carlson, çev.2016) Broca afazili hastalar söz dizimi karışık cümleleri anlamakta zorluk yaşarlar.Bu hastalar sorunlarının farkındadırlar.Okuma,yazma, tekrar etmede problem yaşarlar. Bazı hastalar sadece tek bir sözcüğü kendilerini ifade etmek için kullanabilirler (örn.Mösyö Tan). Diğer afazi türlerine göre daha kolay iyileşebilirler.(Tanör)

Wernicke Afazisi

Wernicke Afazisi (akıcı afazi) ‘nde ise hastalar cümle yapısı bakımında sorunsuz gözüken ancak çoğu zaman anlam bakımından sorunlu ifadeler kullanırlar. Wernicke afazili hastalar cümlelerin içeriklerini anlamakta zorluk yaşarlar. Bu afazi,beynin Wernicke bölgesinin hasarı sonucunda ortaya çıkar. Bu beyin bölgesi ise ismini nörolog ve psikiyatrist Carl Wernicke’den almıştır. (Smith&Kosslyn, çev.2017) Carl Wernicke, Broca’dan sonra konuşmayla ilişkili anlamadan sorumlu beyin bölgesini keşfetmiş ve lisan gibi zihinsel fonksiyonların farklı beyin bölgelerinde birçok alt bileşenden meydana geldiğini göstermiştir. Bu durum zihinsel fonsiyonların ne derece kompleks yapılara sahip olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.(Yılmaz, 2012)

Wernicke afazisi süperior temporal girusun Heschl’in girusuna yakın birinci kıvrımında ve ikinci kıvrımın posterior alanlarında ve Planum temporalde meydana gelen hasarda oluşur. Bu hastalar kendi konuşmalarını da anlamakta zorluk yaşadıklarından dolayı durumlarının farkında değillerdir.Okuma yazmaya oranla daha bozulmuş durumdadır. Tekrarlama ve isimlendirme bozuklukları görülür. Perseverasyonlar gözlenebilir.(Tanör) İlerleyen aşamalarda afazili bireylerin konuşması anlamlılığını yitirerek kaybolur. Örneğin; ‘’Hastaneye gelmeden önce neler yaptın?’ sorusuna hasta ‘Asla, şimdi bayım, size evi kiraladığında olanı söylemek istiyorum. Onun-onun yerleşim alanı buraya geldi ve kiralandı.Böyle oldu. Bu ipler için onunla edildi olarak o-onun arkadaşı gibi.Böyle oldu yani bilemiyorum…’’şeklinde cevap vermiş.(Akt.Carlson, çev.2016)

Wernicke afazisinde ayırıcı nokta konuşmayı kavramada yetersizliklerin ve konuşmada anlamsızlıkların olmasıdır. Broca afazisine nazaran Wernicke afazisinde akıcı bir konuşma vardır, kişiyi dinlediğinizde dil bilgisine uygun konuştuğunu görürsünüz fakat sözcüklerin kullanımı ve dizilişi konunun içeriğine uygun değildir. (Carlson, çev.2016)

Rehabilitasyon

Afazilerin rehabilitasyonu noktasında konuşma terapileri önemli işlev görmektedir. Konuşma terapileri sayesinde afazilerin 1/3’ü iyileştirilebilmektedir. Farklı afazi türlerinde rehabilitasyon yöntemlerinin işlevselliği de değişkenlik göstermektedir. Örneğin Global afazilerde iyileşme diğer türlere oranla daha zordur. Müdahalelerde ayırıcı hususları yakalayabilmek adına şu soruları sormak anlamlı olacaktır.

1.Afazi neden kaynaklı ortaya çıktı?

2.Ne zaman başladı?

3.Lezyonun yeri neresi ve hasarın büyüklüğü ne kadar?

4.Hasarlı bölgenin çevresindeki bölgeler o görevi üstleniyor mu?

5.Diğer hemisferdeki homolog dil alanları görev üstleniyor mu? (Tanör)

Türkçe Geliştirilmiş Afazi Test Bataryaları

Gülhane Afazi Testi (GAT): Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Nöroloji AD’dan Prof.Dr.Oğuz Tanrıdağ tarafından 1986’da geliştirilmiştir. Test, 7 alt birimden oluşmaktadır. Test uzun yıllar birçok merkezde afazi tarama testi olarak kullanılmıştır.İlerleyen yıllarda Tanrıdağ ile Anadolu Üniversitesi, Dil ve Konuşma Bozuklukları Eğitim,Araştırma ve Uygulama Merkezi (DİLKOM) işbirliğiyle GATA yenilenmiştir. 2007 yılında GATA-2 ismiyle standardizasyon, geçerlilik ve güvenlirlik çalışmaları yapılmıştır.(Atamaz Çalış,2014) GATA-2 toplamda 7 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler; spontan konuşma, konuşmayı anlama, okuduğunu anlama, oral motor değerlendirme, otomatik konuşma, tekrarlama ve adlandırmadır. Test puanları ‘dil puan’ve ‘motor puan’ olmak üzere ikiye ayrılır. Oral motor değerlendirme alt testi ‘motor puan’ı oluşturur.Spontan konuşma, konuşmayı anlama, otomatik konuşma, tekrarlama ve adlandırma alt testlerinin toplam puanları ise ‘dil puan’ını oluşturmaktadır. (Toğram,Çıkan ve Duru,2013)

Ege Afazi Testi (EAT): 2002 yılında Ege Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon AD’da Atamaz, Yağız-On ve Durmaz tarafından geliştirilmiştir. Sekiz alt testten oluşmaktadır. Bu alt testler sırasıyla; spontan konuşma, praksi, işitsel anlama, tekrarlama, isimlendirme, okuma/gördüğünü anlama, yazma/resim yapma, hesaplama şeklindedir. (Atamaz Çalış,2014)

Afazi Dil Değerlendirme Aracı (ADD):  Dr.İlknur Maviş ve Bülent Toğram tarafından yayımlanmıştır. ADD konuşma akıcılığı, işitsel anlama, tekrarlama, adlandırma, okuma, söz eylemler, dilbilgisi ve yazmayı değerlendiren toplam sekiz alt testten oluşmaktadır.(Toğram ve ark.,2013)

 

 

 

Kaynakça  

  • Atamaz Çalış, F. (2014). Dil işlevler ve testleri. Klinik Nöropsikoloji ve Nöropsikiyatrik Hastalıklar (s.287-325). Ankara:Güneş Tıp Kitabevleri.
  • Carlson, N.R. (2016). Fizyolojik psikoloji: davranışın nörolojik temelleri.(8) (M. Şahin, Çev.Ed.) Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
  • Mesulam, M. M. (2004). Davranışsal ve kognitif nörolojinin ilkeleri.(2) (İ.H. Gürvit, Çev. Ed.). İstanbul: Yelkovan Yayıncılık.
  • Smith, E.E., Kosslyn, S.M. (2017). Bilişsel psikoloji zihin ve beyin.(M.Şahin, Çev.Ed.) Ankara: Nobel Akademik Yayıcılık.
  • Tanör, Ö.Ö. Nöropsikoloji Derneği ‘’Nöropsikoloji Eğitimi’’ Ders Notları.
  • Tanrıdağ, O. (2009). Nöroloji pratiğinde konuşma ve dil bozuklukları. Türk Nöroloji Dergisi, (15), 155-160.
  • Tanrıdağ, O. (Ed.). (2015). Davranış nörolojisi: beyin-davranış ilişkilerinin organizasyon prensipleri, sendromları ve hastalıkları. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevleri.
  • Toğram, B., Çıkan, G., Duru, H. (2013). İnmeli Bireylerin Üç Türkçe Afazi Testindeki Performansları Arasındaki İlişki: Bir Ölçüt Geçerliği Çalışması. Türk Nöroloji Dergisi, 19 (1), 15-22. doı:10.4274/Tnd.07279.
  • Yılmaz, H. (2012). Nöropsikoloji’ye uzanan yol .Nöropsikoloji Dergisi,1(1), 31-37.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/broca-ve-wernicke-afazileri/feed/ 8
Analiz: Otizmde Gebelik Döneminin Rolü https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-otizmde-gebelik-doneminin-rolu/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-otizmde-gebelik-doneminin-rolu/#respond Sun, 14 Nov 2021 07:34:37 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3912 Otizmin Bilinen Nedenleri

Freudyen görüşün hâkim olduğu dönemlerde annenin hatalı tutumları sonucu bebeğin otizme yakalandığına inanılırken gözlemler çocukların gereksinimlerine sert, cezalandırıcı, tepkisiz gibi yanıtlar veren annelerin “buzdolabı anne” çocuklarında otizm görülebileceğini iddia ediyordu. 1964 yılına gelindiğinde ise otizmin nörobiyolojik nedenlerine ilişkin açıklamalar ortaya çıktı. Günümüze gelindiğinde ise otizmin tek bir türü olmadığı gibi tek bir nedenden kaynaklı olmadığı görüşü hakimdir. Otizmde ağırlıklı olarak genetik faktörler (gen değişikliği, mutasyon, genetik hastalıklar (örneğin Frajil X sendromu)) etkili olsa da çevresel toksinlere/kimyasallara maruz kalma (uyaranlar sonucu temporal bölge hasarı), sindirim ve bağışıklık sistemi problemleri, kimyasal madde salınımı düzensizlikleri, beyin anomalilerine bağlı nörolojik sorunlar (örneğin epilepsi), natal-prenatal-postnatal faktörler, duygusal gelişim-dil ve konuşma gelişimi anomalileri gibi birçok etmenden söz edilebilir. Yapılan detaylı araştırmalarda, otizm tanısı almış bireylerde beyindeki birçok yapının normalden daha farklı çalıştığı gözlenmiştir. Otizmin nedeninin yukarıdakilere ek olarak, belki beyincikteki Purkinje hücrelerinin azlığı, serotonin azlığı gibi genetik etmenlerden ve/veya belki de gebelik döneminde zehirli gazların solunması ve kontrolsüz ilaç kullanımı, erken bebeklikteki travmatik yaşantılar gibi çevresel etmenlerden kaynaklı olabileceğine dair görüşler de mevcuttur. Yani bu bozukluğun tek başına bir nedeni olmamakla birlikte birden çok olası genetik ve çevresel faktörün etkileşimi sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir (Yücesoy Özkan, Ergenekon, Çolak, & Kaya, 2016) (Şener & Özkul, 2013) (Tozar, 2001) (Ayta & Korkmaz).

Otizm ve Gebelik Dönemi

Her ne kadar gebelik döneminde otizm tanısı konulamasa da gebelik dönemi (prenatal dönem) yaşantıları ve doğum komplikasyonları ileriki dönemde otizm spektrum bozukluğuna yakalanma riskini etkiler. Bu risk faktörlerinin içerisinde ileri annelik yaşı, gebelikte kanama, ilaç kullanımı, viral enfeksiyon, kısa gebelik süreci, anne karnında kızamıkçık geçirme, fenilketonüri, düşük doğum ağırlığı, tüberozskleroz, rett gibi birçok faktör yer alır.

Gebelikle ilgili ele alınabilecek faktörlerden ilki gebelik yaşıdır. 2010 yılında yayınlanan ve Kaliforniya’da 01.01.1990-31.12.1999 tarihleri arasında doğan tüm bebekler incelenerek yapılan bir araştırmada 40 yaş üzerindeki kadınların, otizm spektrumunda yer alan bir çocuğa sahip olma riskinin daha fazla olacağı bulunmuştur. Bu risk, 25 yaş altındaki kadınlara oranla %77, 25-29 yaş arası kadınlara oranla %51 daha fazla olarak saptanırken; bulgular baba 40 yaş üzeri ve anne 30 yaş altı olmadığı sürece otizm riskini anlamlı olarak arttırmadığını da ortaya koymuştur (Shelton, Tancredi, & Hertz-Picciotto, 2010). Otizm tanılı çocuklarda prenatal, perinatal ve postnatal risk faktörlerini, sağlıklı olan kardeşleri ile karşılaştıran çalışmada ise, 101 çocuk (50 otizm tanılı, 51 sağlıklı) incelenmiş ve otizm tanılı çocuklarda daha yüksek prenatal (bebeğin erkek cinsiyeti olması, doğum öncesi idrar yolu enfeksiyonu), perinatal (akut fetal hastalık, uzun doğum süresi ve prematürite gibi) ve postnatal (solunum yolu enfeksiyonu) olumsuz yaşantı gözlenmiştir. Ancak bir önceki çalışmanın aksine, anne babanın gebe kalma anındaki ileri yaşı ile otizm arasında bir ilişki bulunamamıştır (Hadjkacem, ve diğerleri, 2016).

Bir diğer faktör ise baş çevresi büyüklüğüdür. Gebelik sürecinde baş çevresi büyümesi ve otizm arasındaki ilişkiyi ele alan bir araştırmada 1995 yılından sonra doğan Kafkasyalı 80 otizm tanılı çocuk ele alınmıştır. Fetal ultrason görüntülerinden yola çıkılarak elde edilen bulgularda, geç gebeliğin ikinci (20-26. haftalar) ve üçüncü trimesterinde (28-36. haftalar) vücut normal gelişme gösterse de başın aşırı büyüdüğü gözlenmiştir. Doğum sonrasında alınan sonuçlar da bu bulguları desteklemiş ve otizm semptomlarının temelinde olan atipik beyin gelişiminin geç gebe kalma ile gerçekleştiğini düşündürmüştür (Bonnet-Brilhault, ve diğerleri, 2018).

Gebelik sürecinde ele alınan noktalardan bir tanesi de enfeksiyonlardır. Çalışmada, gebelik ve doğum sonrası geçirilen enfeksiyonlar incelenmiştir. Önceki çalışma bulguları, gebelik dönemi enfeksiyonlarının doğacak bebekte sitokin fırtınasına yol açarak dolaylı yoldan otizm riski doğurduğunu belirtmiştir. Güncel çalışmada Danimarka kohortundan elde edilen 414 olgu ve 820 kontrolde gözlenen sonuçlar otizm tanılı hastaların hastaneye yatma riskinin yüksek olduğunu yani enfeksiyonların otizmde olası bir etkisi olduğunu ortaya koymuştur. Ancak etkisinin tam olarak ne şekilde gerçekleştiğini bulmak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır ve kısıtlılıkları nedeniyle çalışma gebelik sırasındaki enfeksiyon için bu ilişkiyi destekler kanıtlar sağlayamamıştır. (Abdallah, ve diğerleri, 2012) Öte yandan COVID-19 virüsünün gebelik ve fetüs üzerine etkilerinin incelendiği bir diğer enfeksiyon derlemesinde, bebeğe bu virüs geçmese de annenin immün sistem aktivasyonlarını arttırdığı ve sitokin fırtınası ile fetüste otizm benzeri bir klinik tabloya yol açabileceğine yönelik görüşlere yer verilmiştir (Dursun, 2020).

Öte yandan, gebelik döneminde ilaç kullanımı otizm için bir risk faktörüdür. Özellikle gebeliğin ilk trimesterinde valproat, antidepresan ya da talidomit gibi kimyasallara maruz kalmak otizm için bir risk faktörü olarak saptanmıştır. Ancak bu görüşün aksini iddia eden çalışmalar da yok değildir. Valproata gebelik döneminde maruz kalmanın otizmle ilişkili olduğunu belirten çalışmada, gebe sıçanlar üzerinde deney yapılmış ve sonuçlar otizmle ilişkili anomaliler ortaya koymuştur (Kadak & Meral, 2019) (Türkoğlu, Bilgiç, & Uslu, 2012) (Ogawa, Kuwagata, & Shioda, 2009, s. 83-88).

Bir diğer prenatal dönem otizm risk faktörü ise hormonlardır. Prenatal östrojen hormonu prenatal gelişim döneminde her iki cinsiyet için de önemli görevler üstlenmiştir. Bu çalışmada amniyon sıvısındaki prenatal östriyol, östradiol, östron ve östron sülfat düzeylerinin otizm ile ilişkisi test edilmiş ve prenatal östrojen ve androjen karşılaştırması yapılmıştır. Bu alanda ilk olan araştırma sonuçlarına göre gebelik döneminde östradiol, östron, östriol ve progesteron otizmle ilişkili bulunurken, en büyük etkinin östradiol, östron ve progesterona ait olduğu saptanmıştır (Baron-Cohen, ve diğerleri, 2020). Gebelik döneminde üzerinde durulması gereken bir diğer hormon ise kortizoldür. Maternal kortizole maruz kalan bir bebekte otizm görülme riskini ve bebeğin cinsiyetine göre etkinin değişip değişmeyeceğini inceleyen çalışmada, 84 gebe belli haftalarda ölçümleniyor ve sonrasında 5 yaşındaki çocuklarında otizm semptomları inceleniyor. Araştırma sonuçları fetal dönemde daha düşük düzeyde maternal kortizole maruz kalmanın, yalnızca erkekler için daha yüksek otizm semptomları ile ilişkili olduğunu bulgulamaktadır (Ram, Howland, Sandman, Davis, & Glynn, 2018). Gebelik döneminde melatonin hormonu da önemli bir etkendir. Melatonin ve otizm riski arasındaki ilişkiyi değerlendiren derleme makalesinde, nöroprotektif, sirkadiyen ritim düzenleyici gibi görevleri olan melatoninin salınım düzeyinin anne karnındaki bebek için önemine yer verilmiştir. Öte yandan sirkadiyen ritim ile alakalı rahatsızlıklar otizm tanılı bireylerde oldukça yaygındır. Gebelik döneminde annedeki melatonin hormonu plasentayı geçerek fetal dolaşıma girer, merkezi sinir sistemine zarar veren oksidatif stresi azaltır ve gerekli fotoperiyodik bilgiyi fetüse iletir. Bu da normal bir beyin gelişimi için gerekli olan uyku düzenini ve sirkadiyen ritimleri oluşturur. Ancak araştırmaya göre  melatonin optimum düzeyde değilse bebeğin beyin gelişimi için zararlı sonuçlar ve otizm riski doğurabilir (Jin, Choi, Won, & Hong, 2018). Bu konuya ilişkin bir başka çalışmada hamilelikte değişen hormonların bulantı, kusmaya neden olduğu ve bu dönemde hormona maruz kalmaya ilişkin bireysel farklılıklar düşünülerek, otizm ile ilişkisi incelenmiştir. Gebelik sırasında bulantı, kusmaların sıklığı ve şiddeti gözlemlenmiş, bu değerlere paralel olarak sosyal duyarlılıkta bozulmalar ve dil zorlanmaları artmıştır. Yani bulgular otizm ile bulantı ve kusma arasında güçlü bir ilişkiyi işaret etmiş ve bu da gebelikte atipik bir hormonal ortama maruz kalmanın beyin gelişimini etkileyebileceğine ve otizm riskini arttırabileceğine yönelik bir ipucu sağlamıştır (Whitehouse, ve diğerleri, 2018).

Prenatal stres ve otizm ilişkisinin ele alındığı derleme makalesinde, stresli yaşam olaylarına doğum öncesi maruz kalmanın psikiyatrik bozukluk riskini arttırdığını ve bunun yanı sıra sadece otizm benzeri davranışlar değil birtakım bilişsel ve immünolojik anomaliler de yarattığını savunan birçok makale incelenmiştir. 1990 yılı, 59 otizm tanılı ve 59 sağlıklı çocuk annesinin geriye dönük kayıtlarının incelendiği çalışmada, otizm tanılı çocukların annelerinin gebelik döneminde daha fazla aile uyuşmazlığı ve çatışma yaşadığı bildirilmiştir. 2005 yılında yapılan benzer bir çalışmada ise 188 otizm tanılı çocuğa sahip annenin 202 kontrole göre, gebelik döneminde ağır stresli yaşam olaylarına daha fazla maruz kaldığı bulunmuştur. Bu iki çalışma bulguları da stres ve otizm arasında bir ilişki olduğunu doğrular niteliktedir. Stresli yaşam olayları olarak fırtına ve kasırgaların ele alındığı çalışmada, fırtınanın büyüklüğü ve orada yaşayanların fırtınaya karşı savunmasızlığı incelenmiş ve sonuçlar fırtına ya da kasırgadan birine ya da ikisine birden maruz kalanların herhangi birine maruz kalmayanlara göre otizm riskinin daha fazla olduğunu göstermiştir. Aynı çalışmada gebeliğin 5-6. ve 9-10. aylarında aynı özelliklere sahip fırtınaya ya da kasırgaya maruz kalmak, gebeliğin diğer dönemlerine göre otizm ile daha fazla ilişkili bulunmuştur (Kinney, Munir, Crowley, & Andrea, 2008).

Otizmle ilişkili risk faktörleri sadece gebelikte anneye özgü stres yaşantıları ya da annenin biyolojik değerleri ile ilişkili değildir. Doğum sürecinde gerçekleşen doğum komplikasyonları da otizmin önemli bir yordayıcısı olabilir. New Jersey’de yapılan kohort çalışmasında vajinal kanama, uzayan doğum süreci, prematüre doğum gibi birçok komplikasyonu ve bu komplikasyonların birinin ya da birden çoğunun bir arada bulunduğu 164 otizm tanılı çocuğun ailesi incelendi. Bulgular, bu doğum komplikasyonlarının otizm için bir risk oluşturabileceğini doğruladı (Brimacombe, Ming, & Lamendola, 2007). Yapılan bir diğer çalışmada, otizmde doğum öyküsü, anne sütü alma süresi, teknolojik cihazlarla ile tanışma yaşı ve kullanım alışkanlıklarını değerlendirmek için 126 çocuk incelenmiş (otizm tanılı 66, sağlıklı 60), ancak bulgular bir önceki çalışmanın aksine prematüre doğum ve hipoksinin otizmle ilişkili olmadığını göstermiştir. Bunun yerine, ekran süresi ve yetersiz anne sütü alımı otizm için riskli bulunmuştur (Kamasak, Direk, Kurt, & Karaman, 2020).

Belirtilen çelişkili sorular incelendiğinde, otizm ile ilgili risk faktörlerinin net olarak tespit edilmesinin daha uzun yıllar süreceği açıktır. Öte yandan araştırma bulguları otizme ilişkin prenatal, perinatal, postnatal tüm süreçlerin ve bu süreçlere ek nöroanatomik, nörokimyasal, immün, genetik ve çevresel faktörlerin bir şekilde etkili olduğunu ortaya koymuştur. Etkili olduğu düşünülen ancak makalede yer verilemeyen bir diğer faktör ise, otizmde de yaygın olarak görülen genetik hastalıklardır. Ancak tüm bu faktörler arasındaki etkileşimi ya da neden sonuç bağlantısı ölçümlemek için çok daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Yine de tüm bu çalışmalar gebelik sürecinde tüm değişkenlerin optimal düzeyde tutulmasının bebeğin sağlığında ne kadar önemli olduğunu vurguladığı için önemlidir. Bu dönemde annenin (ve yakın çevresindekilerin) hem fiziksel hem de psikolojik sağlığına ekstra özen göstermesi gerekmektedir (Yüksel, 2005).

 

Kaynakça

  • Abdallah, M. W., Hougaard, D. M., Norgaard-Pedersen, B., Grove, J., Bonefeld-Jorgersen, E. C., & Mortersen, E. L. (2012). Gebelikte ve Doğum Sonrasında Enfeksiyonlar ve Otizm Spektrum Bozukluğu Riski: Bir Danimarka Doğum Kohortunda Kanıta Dayalı Bir Çalışma. Türk Psikiyatri Dergisi, 1-8.
  • Ayta, S., & Korkmaz, B. (tarih yok). Otizm ve Nörolojik Yönleri. Türk Nöroloji Dergisi.
  • Baron-Cohen, S., Tsompanidis, A., Auyeung, B., Nørgaard-Pedersen, B., Hougaard, D. M., Abdallah, M., . . . Pohl, A. (2020). Foetal oestrogens and autism. Molecular Psychiatry, 2970-2978.
  • Bonnet-Brilhault, F., Rajerison, T. A., Paillet, C., Guimard-Brunault, M., Saby, A., Ponson, L., . . . Roux, S. (2018). Autism Is a Prenatal Disorder: Evidence From Late Gestation Brain Overgrowth. Autism Research, 1-8.
  • Brimacombe, M., Ming, X., & Lamendola, M. (2007). Prenatal and Birth Complications in Autism. Matern Child Health, 73-79.
  • Dursun, P. (2020). SARS-CoV-2 (COVID-19) Enfeksiyonunun Gebelik ve Fetus Üzerine Etkileri. Yüksek İhtisas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 73-77.
  • Hadjkacem, I., Ayadi, H., Turki, M., Yaich, S., Khemekhem, K., Walha, A., . . . Ghribi, F. (2016). Prenatal, perinatal and postnatal factors associated with autism spectrum disorder. Jornal de Pediatria, 595-601.
  • Jin, Y., Choi, J., Won, J., & Hong, Y. (2018). The Relationship between Autism Spectrum Disorder and Melatonin during Fetal Development. Molecules, 1-9.
  • Kadak, M. T., & Meral, Y. (2019). Otizm Spektrum Bozuklukları -Güncel Bilgilerimiz Neler? İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi, 5-15.
  • Kamasak, T., Direk, M., Kurt, T., & Karaman, S. (2020). Otizmli Çocuklarda Doğum Öyküsü, Anne Sütü Alma Süresi, Televizyon ile Tanışma Yaşı, Televizyon, Akıllı Telefon Ve Tablet Kullanım Alışkanlıklarının İncelenmesi. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 411-417.
  • Kinney, D. K., Munir, K. M., Crowley, D. J., & A. M. (2008). Prenatal stress and risk for autism. Neuroscience and Biobehavioral Reviews, 1519–1532.
  • Ogawa, T., Kuwagata, M., & Shioda, S. (2009). The search for a fetal origin for autism: Evidence of aberrant brain development in a rat model of autism produced by prenatal exposure to valproate. S. Shioda, I. Homma, & N. Kato içinde, Transmitters and Modulators in Health and Disease: New Frontiers in Neuroscience (s. 83-88). Springer.
  • Ram, S., Howland, M. A., Sandman, C. A., Davis, E. P., & Glynn, L. M. (2018). Prenatal Risk for ASD: Fetal Cortisol Exposure Predicts Child Autism-Spectrum-Disorder Symptoms. Clinical Psychological Science, 1-13.
  • Shelton, J. F., Tancredi, D. J., & Hertz-Picciotto, I. (2010). Independent and Dependent Contributions of Advanced Maternal and Paternal Ages to Autism Risk. Autism Research, 30-39.
  • Şener, E. F., Özkul, Y. (2013). Otizmin Genetik Temelleri. Sağlık Bilimleri Dergisi, 86-92.
  • Tozar, Z. (2001). Otizm-Nedenlerin Arayışı Sürüyor. Bilim ve Teknik, 82-86.
  • Türkoğlu, S., Bilgiç, A., & Uslu, R. (2012). Otistik Spektrum Bozukluğu Olan Ayrı Yumurta Üçüzleri: Olgu Sunumu ve Gözden Geçirme. Nöropsikiyatri Arşivi, 167-171.
  • Whitehouse, A. J., Alvares, G. A., Cleary, D., Harun, A., Stojanoska, A., Taylor, L. J., . . . Maybery, M. (2018). Symptom severity in autism spectrum disorder is related to the frequency and severity of nausea and vomiting during pregnancy: a retrospective case-control study. Molecular Autism, 1-8.
  • Yücesoy Özkan, Ş., Ergenekon, Y., Çolak, A., & Kaya, Ö. (2016). Otizm Spektrum Bozukluğu. Ankara: Grafik-Ofset Matbaacılık Reklamcılık.
  • Yüksel, A. (2005). Otizm Genetiği. Cerrahpaşa Tıp Dergisi, 35-41.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-otizmde-gebelik-doneminin-rolu/feed/ 0
Travmalar İçinde Varoluş https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/travmalar-icinde-varolus/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/travmalar-icinde-varolus/#respond Fri, 29 Oct 2021 10:46:39 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3794 Travma sonrası yaşantılarda “biz” olmak bizi nasıl etkiler?

Travma kelimesi, Türk Dil Kurumunda ‘sarsıntı’ olarak tanımlanmaktadır. Kelimenin kökeni ise Yunancadan gelen ‘sakatlık’ veya ‘yara’ kelimelerine dayanır. Travmatik olaylar beklenmedik zamanlarda, koşullarda ve olağan dışı şekillerde oluşur. Hayatımızı ve bizi tehlikeye atabilecek, çevremizdeki insanların, yakınlarımızın veya sadece duyduğumuz bir haberin bizde travmatik etki yaratabilme gücü vardır. Travmatik yaşantılara dair bu beklenmezlik olayın sadece günlük yaşantımızla karşılaştırıldığında daha nadir ortaya çıkmasından kaynaklanmamaktadır. Bunun kaynağı; günlük yaşayışımızın doğasını bozan ve bize uyum problemleri yaşatabilecek içeriğe sahip olmasındandır. Uyum problemi yaşabileceğimiz sorunlarla karşılaştığımızda bu sorunlar bizlerin başa çıkma stratejilerimizi yok edebilir. Bu da problemlerimizle nasıl yüzleşeceğimiz veya hayatımıza nasıl devam edeceğimizle ilgili zihnimizde yeni problemler oluşturur. Yaşadığımız bu olağan dışı durum bizi ne kadar güçsüz olduğumuzla yüzleştirir ve bununla birlikte çaresizlik hissetmeye başlarız. Çaresizlik hissettiğimiz andan itibaren artık hayatımızı denetlemede, kontrol etmede ve anlamlandırmada kullandığımız baş etme sistemlerimiz felç olmaya başlar.

Peki bu durumlara nasıl tepkiler geliştiririz?

Travmatik bir olayla karşılaştığımızda duygusal, bilişsel veya fiziksel tepkiler geliştirebiliriz.  Geliştirdiğimiz tepkilerin içeriği, biçimi ve şiddeti, bize ve bizim yaşadığımız olaya göre farklılıklar gösterir. Bazı durumlarda bu tepkilerimiz şiddetini kaybetmeden devam ederken, bazılarında ise tepkiler daha hızlı ortadan kalkabilir. Psikologlar, daha uzun ve daha şiddetli verilen tepkiler ile ilgilenirler.  Bu uzun süreli tepkiler literatürde; “Akut Stres Bozukluğu” ve “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” olarak iki temel durum olarak tanımlanır.

Travmatik bir olay yaşadık. Ya sonra?

Travmatik yaşantıların ardından oluşan olumsuz psikolojik değişimlerin yanında olumlu psikolojik değişikliklerin de olabileceği 1990’larda ortaya koyulmaya başlanmıştır. Travmatik yaşantımızın ardından bizim gelişebileceğimiz, büyüyebileceğimiz düşüncesi üzerine travma sonrası gelişim kavramı ortaya koyulmuştur. Bu kavram, travma sonrası yaşantıya sahip olan bir bireyin uzun süreli değişimlerini ele alan bir kavramdır. Bizim ve kişiliğimizin değişim süreçlerini kavramsallaştırır.  Bu kavramsallaştırma kendimize dair düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızda kendimizi geliştirecek yeni yollar keşfetmemizi içerir ve her birey, her kişilik kendi yollarını keşfeder, kendisini büyütür. Travmatik olayların sonrasında bizlerin verdiği tepkiler ağaç metaforuyla açıklanmıştır. Yaşanılan fırtına sonrasında var olan üç tip ağaçtan bahsedilir.  Bu ağaçların ilki fırtınaya rağmen kırılmamış, bükülmemiş, fırtınadan etkilenmemiş görünmektedir. Bu ağaç dayanıklı olarak adlandırılır. İkinci ağaç türü fırtınadan etkilenmiş, rüzgârda eğilmiş fakat kırılmamıştır. Bu ağaç tipi de hayatın içindeki zorluklarla karşılaşmış etkilenmiş ama normal yaşantısında hızlı bir şekilde adapte olan yani iyileşen bizleri niteler. Üçüncü tür ağaç ise fırtınada eğilir. Ama tekrar eski haline dönmek yerine yaralarını, hasarlarını yeni yaprak ve dallar açarak kalıcı olarak düzeltme yoluna giden ağaçtır. Bu  “biz” ise, travma sonrası büyümeye çalışan ve büyüyen “biz”dir.

Ama büyümeyi nasıl başaracağız?

Travma sonrası büyüme ile ilgili araştırmaların sonucunda bazı kavramsal modeller ortaya koyulmuştur.  Bu kavramlardan biri “yaşam krizleri ve büyümenin kavramsal modeli” dir.  Bu modele göre biz stres içeren yaşam krizleriyle yüzleştiğimizde, verdiğimiz tepkileri etkileşim halinde olduğumuz yaşamsal faktörler ile şekillendiririz. Yaşamımızda bizi etkileyen çevresel ve kişisel modellerimiz, yaşadığımız kriz durumu ve sonrası, başa çıkma stratejilerimiz ve bilişsel değerlendirmelerimiz, travma sonrası büyümemizi şekillendiren etkenlerdir. Biraz daha açıklamak istersek, bizim sahip olduğumuz sosyal destek, bulunduğumuz toplumun sosyokültürel yapısı, ekonomik kaynaklarımız, demografik özelliklerimiz, psikolojik sağlamlığımız, kendimizi yorumlayış biçimimiz, yaşadığımız olayın süresi, şiddeti, problem odaklı veya çözüm odaklı yaklaşımlarımızın hepsi, travma sonrasında büyümemiz için birer değişken ve kaynaktır. Bizim sosyal hayatımızı geliştirmemiz, kişisel farkındalıklarımızı ve problemlerimizle başa çıkma stratejilerimizi arttırmamız, travma sonrasındaki değişimimizi etkiler.

Diğer bir model ise “organizmik” değerlendirme kuramıdır.  Bu model bizim kendimizi değerlendirmeye ve büyümeye dair içsel motivasyonlarımızın olduğu fikri üzerine kurulmuştur. Biz, kendi gelişimimiz için hayatlarımızdaki en önemli noktanın ne olduğunu bilir ve buna göre kendimize yol çizeriz. Bu özelliğimizin var olması da bizi yaşamdan daha fazla doyum aldığımız ve psikolojik olarak iyilik halini oluşturduğumuz bir varoluşa götürür. Bu modele göre ilk olarak tamamlama eğitimimizi tamamlarız. Ardından bu durumu özümseriz ve bir sonraki aşama olan uyum aşamasına geçiş yaparız. Bu sayede anlamlandırmamızı tamamlamış oluruz. Buradaki tamamlanış bizim büyümemiz ile sonuçlanır. Son boyut ise öznel iyilik hali ve psikolojik iyi oluş halidir.  Travma sonrası büyümeyi gerçekleştirebilmemiz için psikolojik iyi oluş halimizi sağlamış olmalıyız. (Bu modellerde de görüldüğü üzere bizim büyüyebilmemiz bize ve bizim psikolojik iyi oluş halimize bağlı olduğu söylenebilir.)

Peki, en başından beri bahsi geçen “biz” kimdir ve bu  kavram nasıl oluşur?

Aslında biz kavramı yaşadığımız, gördüğümüz, karşılaştığımız, selam verdiğimiz herkesi ve her şeyi kapsayan bir kavramdır. Bakış açılarımız bizi ve kişiliğimizi oluşturur. Kişiliklerimiz başa çıkma stratejilerimizi oluşturur. Bu oluşumların ardından biz yani sen büyümeyi gerçekleştirirsin. Anlatılan kuramsal modelleri ve psikolojik iyi oluşunu gerçekleştirerek “travma sonrası büyüme”nin başarılı kişiliği olarak her zaman sen var olabilirsin.

 

 

Kaynakça

 

  • Briere, J. N. (2016). Travma Terapisinin İlkeleri Belirtiler, Değerlendirme, ve Tedavi için Bir Kılavuz- Dsm-5 için Güncellenmiş. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • Dürü, Ç. (2006). Travma Sonrası Stres Belirtileri ve Travma Sonrası Büyümenin Çeşitli Değişkinler Açısından İncelenmesi ve Bir Model Önerisi. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (6) 117-143.
  • Herman, J. (1992). Travma ve İyileşme (5.basım). İstanbul: Literatür Yayınları.
  • Shaw, A., Joseph, S. ve Linley, P. A. (2005). Religion, spirituality, and posttraumatic growth: A systematic review. Mental Health, Religion & Culture, 8(1), 1-11. doi.org/10.1080/1367467032000157981.
  • Tedeschi, R. G. ve Calhoun, L. G. (2004). Posttraumatic growth: Conceptual foundations and empirical evidence. Psychological Inquiry, 15(1), 1-18. doi.org/10.1207/s15327965pli1501_01.
  • Türk Dil Kurumu. (t.b.). Travma. Türk Dil Kurumu Sözlükleri. 3 Aralık 2019’da https://sozluk.gov.tr/ adresinden alındı.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/travmalar-icinde-varolus/feed/ 0
Politika Yapıcılar ve Düşünce Kuruluşları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/#comments Wed, 27 Oct 2021 09:52:30 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3774  Giriş

Dünya genelinde düşünce ve araştırma kuruluşları (think-tank); siyasal liderler, bürokratlar gibi politika yapıcılar ve karar alma mekanizmalarında yer alan kişiler için ciddi manada önem arz eden oluşumlardır. Politika yapıcılara danışmanlık hizmetinde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları, yaptıkları akademik ve bilimsel perspektifli rapor, analiz vb. diğer yayınları, kanun yapıcılara aktarılarak ilgili politikaların oluşmasına ve uygulamasında önemli rol oynamaktadırlar. Düşünce kuruluşları, güncel ve yakın vadede ülkelerin kendi çıkarlarını ve dünya kamuoyunu ilgilendiren konularda yalnızca fotoğraf çekmeyen, aynı zamanda politika önerileri de geliştiren kuruluşlardır. Üniversitelerde, genellikle “ne yapılmalı” sorusuna çok girilmemektedir. Düşünce kuruluşlarının farkı da burada ortaya çıkmaktadır. Medya çok hızlı, akademi ise yavaş çalışmaktadır. Bu minvalde düşünce kuruluşları medyaya daha yakındır (DURAN, 2019). Yaptığı akademik ve bilimsel çalışmalar ile kamu politikalarının teknik ve stratejik manada ülke ve dünya kamuoyunu bilgilendirme görevi de düşünce kuruluşları üstlenmektedir. Bilgiye ve veriye dayalı iş yapma, politikaları buna göre oluşturma en önemli paradigmaları arasındadır.

Düşünce ve araştırma kuruluşları aslı itibariyle Soğuk Savaş sonrasında özellikle uluslararası ilişkiler alanında giderek etkisini bir o kadarda önemini arttıran konuma gelmiştir. Dünya üzerinde aktif faaliyetlerde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları bulundukları ülkenin iç ve dış politikalarını şekillendiren/yönlendiren önemli çalışmalar yapmışlardır.  Özellikle ABD’de faaliyet gösteren düşünce ve araştırma kuruluşları gerek Amerika’nın iç ve dış gerekse de dünya politikasını yönlendirme adına ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Bu minvalde Türkiye özelinden incelediğimizde “düşünce fakirliği” yaşandığı görülmektedir (KARABULUT, 2010). Küreselleşme bağlamında bilgi toplumunun artışı, bilgiyi üreten mekanizmalara karşın ilgiyi arttırmış buna mukabil düşünce ve araştırma kuruluşlarının etki ve nüfuzları artmıştır.

Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Çalışma Prensipleri

Kanun yapıcılar; yönetiminde oldukları toplumun ve ilişki içerisinde oldukları devletler hakkında sosyal, siyasi, ekonomik ve istatiksel açıdan malumat sahibi olmak ve uygulamaya koydukları politikaların etkili sonuçlar verip vermediği hususunda uzman kişilerce hazırlanmış verilere ihtiyaç duymaktadırlar. Buna mukabil siyasal karar alma süreçleri esnasında sürekli ve güvenilir bilgiye duyulan ihtiyaç, bağımsız düşünce ve araştırma kuruluşlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Düşünce ve araştırma kuruluşları ülkemiz özelinde oldukça fazla ihmal edilmiş bir alandır.

Düşünce kuruluşları; araştırma, analiz ve çeşitli yayınlar ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına akademik danışmanlık hizmetlerinin verildiği statik sivil toplum kuruluşlarıdır. Aslı itibariyle “Entelektüel Girişimciler” tanımına muhatap olan düşünce kuruluşları, özgür ve bağımsız yapılarıyla[1] ülke içi yahut ülke dışında kronikleşmiş sorunlara yeni fikirler ve çözüm önerileri sunmaları birincil manada çalışma prensibidir. Ürettikleri politikalar vasıtasıyla ulusal ve uluslararası arenada yankı uyandırmaktadırlar. Özellikle uluslararası ilişkiler alanında aktif politika üreten düşünce ve araştırma kuruluşları, faaliyette bulundukları ülkenin ulusal gücünü yükseltme noktasında oldukça önemlidir. Düşünce kuruluşlarının tam manasıyla literatür anlamına karşılık gelebilmesi, ne kadar bağımsız çalışmalar icra edebildiğinden geçmektedir.

Düşünce kuruluşları yapmış oldukları yayınlar ile ilgili ülkelerin dış politikalarını ve Dünya politikasını yönlendirebilmektedirler. Bu duruma verilecek en önemli örnek ise George Kennan’ın, Council of Foreign Affairs’ın (CFR) bizatihi yayını olan Foreign Affairs’da, 1947 yılında yayımlanmış olan “Mr. X” başlıklı makalesi, Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisini şekillendiren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Düşünce ve araştırma kuruluşlarının yayımlamış oldukları makalelerin etkinliğine, Stocholm International Peace Research Institute’ün (SIP- RI) her yıl düzenli olarak yayınlamakta olduğu yıllık örnek olarak gösterilebilir. Düşünce kuruluşlarının ülkelerin politikalarında etkin rol üstlendiğini destekler nitelikte bu tip birçok örnek mevcuttur. Devletlerin; dış politikada yeni düşünceler ile alternatifler üretmelerini, üst düzeyde tartışma ortamı hazırlamalarını, ilgili ülke vatandaşlarını Dünya hakkında bilgilendirmelerini ve arabuluculuk ile çatışmaların çözülmesi konusunda resmi çabalara tamamlayıcı imkanlar sağlamaları noktalarını karşılamaktadırlar.

Türkiye ise düşünce ve araştırma kuruluşları çerçevesinde başta ABD olmak üzere diğer Avrupai devletlere göre hem niceliksel hem de niteliksel açıdan oldukça geridedir. Bu durumun ortaya çıkmasındaki en temel faktör ise toplumu itibariyle Türkiye, düşünce ve araştırma kuruluşlarının önemine haiz olmamasıdır. Türkiyede düşünce kuruluşları yarım yüzyılı geride bırakarak özellikle konjonktürün elverişli olduğu 2000’li yıllardan itibaren sayı ve etki bakımından önemli bir aktör haline gelmiştir (BABUR, 2021). Türkiye’de düşünce ve araştırma kuruluşlarının niceliği oldukça artmış, netice itibariyle de neden ortaya çıktıkları ve nasıl uluslararası alana yayıldıkları, siyasal karar alıcıları nasıl etkiledikleri ve küresel dünya ile nasıl bir etkileşim içinde oldukları, gibi soruların cevaplanması gerekliliği ortaya çıkmıştır (Alper Tolga BULUT, 2014).

Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Tarihsel Gelişimi

Dünya özelinde düşünce ve araştırma kuruluşları ilk olarak 20’nci yüzyılların başlarında ABD’de ortaya çıkmıştır. Akademik ve bilimsel çalışmaların öneminin oldukça yüksekte olduğu bu dönemde Russel Sage Foundation 1907 yılında, 1910’da Russell Foundation, 1911’de Carnegie Endowment ile Twentieth Century Fund ve 1916’da Hoover Institution kurulmuştur. Bu durum Dünya özelinde özellikle Soğuk Savaş döneminde artarak devam etmiştir. Öyle ki ABD’de 1907 ila 1950 yılları arasında 25’i aşkın düşünce ve araştırma kuruluşu kurulmuşken bu durum 1950 yılından sonra katlanarak artmıştır (McGANN, 2009) (bkz. Tablo 1). Giderek endüstrileşmeye başlayan düşünce ve araştırma kuruluşları, ABD’nin uluslararası alandaki stratejik çıkmazlara karşın,ihtiyacına binaen odak noktası olmaya devam etmiş ve en önemli çözüm merkezleri konumunu almıştır. Bu duruma cevaben, RAND Corporation (1948), Foreign Policy Research Institute (1955), Center for Strategic and International Studies (1962) gibi enstitüler kurulmuştur. Halihazırda Dünya üzerinde en fazla düşünce kuruluşunun bulunduğu ülke ise ABD’dir. Soğuk Savaş Dönemi’nde kurularak aktif çalışmalarda bulunan birçok düşünce kuruluşunun bağımsız olmadığı kanaati bugün itibariyle hâkim olan bir görüştür. Realitenin baskın olarak karar mekanizmalarının etkisi altına alındığı bu Soğuk Savaş Dönemi’nde tüm Dünya olduğu gibi düşünce kuruluşları da ideolojik propaganda merkezlerine dönüşmüştür. Dönemin havası itibariyle düşünce kuruluşları ciddi manada strateji ve güvenlik alanlarında faaliyetler yürütmüştür. Bu dönem, birçok kişi tarafından “Strateji Çalışmalarının Altın Çağı – Age of Strategy Studies” ile “Güvenlik Çalışmaları Rönesansı – The Renaissance of Security Studies” olarak nitelendirmiştir (STEPHEN, 2003). Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber yeni sorunlarla karşı karşıya kalan Dünya kamuoyu, düşünce ve araştırma kuruluşlarına bakış açısını ve anlayışını ciddi manada değiştirmiştir. Nitekim insan hakları, küreselleşme, kuraklık ve ekonomik-politik gibi konular özelinde sorunlar oldukça artmış ve bu sorunlara karşın çözüm stratejilerinin arandığı yer ise düşünce ve araştırma kuruluşları olmuştur.

Tablo 1: Yıllara Göre Kurulan Think Tank Sayısı

Kaynak: James G. McGann, “The Global ‘Go-To Think Tanks’”, RAND, 2008, s.10. pdfadresi: https://repository.upenn.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1000&context=think_tanks

Düşünce Kuruluşlarının Sınıflandırılması

Düşünce ve araştırma kuruluşları; Etkinlik Derecesine Göre: Küresel, Bölgesel ve Ülkesel, Bağımsızlık Kriterine Göre: Tam Bağımsız, Yarı-bağımsız/bağımlı, Tam Bağımlı ve İşlevlerine Göre olmak üzere üç ana temel başlık üzerine sınıflandırılmıştır. Buna ek olarak “İşlevlerine Göre”, Bölgesel ya da Ülkesel Çalışmalar Yapan (Avrupa, ABD, Kafkasya v.b) ve İşlevsel Çalışmalar Yapan (Güvenlik, İnsan Hakları, Enerji, Çevre v.b) olmak üzere de ikiye ayrılmaktadır.

Foreign Affairs tarafından yayınlanan düşünce ve araştırma kuruluşları indeksinde ise aşağıda belirtildiği üzere bir sınıflandırma yapılmıştır (McGANN J. , 2009);

1- Politika Yapıcılar: RAND, Urban Institute, Overseas Development Ins- titute v.b.

2- Partizanlar: Heritage Foundation, Center for American Progress, Adam Smith Institute v.b.

3- Fantomlar: China Development Institute, Institute for Democracy and Cooperation (Russia) v.b.

4- Bilim Adamları: Brookings Institution, Council on Foreign Relations, Chatham House v.b.

5- Aktivistler: Human Rights Watch, Centre for Conflict Resolution (South Africa),Amnesty International

Diane Stone ise düşünce ve araştırma kuruluşlarını yukarıda bahsedilen kurumlardan ayıracak altı temel özellik ortaya koymuştur (STONE, 1996). Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibidir:

a) Organizasyonel Bağımsızlık ve Devamlılık: Düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak kamu sektörünün dışında kendi yasal statüleri ile kurulurlar. Bağımsız olmaları, kâr amacı gütmeyen kurumlar olmalarının doğal sonucu olarak görünmektedir. Bunun yanında düşünce kuruluşları sürekliliği olan kuruluşlardır.

b) Araştırma Gündemini Bağımsızca Belirleme: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının  sabit veya bağımlı bir politika gündemleri yoktur ve entelektüel olarak bağımsızlardır (STONE, Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes, 2002).

c) Politika Odaklı Olma: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının en önemli özelliği kanun yapıcıların karar alma süreçlerini etkilemeye yönelik faaliyetler yürütmeleridir. Faaliyet alanları bulundukları toplumdan bağımsız değildir. Buna mukabil ilgili kanun yapıcılarla müşterek mesai halindedirler. İlgili kanun yapıcı kurmaylar ile aralarındaki diyalog mesafesi etkin, yararlı ve yerinde politikalar üretme odaklıdır.

d) Kamu Yararı Gözetme: Düşünce ve araştırma kuruluşları yürüttükleri faaliyetlerde kamu yararının faydasına hareket etmektedirler. Bu bağlamda düşünce ve araştırma kuruluşları teorik de olsa, kamuoyunda tartışma başlatma ve toplumu eğitme gibi amaçlarla çalışmalar yürütmektedirler. Bu duruma ek olarak düşünce ve araştırma kuruluşları, herhangi bir oluşumun yahut zümrenin arka bahçesi konumunda bulunmak maksadıyla hareket edemezler/etmemelidirler. Toplumsal huzur ve refahı arttırıcı niteliğindeki çalışmaları ve diğer bilumum meselelere karşın çözüm stratejileri; çoğunlukla araştırma, analiz, panel ve sempozyum şeklinde halka açık olması, aynı zamanda yalın, özgün ve anlaşılır bir dille kaleme alması önem arz etmektedir.

e) Uzmanlık ve Profesyonellik: Düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan personel genellikle, politika veya sosyal bilimler üzerine eğitim almış ya da çalıştığı/çalışacağı alana hakimiyeti, ilgisi ve motivasyonu oldukça yüksek olmalıdır.

f) Ortaya Konulan Çıktılar: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının aktif olarak yürütmekle mükellef olduğu faaliyetlerin en temel üç sonucu araştırma, analiz ve tavsiyedir. Politika tavsiyeleri, kitaplar, belirli aralıklarla çıkarılan dergiler, köşe yazıları, radyo ve televizyon mülakatları gibi geniş bir yelpazeye yayılan araçlarla siyasal karar alıcılara ve topluma ulaşma maksadıyla hareket etmektedirler. Bunlara ek olarak da seminerler, atölye çalışmaları, konferans ve panel toplantıları gibi faaliyetler yürütmektir. Bu faaliyetler sayesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan uzman ve akademisyenler ile karar alıcılar, kanaat önderleri ve sponsorlar bir araya gelmekte ve ilgili tavsiyeler sözlü olarak aktarılmaktadır.

Sonuç

Düşünce kuruluşları demokratik toplumlar için en önemli aktörlerden biridir ve toplumların entelektüel kesimlerinin bilgi temelli hareket ettiği bir ekosistemdir. Aslı itibariyle düşünce kuruluşları, devletlerin bir nevi yumuşak gücü (soft power)’dür (KARABULUT, Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz, 2010). Düşünce merkezleri, Batı’da sistem içidir ve politika oluşturulan bir nevi mutfaktır. Bu nedenle, Batı’da (özellikle ABD’de) düşünce merkezleri ile kamu, medya, üniversite, özel sektör ve siyaset arasındaki geçişkenlik oldukça fazladır. Türkiye’de ise düşünce merkezleri karar alıcılara yakın olmasına rağmen sistem dışıdır. Kamu, özel sektör ve siyaset ile arasındaki geçişkenlik çok azdır. Geçişkenlik, akademik Dünya ve kısmen medya ile bulunmaktadır. Ülkemizde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak seminer, panel, ulusal ve uluslararası konferanslara ve internet yayını ile gerek kamuoyunu gerekse de kanun yapıcıları bilgilendirmekte, ürettikleri bilgiyi çıkarttıkları hakemli dergide yayınlayarak yaymakta ve bilimsel bilgi üretmektedirler. Bu etkinliklerinin yanında uyguladıkları staj programları ile uzman yetiştirmekte ve en önemlisi bilginin ulusal yollarla üretilmesini sağlamaktadırlar (Alper Tolga BULUT, 2014). Ancak ulusal ve uluslararası arenada ne kadar etkin oldukları en önemli tartışma konusudur. Ülkemizin en önemli düşünce ve araştırma kuruluşlardan biri olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)’nın 2019 yılında yayımladığı “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” raporu uluslararası alanda ciddi manada ses getirmiştir. Ayrıca SETA, yurt içerisinde karar alma süreçlerinde etkin bir konumdadır.

Netice itibariyle düşünce ve araştırma kuruluşları bir ülkenin gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda yönetim başarısını bazen doğrudan bazense de dolaylı olarak etkileyen ciddi öneme sahip kuruluşlardır. Kâr amacı gütmeyen, hükümetten, siyasi partilerden ve diğer muhtelif çıkar zümrelerinden bağımsız olarak hareket ederek iç ve dış politikaya yönelik çalışmalar yapan/yapması gereken kuruluşlardır. Yaptığı çalışmaların entelektüel zeminde tartışmalarla ilgili kanun yapıcı kurmaylara tavsiye niteliğinde yorumlarını akademik ve bilimsel bir perspektifle sunarlar. Ancak günümüz dünyasında birçok düşünce ve araştırma kuruluşu, yukarıda da belirtildiği üzere olmalı/taşıması gereken birçok özelliği kendilerinde barındırmamaktadırlar. 20. Yüzyıl’ın başlarında ortaya çıkan ve önemli bir çoğunluğunun ABD’ye has bir anlam literatürü olduğu düşünce ve araştırma kuruluşları, özellikle ABD’nin dış politikasında etkin bir rol üstlenmiştir. Gayet tabiidir ki hâlihazırda ABD’nin siyasal, ekonomik ve kültürel dinamikleri düşünce ve araştırma kuruluşları için önemli bir habitattır. Ülkemizde ise uzun yıllar süregelen siyasi istikrarsızlık neticesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarının temel paradigmaları babında reaksiyon gösterebilecek bir altyapıyı kendisinde barındıramamıştır. Geçmiş dönemlerde geleneksel Türk dış politikalarının oluşumu ve uygulanma süreçleri de düşünce ve araştırma kuruluşlarına kapalı bir pozisyona sahipti. Son yıllarda ülkede değişen rejim vasıtasıyla ise bu durum değişmiştir. Ancak ülkenin sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik özellikleri bakımından düşünce ve araştırma kuruluşlarının gelişiminin önünde ciddi bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 

Kaynakça

  • Alper Tolga BULUT, F. A. (2014, Mart 30). Think-Tankler ve Dış Politika: Türkiye ve ABD Örne ği. Centre for Strategic Research and Analysis: https://cesran.org/think-tankler-ve-dis-politika-turkiye-ve-abd-ornegi.html adresinden alındı
  • BABUR, M. M. (2021). Bir Temsil Alanı Olarak Türkiye’de Düşünce Kuruluşları. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1-19.
  • DURAN, B. (2019, Temmuz 29). Düşünce Kuruluşları Türkiye’nin Önünü Açar. (S. DURSUN, Röportaj Yapan)
  • KARABULUT, B. (2010). Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz. Gazi Akademik Bakış, 91-104.
  • McGANN, J. (2009, Ocak – Şubat). Foreign Policy. Pennsylvania: University of Pennsylvania ScholarlyCommons.
  • McGANN, J. G. (2009, Ocak 19). The Global ‘Go-To Think Tanks. The Global ‘Go-To Think Tanks. Philadelphia, Amerika Birleşik Devletleri: Penn Libraries University of Pennsylvania .
  • STEPHEN, M. W. (2003). Güvenlik Çalışmaları Rönesansı. Avrasya Dosyası ( Güvenlik Birimler Özel), 71-106.
  • STONE, D. (1996). Capturing the Political Imagination: Think-tanks and the Policy Process. London: Routledge.
  • STONE, D. (2002). Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes. Governance, 45-70.

[1] Dünya üzerindeki birçok düşünce ve araştırma kuruluşlarının özgür ve bağımsız bir yapıya sahip oldukları tam anlamıyla gerçeği yansıtmayarak, teorik olarak bağımsız oldukları varsayılmaktadır.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/feed/ 1
Maghreb Political Economy: A Region Below its Potential https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/maghreb-political-economy-a-region-below-its-potential/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/maghreb-political-economy-a-region-below-its-potential/#respond Sat, 25 Sep 2021 11:32:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3407 Abstract

For many years, the Maghreb region has been experiencing political, economic, and social problems. Bad political governance and resources course are the main problems of the region. States’ economic strategies cannot fulfil the expectation of their societies. This created unrest among the population of Maghreb and ended up with demonstrations in 2011. This essay is based on many literature reviews on Morocco, Tunisia, Algeria, Libya’s political economy. Many studies have revealed that the region has lots of economic inefficiencies. However, it seems that there is a possible way to overcome these difficulties and establish a stable environment for its people both politically and economically if political confrontations are solved.

Keywords: Maghreb; Morocco; Tunisia; Algeria; Libya; Political Economy

Introduction

Although the Maghreb region shares the same religion, ethnicity, and language, it is the least integrated region in the world, economically, socially, and politically. This lack of integration led to poor economic performance, which is the main reason behind the social unrest and political instability. This paper first analyzes the shortcomings of the region then proposes a solution to these problems. It is pretty beneficial to divide the Maghreb into two categories: rentier states of Algiers and Libya on the one hand, and on the other hand, small middle-income states of Morocco and Tunisia. Mauritania is excluded in this research because of its insignificant economic and political power. If an economist sees the region, he or she will immediately realize that it is full of inefficiencies, economically speaking. While Algerian and Libyan states have their problems thanks to structural problems created by oil rents, Morocco and Tunisia suffer their fiscal problems. All of the four states are failing to establish institutions to achieve economic development.

The Paradigm of Economic Development in the Region

State and market relations in the Maghreb have their roots in the 1930s. States in North Africa started their economic strategy as interventionist and redistributive. In the 1930s, the years of the Great Depression, state has become the primary paradigm of regulation and redistribution of wealth and welfare (Yousef, 2004, p. 94). Central planning and protectionism seemed as the only way to succeed in the economy. Keynesian understanding became dominant. Also, the nation-building process of these states required the support of large segments of society, which later pushed for more interventions policies, such as in Tunisia through the Tunisian General Labour Union (Yousef, 2004, p. 94). Lastly, oil revenues were one of the main reasons why the state has become the main player in the economy. Huge profits from oil made it easy for countries like Libya and Algeria.

These policies led to a ‘governance gap’ because revenues from natural resources did not require governments to levy tax from the population, which created a gap in government institutions and enabled authoritarian regimes to feed their security apparatus like in Morrocco and Libya(Yousef, 2004, p. 96). These states did not need to establish institutions like Western Europeans did to maintain states’ capabilities which required well-established bureaucratic structures. In the end, the region ended up with the lowest rates of good governance.

Resource Curse

Two of the four states, Libya and Algeria, can be classified as rentier states that created their own unique economic, political, and social structures. It is essential to understand the resource curse because, in a classical understanding of economics, it is expected that these vast resources would be beneficial for economic development and growth. To be a rentier state, there should be four phenomena: rent should dominate the economy; this rent must subsidize the economy so there should be no need for  other sectors, only a tiny percentage of the population join the rent generation, which creates a division between state and society; and state must be the primary recipient of rent (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 17). Algeria and Libya meet the conditions while Morocco and Tunisia have over 85 percent of their export from non-oil sectors (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 19). Diversification of economic activities through the support for other sectors can be a solution to the problem of rentierism, which will be discussed in the following pages (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 28)

To understand how a natural resource can be detrimental to the economic performance of a nation, one should first make a division between weak institutions and strong institutions, which are decisive. The resource curse is a term to the point that unlike it is expected that resource-rich countries tend to fail economically. Qualitative researches show that economies with a high ratio of natural resource exports to GDP in 1971 had abnormally sluggish growth rates (Ross, 1998, p. 300).  When a resource is found, two things follow. Firstly, a rise in the exchange rate due to a rise in export, and secondly, a new sector flourishing due to newly found resources pull capital and labor from other sectors. These nations become much more dependent on the oil sector, in which prices can be too unstable. Also, when this abundance of resources is combined with institutional shortcomings results in huge government expenditure (Yousef, 2004, p. 99).

On a socio-political explanation side, because of rent from the oil sector or natural gas, the government does not need to levy tax from its population. This halts rentier states to become more democratic and liberal markets [(Ross, 1998, p. 312), (Schwarz, 2008, p. 604)]. As Schwarz shows for Algeria, for example, oil contributes 35 percent of its GDP and nearly all of the export (2008, p. 608). Algeria is the biggest natural gas producer in Africa and the second biggest supplier to Europe, and it has the third-largest oil reserves in the continent (Escribano, 2016, pp. 3–4). For Libya, rent is the oil money. In addition to the low level of economic diversification, subsidies are too high, nearly 49 percent of the state budget (Escribano, 2016, p. 10). It should be kept in mind that rents are not limited to oil money, but there are also international aids.

Rentierism is causing two pivotal problems. First, it is an obstacle to the flourishing of democratic regimes. Secondly, it leads to a social contract that jeopardizes political rights for welfare (Schwarz, 2008, p. 610). Oil has a negative impact on democratic rule, as shown by statistical research (Ross, 2013, p. 7). First, it enables authoritarian rulers in power to continue their oppression. Secondly, oil revenues attract greedy rulers by increasing the value of executive power (Ross, 2013, p. 10). Therefore, social, political, and economic changes and reforms are being executed in times of huge economic crises, which pushed elites to deal with a budget deficit.

Ruling Elite

The ruling elites have excelled in maintaining control over resource allocation. These established elites use political power as a means to control private business. They favor ‘businessmen’ who have good ties with regimes (Schlumberger, 2000, p. 250). While the prevailing elites were able to seize the acquisition of resources, they could not be utilized those resources in production. These resources are using as subsidize the cost of living of the population, which is motivated politically. Subsidies are government measures that guarantee lower prices less than the market level (El-Katiri & Fattouh, 2017, p. 2). This alimentation process ends up an unproductive and inefficient economic burden. In Morocco, for example, a portion of the money that is spent for energy subsidization is equal to investment and more than education and health costs(El-Katiri & Fattouh, 2017, p. 3). This massive sum of money could be used more efficiently, such as infrastructure investments which are quite inadequate in the region.

These rent-lover states caused rent-seeking domestic market. Wasta is the Arabic word to describe the situation, which means intermediation between private relations of political and business elites. These kinds of systems favor personal networks over merit and productivity (Schlumberger, 2000, p. 251). If competition in the market is accepted as the main principle for economic success, state apparatus is the main problem in the Maghreb.  The sociopolitical orientation of the economy leads to a hostile place for newcomers who do not have linkage to the ruling elite. Also, this way of making business scare away international investors, although these states need Foreign Direct Investment to maintain their economy.

The winds of change started to blow in the 1970s and 1990s due to the declining price of natural resources. North African states had no choice rather than liberalizing their markets and open up to the globe (Dillman, 2001, p. 199). Macroeconomic indicators push elites to reform (Yousef, 2004, p. 99). Neo-Liberal reforms were started first in Tunisia, followed by Morocco. However, State and Business relations started to be affected in a very different way than it was expected. North African regimes selectively restructure their economies, using reforms and repression to mitigate many of globalization’s purportedly regime-challenging effects. Incumbent elites may undermine democracy by choosing ways to engage in global markets subtly, sustaining distributional coalitions and a dependent local private sector.  Regimes benefit from rising capital inflows, limiting access to profits and rents, and substituting for some decreasing resources through limited market reforms. (Dillman, 2001, p. 201). As Dillman states, ‘’limited privatization, partition sales, sales to anchor investors, the public stock market offers, contracting-out of services, worker buyouts, and liquidations’’ are a few examples of this dirty work (Dillman, 2001, p. 207).  In Morocco, for example, privatization has enriched the Royal family rather than removing resources from government control. White predicted that these reforms would make the market less attractive to foreign investment, less secure, and more prone to migration (2001, p. 851).

Small Middle-Income States

Other than Algeria and Libya, Tunisia and Morroco are middle-income countries without oil rents. These states had to follow a different economic policy, development strategy to overcome their economic difficulties.  These two countries have been racing for new and closer ties with the EU since the 1970s. Tunisia is leading this race because its smaller economy and its domestic politics did not give policymakers any other alternatives (White, 2001, p. 4). However, Morroco was able to be more slowly due to its bigger economy and its domestic character. It takes them until the 1990s, thanks to lower phosphate prices which is enormous for the Moroccan economy.

The relations between the EU and Maghreb caused dramatic changes in domestic economies and politics in Southern Shores of the Mediterranean. Starting from the 1970s, EU’s protectionism, economic recessions in developed countries, Second Enlargement of the Union have detrimental effects. Also, both countries experienced opposition of Islamist movements because of their unequal relations with the West.

To understand in what way these adjustment policies affect, policy choices must be examined. As White (2001, p. 11) puts it, the state is an intermediary actor between international and domestic realms. In his book, he used Wallerstein’s ‘World System Theory’ which classified countries as core, periphery, and semi-periphery. According to this understanding, there is a ‘unequal exchange’ between the weak and stronger. There are two tactics to overcome this inequality, one is the process of Import Substitution Industrialization (ISI), which is aiming to favor domestic industrial production through the high tariff barriers, and the other one is persuading multinational corporations to invest in the domestic economy (White, 2001, pp. 13–14). In the end, the state is both a player in domestic and international economic spheres.

Tunis and Morrocco, both small middle-income countries, are open to the danger of international economic instability because of import means inflation, and this can cause lots of problems, like a deficit in the balance of payments. Also, the two states are both former colonies that end up with less diversified economic activities. The heritage of colonialism is not only limited to this, but also their target market is tied to former masters. All of these make them much more vulnerable economically, and they cannot continue to protectionist policies due to their small size.

A short time after their independence from colonial rules, the Maghreb region’s agricultural export was restricted as a result of the Common Agricultural Policy, which was introduced in 1960. These agricultural productions mainly were aiming at the European cities. The second Enlargement in the 1980s was the second blow to North Africa because newly admitted countries, like Spain and Greece, both producing similar industrial and agricultural products like olive oil, have the advantage to access developed markets.

Tunisia started its new policy direction in 1971,  after following ISI policies of the 1960s, aiming for new job creations, more growth rates of GDP, and firms’ profits (White, 2001, p. 30). However, the opening programs did not work well both economically and socially. Tunisia experienced riots in 1978 and 1984.  However, Morocco’s natural resource advantages, the bigger size of its economy, and the palace’s desire to dominate the economy served as a deterrent to liberalizing foreign commerce. In the early 1980s, phosphate prices were falling, and fiscal problems were huge for Morrocco (Yousef, 2004, p. 98).

White (2001, p. 34-41) counts four dynamics behind the differentiation of policies of two countries. These are elites’ ideology, type of government, economic resources, and international environment.  While the Tunisian elite is united, secular, and more pro-western, the Moroccan elite was less uniform, differentiation between urban and rural elites. The regime is another factor while the Tunisian state continued its ties with its society. Morrocco did not achieve this social linkage and became the focus of criticism for human rights violations.  Two Countries have different economic conditions. Their natural resources, populations, education level of society are just a few examples. The last factor is their position in the international system. Both countries are located in the south of the European Union, making them essential partners for the West because of their role in the Middle East and their role in security.

Results of opening programs were massive for the two countries. Rural economic activities have declined. For example, Tunisia has become from ‘Rome granary’ to an importer of comestibles (White, 2001, p. 44). Secondly, two countries experienced massive intranational migration from rural to cities having industrial production alongside to coasts. This new industrialization caused environmental crises due to unregulated activities. Lastly, these policies affected the unfavorably lower section of the population, most of which would be radicalized through the Islamic and Communist movements.

After its independence in 1956, Tunisia followed first ISI policies, then opening policies and export-oriented growth, and finally accepted Structural Adjustment programs in the mid-1980s. The economic crisis caused by the drop in oil prices, the drought of 1986, and the fall in tourism income pushed Tunisia to accept International Monetary Fund’s programs (White, 2001, p. 118). IMF reforms created significant problems for men on the street. State subsidies to food were canceled, which increased the cost of living. Also, intifah, the opening,  cut Tunisia in half. While coastal cities got investment and employment, inner parts only got about ten percent of them. On the other hand, Morocco has been slower to open to Europe due to its larger size and internal political reasoning (White, 2001, p. 147).

Results of Reforms

There is excellent work that shows that economic reforms can cause social unrest because they immediately affect existing sectors due to removed protectionist measures. However, it takes time to create employment in new sectors. Also, because these policies applied most of the time in regimes trying to move from authoritarian rule, which there is the lack of institutionalization, to more democracy, investors are reluctant to take steps in such as in Tunisia, Morocco, and Algeria (Addison & Baliamoune-Lutz, 2006, p. 1030).  The new system become Crony Capitalism through which only people who have personal links to political power, and there is no ‘rule of law, transparency, and good governance (Sika, 2012, p. 7).’ For example, it is known that half of the business people are linked to Ben Ali in Tunisia (Escribano, 2013, p. 10). The governments have carried out economic reforms by retaining power by controlling the economy and politics. All these policies increased the social tensions.

These new events challenged the prevailing social contract, which is based on welfare, employment, public healthcare, low taxes for the exchange of political freedoms (Sika, 2012, p. 17).  Also, these welfare policies led to a massive process in society, life expectancy detrimentally increased, and education rates increased (Mouhoud, 2012, p. 37). Thus, societies become much more demanding from their states. However, the region is experiencing the highest rate of unemployment among university youth. These states can be classified as ‘predatory states,’ but not ‘developmental’ (Sika, 2012, p. 27)

There was concerns concerns that in 2009, the Maghrebi economy’s gradual openness to European markets would result in catastrophic economic turmoil rather than job creation (Wall, 1996). (White, 1999, p. 847). The Maghreb had lost its agro-alimentary self-sufficiency by the 1970s.’ because of  CAP and newly admitted Spain and Italy, which produce similar goods.      Common Agricultural Policy has three components: arranging the prices charged for agricultural commodities by consumers with the price promised, taxing critical agricultural commodities, and supporting European exporters (White, 2001, p. 54). The first two of these mechanisms made it hard for Maghrib export to penetrate the European market.

Since its adoption in the early 1960s, the EU’s Common Agricultural Policy has contributed to the collapse of the Maghreb’s agricultural sector(s), resulting in urban migration within Maghrebi nations and, as a result, emigration to Europe (White, 1999, p. 840). What are the reasons behind this? A significant difference in living conditions and economic development between North and South, wage remittances, North’s cultural dominance, and Europe’s need for the labor the main reasons(White, 1999, pp. 840–843).  As the state offers less for its citizens’ social security, militant Islamist groups that can provide social services may acquire more popularity due to privatization and deregulation (Schlumberger, 2000, p. 257), (Yousef, 2004, p. 99).

Intra-Regional Trade

As it is stated in one of IMF reports, high trade restrictions are one of the main problems behind the weak economic activities (Abed & Davoodi, 2003, p. 9). From a liberal perspective, it can be claimed that free trade promotes peace by increasing the cost of conflict between states and providing trust to actors (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 93). Although trade is possible between geographically close countries, there are some studies shows that conflicts are more common in physically adjacent nations than in geographically distant ones (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 94). One reason for this could be the territorial disputes among the border-sharing states. Maghreb region is an excellent example of that because their borders are the burdens inherited from colonial rule. There is a mutual relation between trade, peace, and conflict. While trade can pave the way for peace, conflicts can jeopartise possible trade relations.

The region has the lowest rate of integration than anywhere in the world, which is below  4 percent (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 99). It is quite below its potential of 15 percent (Barth, 2019, p. 2). The region has tariffs twice high as the world average (World Bank, 2015). Also, intra-region logistic infrastructure has not developed quite well. They have their free trade agreements with the EU, which is also quite problematic. For example, Tunisia imports fish from Italy that also imports fish from Morocco (Allouche, 2019, p. 10).

Terrorism has resulted in stricter limits on the movement of persons and goods within the region. The main organization responsible is Al-Qaeda in the Islamic Maghreb. Also, regional conflicts, the Western Saharan dispute, is the main reason why the border between Tunisia and Algeria, and Morocco and Algeria (Brunel, 2008, p. 4). These factors make integration impossible.

Regional Integration and the Dream of Union

The Arab Maghreb Union attempted to promote economic growth and development, peace, free movement, and free capital transfer throughout the region (Adrià Albareda, 2011, p. 13). The establishing treaty of the AMU stipulates policies in different areas such as economy, international affairs, security, and cultural issues. Organizational structure is consisting of different bodies in each country. However, the Presidency Council, containing the heads of states, is the only body that can make decisions based on unanimity (Treaty establishing the Arab Maghreb Union, 1989).

This effort of regional integration has failed to succeed because of political disputes between parties. For 25 years, the Presidency Council has never been taken place. Some scholars point to the leadership problem as an international public good  (Adrià Albareda, 2011, p. 14). It is logical to see it as a problem of inertia of the leaders of these states. However, some academics propose that it is so because these countries’ economies are more competitive than complementary (Adrià Albareda, 2011, p. 15). On the other hand, another research shows how these economies are more supplementary to each other than to the EU market (Kireyev et al., 2019, pp. 21–22). Intra-regional trade is lower by four-thirds of its potential (Mouhoud, 2012, p. 45).

Political tension between Algeria and Morocco, which resulted from Western Sahara, between Morocco and Libya over Gafsa Affair are just a few examples of inter-state problems (Barth, 2019, p. 5). If political issues are overcome and integration is achieved, all nations will be able to maximize their profit, attract more foreign investment, create regional value chains, and strengthen their collective bargaining power, resulting in increased commerce and faster growth. (Kireyev et al., 2019, p. 19).

Conclusion

To sum up, the region is underperforming than its real potential because of lack of well-developed institutions, rent-seeking elites, unequal relations with the European Union. This paper proposes that if state elites come to an understanding to establish a sort of economic integration process by overcoming their political tensions, the Maghreb region can solve its problems because an integrated economic area can offer a more powerful tool for negotiations with third parties, can make the region more appetizing for investors.

 

References

  1. Adrià Albareda, O. B. (2011). Sub-Regionalism in North Africa and the Middle East: Lessons Learned and New Opportunities Adrià. In Euro-Med Call for Papers (Issue July).
  2. Barth, M. (2019). Regionalism in North Africa: the Arab Maghreb Union in 2019 (DEMOCRATIC DEVELOPMENT SERIES). https://www.bic-rhr.com/research/regionalism-north-africa-arab-maghreb-union-2019
  3. Allouche, Y. (2019). Regional Power Rivalry and the Failure of the Arab Maghreb Union.
  4. Chabbouh, R., & Asmi, E. (2018). Trade and Conflict : The Case of the Arab Maghreb Union. 20(2), 90–107.
  5. Yousef, T. M. (2004). Development, growth and policy reform in the Middle East and North Africa since 1950. Journal of Economic Perspectives, 18(3), 91–115. https://doi.org/10.1257/0895330042162322
  6. Addison, T., & Baliamoune-Lutz, M. (2006). Economic reform when institutional quality is weak: The case of the Maghreb. Journal of Policy Modeling, 28(9), 1029–1043. https://doi.org/10.1016/j.jpolmod.2006.04.004
  7. Mouhoud, E. M. (2012). Political Economy of Arab Revolutions : analysis and prospects for North-African Countries. Mondes En Développement, n°158(2), 35. https://doi.org/10.3917/med.158.0035
  8. Schwarz, R. (2008). The political economy of state-formation in the Arab Middle East: Rentier states, economic reform, and democratization. Review of International Political Economy, 15(4), 599–621. https://doi.org/10.1080/09692290802260662
  9. Schlumberger, O. (2000). Arab political economy and the European Union’s Mediterranean policy: What prospects for development? New Political Economy, 5(2), 247–268. https://doi.org/10.1080/713687768
  10. Ross, M. L. (1998). The Political Economy of the Resource Curse. World Politics, 2, 297–322. https://www.jstor.org/stable/25054077
  11. Abed, G. T., & Davoodi, H. R. (2003). Challenges of Growth and Globalization in the Middle East and North Africa. In PAMPHLET SERIES.
  12. White, G. (2001). A Comparative Political Economy of Tunisia and Morocco. State University of New York Press.
  13. Ross, M. L. (2013). The Politics of the Resource Curse: A Review. SSRN Electronic Journal, 1–29. https://doi.org/10.2139/ssrn.2342668
  14. White, G. (1999). Encouraging unwanted immigration: A political economy of Europe’s efforts to discourage North African immigration. Third World Quarterly, 20(4), 839–854. https://doi.org/10.1080/01436599913587
  15. Escribano, G. (2016). The Impact of Low Oil Prices on Algeria. http://nbr.org/research/activity.aspx?id=560
  16. Escribano, G. (2013). A political economy perspective on North African transitions. In North African Politics: Change and Continuity. https://doi.org/10.4324/9781315685410
  17. Sika, N. (2012). The Political Economy of Arab Uprisings.
  18. Dillman, B. (2001). Facing the Market in North Africa. The Middle East Journal, 55(2), 198–215. https://www.jstor.org/stable/4329614
  19. El-Katiri, L., & Fattouh, B. (2017). A Brief Political Economy of Energy Subsidies in the Middle East and North Africa. International Development Policy / Revue Internationale de Politique de Développement, 7(7), 58–87. https://doi.org/10.4000/poldev.2267
  20. Al-Rawashdeh, R., Al-Nawafleh, H., & Al-Shboul, M. (2013). Understanding oil and mineral resources in a political economy context: the case of the Middle East and North Africa (MENA). Mineral Economics, 26(1–2), 13–28. https://doi.org/10.1007/s13563-013-0035-3
  21. Schilirò, D. (2015). Mediterranean, migrations and economic development. Journal of Advanced Research in Economics and International Business, 3(4), 1–7. //mpra.ub.uni-muenchen.de/83051/
  22. Brunel, C. (2008). Political Economy of the the Maghreb. In G. C. Hufbauer & C. Brunel (Eds.), MAGHREB REGIONAL AND GLOBAL INTEGRATION. The Peterson Institute for International Economics.
  23. Kireyev, A., Nandwa, B., Ocampos, L., Sarr, B., Al Amine, R., Auclair, A. G., Cai, Y., & Dauphin, J.-F. (2019). Economic Integration in the Maghreb: An Untapped Source of Growth. In Middle East and North Africa Departmental Paper No.19/01 (Issue 19).
  24. Treaty establishing the Arab Maghreb Union, 1989
  25. World Bank. (2014), «Doing Business 2015: Going Beyond Efficiency». Washington, DC
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/maghreb-political-economy-a-region-below-its-potential/feed/ 0
Gıdalarda Bulunan Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/gidalarda-bulunan-polisiklik-aromatik-hidrokarbonlar/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/gidalarda-bulunan-polisiklik-aromatik-hidrokarbonlar/#comments Sun, 08 Aug 2021 14:21:25 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3291  Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Polisiklik aromatik hidrokarbonlar(PAH), iki veya daha fazla aromatik halkadan oluşan molekül yapılarında karbon ve hidrojen harici başka bir element bulundurmayan kömür gibi fosil yakıtların, karbon içeren maddelerin ve gıda gibi diğer organik bileşiklerin yüksek sıcaklıkta oksijensiz ortamda pirolizi veya tam yanmaması sonucu oluşan toksik ve kanserojen etkiye sahip çevre kirletici maddelerdir.

PAH’ lar yüksek moleküler ağırlığa ve düşük uçuculuğa ve buhar basıncına sahiptir. Kararlı bir yapıya sahip olan PAH’ ların uçuculuk özelliği kaynaşmış halka sayısının artmasıyla azalmaktadır. PAH’ ların bir kısmı renksizdir veya renkleri solgun sarı ve parlak sarıdır. Çoğu PAH bileşiğinin ergime noktası 200°C’ nin altındadır. Bu bileşikler asetik asit, benzen, aseton, toluen, ksilen, 1,4-dioksan, mineral yağ, zeytin yağı ve siklohekzanda çözünebilir fakat dietil eter ve petrol eterde çözünmezler. Son derece zararlı olan PAH’ lar sülfatlanma, nitritlenme, fotooksidasyon gibi kimyasal tepkimeler ile daha zehirli bileşiklere dönüşürler. (Keskin ve Kaya, 2008). PAH’ ların snıflandırılması sahip oldukları aromatik halka sayısına göre yapılır.

PAH’ lar doğada uzun süre bozulmadan kalabilen, besin zinciri vasıtasıyla canlılarda biyolojik birikim yapabilen bu nedenle de toksik, kanserojenik, mutajenik ve zehirli etkileri olan son derece zararlı uçucu kimyasallardır (Paloluoğlu ve Bayraktar, 2019). Doğada 100’ün üzerinde PAH bileşiği bulunmaktadır. Kanserojen ve toksik etkisi fazla olan PAH bileşikleri şunlardır: Naftalin, Fenantren, antrasen, Floranten, Piren, Krisen, Benzo(a)antresen, Benzo(b)floranten, Benzo(k)floranten, Benzo(e)piren, Benzo(a)piren, Perilen, Benzo(ghi)perilen, Dibenzo(ah)antresen, İndeno(cd)piren, Koronen.

PAH’ ların salındıkları kaynaklar orman yangınları, volkanik patlamalar gibi doğal kaynaklı veya evsel ve trafik emisyonları gibi antropojenik kaynaklı olmak üzere ikiye ayrılır. PAH bileşiklerinin diğer önemli kaynakları ise, fosil yakıt tüketimi, kok ve katran üretimi, endüstriyel faaliyetler sonucu yanma ürünleri oluşumu, petrol rafineri işlemleri ve motorlu araçlardan kaynaklanan emisyonlardır.

PAH’ ların asıl kaynağı atmosfer olup bunun en önemli nedenleri yakıtlar ve egzoz gazlarıdır. PAH’ lar atmosferin tanecik fazında bulunur ve suya, toprağa ve gıdalara da buradan geçer.

PAH bileşikleri; sucul ortama fosil yakıtların dökülmesi ve sızıntısı, evsel-endüstriyel atıkların ve kanalizasyon sularının deşarjı, atmosferik partiküllerin çökelmesi, araç egzozlarının yoğunlaşması, asfalt yol yüzeyinin aşınımı ve süzülmesi gibi nedenlerle girmektedir (Ceylan ve Şengör, 2015). Bu durum hem denizdeki dip tortular, balıklar, midyeler, yüksek su bitkilerini hem bu canlılarla beslenen insan sağlığını olumsuz etkilemektedir. Su depolama tankları ve su borularının çeşitli nedenlerle kömür katranı ile kontamine olması sonucunda PAH’ lar içme sularına da bulaşmaktadır (Terzi ve Çelik, 2006).

Toprakta bulunan PAH’ ların ana kaynağı hava kirliliğidir. Havadan toprağa geçen PAH bileşikleri gıdalara bulaşmakta ve dolaylı olarak insan sağlığını olumsuz etkilemektedir.

Endüstride bulunan PAH bileşikleri; çöp yakma, çimento fabrikaları, petrol rafinerileri, kömür gazlaştırma, kok ve asfalt üretimi, alüminyum, demir çelik üretimi, kok ve odun gibi organik materyallerin eksik yanması ve evsel yakıt tüketimi gibi nedenlerle ortaya çıkmaktadır.

Gıdalarda Bulunan Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

PAH’ lar gıdalara iki yolla bulaşır; Birincisi, kömür veya petrol ürünlerinin yanması sonucu oluşan gazların ve dumanların atmosferde birikmesi ve havadan yapraklı sebzelere bulaşması (hububat, sebzeler, meyveler, bitkisel yağlar) ve depolanmasıdır. Hububatın kurutulması sırasında tüketilen gazın ürüne bulaşması ve kirlenmiş deniz ve akarsular yoluyla balıklarda birikimi buna örnek olarak verilebilir. Diğer önemli bulaşma kaynağı ise gıda işleme prosesleri (tütsüleme, kurutma) ve yüksek sıcaklıklarda pişirilme işlemleri (kızartma, ızgara, kavurma) sırasında oluşumudur (Vural, 1994).

Etlerde Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

PAH’ lar etlere çeşitli yolla bulaşabilmektedir. Etlerin açık ateşte ve direkt olarak dumanlanması, elektrikli fırınlarda yapılan ısıtma ve kızartma işlemleri, etin direkt ateşe tutulması ve mangal kömüründe pişirilmesi, yağların pişirme sırasında kömür üzerine damlaması ve ardından pirolizi PAH’ ların ete bulaşma nedenlerinden bazılarıdır.

200 derecenin üzerindeki pişirme sıcaklıklarında yağın aleve damlaması sonucunda PAH’ lar oluşur. Bu durumu kömür ve odun ateşinde pişirilen etlerde görmek mümkündür. Oluşan PAH’ lar, uçucu olmaları nedeniyle ete bulaşmaktadır ve miktarları etin içeriğindeki yağ miktarı, pişirme sıcaklığı ve süresine bağlı olarak değişir. Etteki yağ miktarının artmasıyla oluşan PAH miktarı da artmaktadır.

Etin pişirilme tekniği de PAH oluşumu açısından değişiklikler meydana getirmektedir. Yatay konumda pişirilen ette oluşan PAH miktarı dikey konumda pişirilen ette oluşan PAH miktarından çok daha fazladır. Bu durumda etlerin alevinin etin altında değil de yanında olması PAH oluşumu açısından daha sağlıklı bir sonuç doğurmaktadır (Ergönül ve Kaya, 2015). Ayrıca odun kullanılarak yapılan mangallarda odunun kömürleşmesini bekleyip kor haline gelmesiyle pişirilen etlerde PAH oluşumu, beklenmeden pişirilen etlere göre daha azdır.  Alev ile etin arasındaki mesafe de oluşan PAH miktarını değiştirmektedir ve 7- 15 cm arasında olmalıdır.

Ette PAH oluşumunu artıran bir diğer yol ise bilinen en eski gıda saklama yöntemlerinden olan dumanlamadır (tütsüleme). Dumanlama sırasında etteki sıvı içeriğinde azalma yaşanırken diğer yandan dumanın içerdiği mikrobisit ve mikrostatik etkili maddelerle, etin üst yüzeyindeki mikroorganizma faaliyeti engellenir. Sıvı içeriği kaybının bir kısmını ısınan ette eriyen yağlar oluşturur. Eriyen bu yağlar sıcak kömürün üzerine düşüp pirolize olur ve PAH oluşumu gözlenir. Ayrıca dumanlama işlemiyle kayın, ceviz, meşe, çam ağacı ve şeker kamışının yanması ile duman oluşturulur. Duman, en az 100 PAH bileşiği ve bunların alkillenmiş türevlerini içerir (Kaya ve Ergönül, 2015). Oluşan duman ete bulaşır yani etteki PAH miktarının bir kısmı da duman kaynaklıdır.

Gaz alevinde ve fırın ızgara yöntemleri ile (elektrikli fırınlarda yapılan ısıtma ve kızartma işlemleri) de etlerde PAH oluşumu gözlenir ve bu yöntemlerle pişirilen etlerde oluşan PAH miktarı kömür ateşinde, mangalda pişirilen etlerde oluşan PAH miktarından daha azdır.

Yemeklik Sıvı Yağlarda Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Çok fazla tüketilen gıdalarda PAH miktarları çok önemlidir. Yemeklik sıvı yağlar da bu önemli gıdalardandır. Yemeklik sıvı yağlardaki PAH’ lar doğal kaynaklıdır ve doğrudan yağın yapısına geçmektedir (Ergönül ve Kaya, 2015). Bu yağlara PAH’ lar farklı şekillerde kontamine olabilmektedir. Tohum kurutma aşamasında kullanılan yüksek sıcaklıktaki hava (pirina yağında), araçların egzoz dumanları (zeytinyağında) PAH’ ların yağlara bulaşma kaynaklarındandır.

Zeytinyağı (sızma, yerel, riviera), ayçiçek, pamuk, fındık, mısırözü ve soya yağları kullanılarak yapılan çalışmalar sonuncunda en düşük PAH miktarının yerel sızma zeytinyağında saptanırken en yüksek miktar riviera tipi zeytinyağında olduğu görülmüştür (Ergönül ve Kaya, 2015).

Çeşitli yollarla yağlara bulaşan veya doğal yapılarında bulunan PAH’ lar, çeşitli yollardan yağlardan uzaklaştırılabilmektedir. Örneğin, pirina yağında bulunan PAH’ ların bir kısmının rafinasyon işlemiyle uzaklaştırılması bu yollardan biridir. Hafif PAH’ ların deodorizasyon işlemindeki buharlaştırma yoluyla uzaklaştırılması, daha yüksek molekül ağırlıklı PAH’ ların renk açma işlemi ile uzaklaştırılması da PAH’ ların yağlardan uzaklaştırıldığı diğer işlemlerdir. 

Süt ve Süt Ürünlerinde Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Süt ve süt ürünlerinin PAH miktarı düşüktür. Tıpkı etlerde olduğu gibi peynirlere uygulanan dumanlama işlemi, üründeki PAH miktarını artıran uygulamalardan biridir. Kimi süt ürünlerinde de PAH’ ları teknolojinin bir sonucu olarak görmekteyiz. Süt tozlarındaki PAH’ ların indirekt kurutma veya elektrik kullanarak yapılan kurutma ile azaldığı saptanmıştır (Bayhan ve Ünal, 1993). 

Deniz Ürünlerine Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Denizde yaşayan canlılarda PAH oluşumu; denize rıhtımdan sızan katran, suda bulunan fabrika ve şehir atıkları, yakıtların iyi yanmaması sonucu oluşan hava kirliliği sonucu oluşan su kirliliğine bağlıdır. Balık ve omurgasız canlılar, su altı dünyasına geniş bir şekilde yayılan PAH’ ları sudan soğurup organizmalarında toplarlar. Deniz ürünlerindeki PAH’ ların kaynağı sadece çevresel bulaşanlarla sınırlı değildir.  Balıkların yüksek sıcaklıkta dumanlanması ya da barbeküde pişirilmesi sonucunda da karsinojenik PAH bileşikleri balığın derisine nüfus etmektedir. Özellikle dumanlanmış yağlı balıklarda PAH miktarı daha fazladır.

Bitkisel Gıdalarda Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Bitkisel gıdalarda PAH’ ların ana kaynağı hava kirliliğidir. PAH’ lar bitkileri, yapraklı sebzelerin ve meyvelerin üzerinde birikerek kirletirler. Yol kenarına yakın yerlerde ve endüstri alanlarında yetişen bulunan bitkilere PAH’ lar trafik nedeniyle bulaşır. Bu bitkilerin PAH açısından kirlilik oranı trafik artışı, yola uzaklık, maruziyet süresi ve bitki karakterine göre farklılık gösterir.  Bu bitkiler hem PAH’ lar hem de nitro-PAH’ lar ile daha fazla kirlenirler.

Bebek Mamalarında Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Dünya Sağlık Örgütü’ ne (WHO) göre, bebekler ve çocuklar yetişkinlerle karşılaştırıldıklarında; kendi vücut ağırlıklarına oranla daha fazla yedikleri, içtikleri ve nefes aldıkları için, kimyasal kontaminantlardan etkilenme düzeyleri çok daha fazladır. Bu nedenle, özellikle bebekler ve çocukların tükettikleri gıdaların, su ve havanın daha güvenli olması gerekmektedir (ÇOLAK vd., 2013).

Bebek mamalarında PAH bulunuşu mamaları, gerek üretimde uygulanan yüksek kurutma sıcaklıklarından gerekse mama bileşimine giren süt ve/veya meyve, sebze, tahıllara çevresel faktörlerle kontamine olmasından kaynaklanmaktadır (ÇOLAK vd., 2013).

Tüketici kitlesinin bebekler ve küçük çocuklar olan gıdaların, PAH bileşikleri miktarlarının en düşük düzeye indirilebilmesi için mama üretiminde yüksek kurutma sıcaklıklarından kaçınılmalı ve PAH bileşikleri ile kontamine olmayan hammaddeler kullanılmalıdır (ÇOLAK vd., 2013).

Balda Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Bala PAH bulaşması doğrudan veya dolaylı yollarla gerçekleşir. Naftalinin (önemli bir PAH grubu) kullanılmasıyla doğrudan, orman yangınlarından, sanayiye yakın yerlerdeki kovanlardan bulaşması ise dolaylı olarak bulaşmadır (Ergönül ve Kaya, 2015).

Alkollü İçeceklerde Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar

Alkollü içkilerde birçok PAH bileşiğinin oluşumu üretim ve depolanma sırasında görülmektedir. İskoç maltı kömürle yanan fırınlarda kurutulur ve bu arada oluşan duman malta lezzet verir fakat bu duman aynı zamanda PAH içerir. Çeşitli viskilerin arasında İskoç viskilerinin PAH içeriği açısından başı çektiği fakat dumanlanmış ve kavrulmuş besinlerle karşılaştırıldığı zaman bu değerlerin oldukça düşük bulunduğu vurgulanmıştır (Nursal ve Yurttagül, 1998).

Polisiklik Aromatik Hidrokarbonların Sağlığa Etkileri 

Doğada bulunan yüzden fazla PAH bileşiğinin mutajenik ve kanserojenik etkisi olduğu, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC), Avrupa Bilimsel Komitesi (SCF) ve EFSA gibi birçok kuruluş tarafından rapor edilmiştir (Kılıç vd., 2017).

İnsanlar kirli hava, egzoz ve sigara dumanını ciğerlerine soluyarak havada toz ya da partiküllere tutunmuş olan PAH’ ları vücuda alırlar. Tütsülenmiş gıda maddelerinin ve kirlenmiş suyun tüketilmesi; PAH içeren ürünlerin deri ile teması, PAH’ larla bulaşık su ile banyo yapmak PAH’ ların insan sağlığını tehdit ettiği durumlardır.

Bu bileşikler mide-bağırsak sisteminden basit geçişle emilirler ve yağ içeren bütün vücut dokularına girebilir, çoğunlukla karaciğer, yağ ve böbrekte,geri kalanıysa adrenalin bezlerinde, yumurtalıklarda ve dalakta depolanır (Alver vd., 2012).  Karaciğerde fazla miktarda bulunan aril hidrokarbon hidroksilaz ile etkinleşirler. DNA ile kimyasal tepkime verir ve PAH’ ların DNA ile kimyasal bağ yapması hücrede mutasyona yani kansere sebep olur. Hidroksillenmiş türevleri safra, idrar ve dışkı ile vücuttan atılır. Ayrıca, süte ve plasentaya da geçerler (Keskin ve Kaya, 2008).

PAH’ lar sıvısal ve hücresel bağışıklığı baskılayarak bağışıklık sistemini etkilerler. Fazla miktarda maruz kalınması lenfoid hücrelerde apoptoz, deri lekeleri, güneş ışığına duyarlılık, göz tahrişi ve katarakta neden olur. Akciğer kanser oranında artış görülür. Doğumdan önce PAH’ lara fazla maruz kalınması durumunda erken doğum riski, yeni doğanda düşük zihinsel kapasite, astım, düşük doğum ağırlığı gibi sorunlarla karşılaşılır (Kılıç vd., 2017).

PAH’ lar tümör başlatıcı, geliştirici ve ilerletici özellikleri olan bileşiklerdir. Kısa ya da uzun vadede PAH’ lara maruz kalınması bağışıklık sisteminde, vücut sıvılarında sorunlara, akciğer, mesane ve deri kanserlerine ve birçok farklı sağlık sorununa neden olmaktadır.

PAH’ ların en önemli kaynaklarından biri olan sigaranın sağlığı bozucu etkileri uzun yıllardır bilinen bir gerçektir; dolayısıyla sigara kullanılmamalıdır (Nursal ve Yurttagül, 1998).

Sonuç

Teknolojinin ve endüstrileşmenin gelişmesiyle birlikte çevre kirliliğine neden olan birtakım zararlı maddelerin havaya, toprağa ve suya geçişleri artmaktadır. Bu nedenle gerek çevremizde gerekse besinlerimizde karsinojenik ve mutajenik etkileri olan, organik maddelerin iyi yanmaması sonucu oluşup son derece tehlikeli kirleticiler olan polisiklik aromatik hidrokarbonlarla karşılaşmaktayız.  Birçok yolla oluşabilen ve çeşitli sağlık sorunlarına neden olan polisiklik aromatik hidrokarbonların sağlığımızı daha fazla tehdit etmemesi için hava, toprak ve su kirliliğini önleyici tedbirler alınmalı ve denetimleri etkin bir şekilde sürdürülmelidir. Polisiklik aromatik hidrokarbonların beslenme yönünden zararlarının en aza indirilmesi için gıdaların üretimi, işlenmesi ve depolanması uygun koşullarda gerçekleştirilmeli, trafik akışının yoğun olduğu yollara yakın tarlalarda yetişen besinlerde polisiklik aromatik hidrokarbonlar miktarları saptanarak ülkemiz açısından gerekli önlemler alınmalıdır.

 

 

Kaynaklar

  •  AĞAGÜNDÜZ, D., BİLİC, S. (2016) Mikrodalga Fırınlarda Isıl İşlem Uygulamalarının Besin Değeri ve Sağlık Üzerine Etkileri, Beslenme ve Diyet Dergisi, 44(3), 289-297.
  • ALVER, E., DEMİRCİ, A., ÖZCİMDER, M. (2012). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar ve Sağlığa Etkileri. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 3 (1), 45-52.
  • AYGÜN ÇEVİK, B., PİRİNÇCİ, E. (2017). Beslenme ve Kanser, Fırat Tıp Dergisi, 22(1), 1-7.
  • BABÜR, T., E., GÜRBÜZ, Ü. (2015). Geleneksel Pişirme Yöntemlerinin Et Kalitesine Etkileri, Journal of Tourism and Gastronomy Studies, 4 (3),58-64.
  • Baloğlu, Z., Bayrak, A. (2006). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlardan Benzo(A)Pirenin Sızma, Riviera Ve Prina Zeytinyağlarında Belirlenmesi, Gıda Dergisi. 31 (5), 239-251.
  • BAYINDIR, GÜMÜŞ, A. (2019). PİŞİRME SONUCU MEYDANA GELEN MUTAJENİKKARSİNOJENİK BİLEŞİKLER, Anadolu Hemşirelik ve Sağlık Bilimleri Dergisi, 2 (22), 136-141
  • BAYSAL, A. (2014), Beslenme, Hatiboğlu Yayınları, 15. Baskı, Ankara.
  • CEYLAN, Z., ŞENGÖR, G. (2015). DUMANLANMIŞ SU ÜRÜNLERİ VE POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBONLAR (PAH’s). Gıda ve Yem Bilimi Teknolojisi Dergisi, 0 (15), 27-33.
  • ÇOLAK, H., HAMPİKYAN, H., BİNGÖL, E. B., ÇETİN, Ö., AKHAN, M. (2013). Perakende Olarak Satışa Sunulan Bebek Mamalarında Benzo(a)piren Varlığı, Istanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Dergisi, 39 (2), 218-224.
  • EKER ŞANLI, G., SİVRİ, S. (2019). Farklı Toprak Kullanım Alanlarında Poliaromatik Hidrokarbon (PAH) Kirliliği: İlkbahar Mevsimi. Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Fen ve Mühendislik Dergisi, 21 (63), 805-817.
  • EKİCİ, L, SAĞDIÇ, O., YETİM, H. (2012). Et tüketimi ve kanser. Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Fen Bilimleri Dergisi, 28 (2), 136-145.
  • ERKMEN, O., 2010. Gıda kaynaklı tehlikeler ve gıda güvenliği. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 53:220- 235.
  • GÖNEY, G. (2016) OBEZOJENLER, ULUSLARARASI HAKEMLİ BESLENME ARAŞTIRMALARI
    DERGİSİ, 6, 56-70.
  • GÜLER, Ü, CAN, Ö. (2017). Kimyasal Kontaminantların Çevre Sağlığı ve Gıdalar Üzerine Etkileri. Sinop Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi, 2 (1), 170-195.
  • GÜNÇ ERGÖNÜL, P., KAYA, D. (2015). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH) ve Gıdalarda Önemi- Polycyclic Aromatic Hydrocarbons (PAHs) and Their Importance in Foods. Celal Bayar University Journal of Science, 11 (2), 143-153.
  • Kaya, S. (2002). Gıdaların pişirilmesi,işlenmesi,saklanm ası sırasında oluşan zehirli−zararlı maddeler. Türk Veteriner Hekimleri Birliği Dergisi. 2(3-4): 50-1.
  • KILIŞ, Ö., AYKIN, DİNÇER, E., ERBAŞ, M. (2017). GIDALARDA POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBON BİLEŞİKLERİNİN BULUNUŞU VE SAĞLIK ÜZERİNE ETKİLERİ, Gıda, 42 (2), 127-135.
  • KESKİN F., İ., KAYA, S. (2008). Et ve Ürünlerinin Pişirilmesi Sırasında Oluşan Zararlı Maddeler: Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar*, Türk Veteriner Hekimleri Birliği Dergisi, 4(3), 74-82.
  • NURSAL, B., YURTTAGÜL, M. (1998). POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBONLAR, Beslenme ve Diyet Dergisi, 27(1), 50-55.
  • Öz A.F., Kaya M., 2006. Isıl işlem uygulanmış et ve et ürünlerinde heterosiklik aromatik aminler. Gıda Dergisi, 201-206.
  • OZ, E. (2020). Polycyclic Aromatic Hydrocarbons as Food Toxicant in Smoked Fishes. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 51 (1), 109-118.
  • PALAMUTOĞLU, R., SARIÇOBAN, C., KASNAK, C. (2014). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH) ve Et Ürünlerinde Oluşumu, Gida Teknolojileri Elektronik Dergisi., 9 (3) 47-57.
  • PALOLUOĞLU, C., BAYRAKTAR, H. (2019). Atmosferik Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH’lar); Örnekleme, Ekstraksiyon ve Analiz. Bayburt Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi, 2 (2), 266-285.
  • SEVİM, S., KIZIL, M. (2019). BESİN KARSİNOJENLERİNİN DETOKSİFİKASYONUNDA ALTERNATİF YÖNTEM: PROBİYOTİKLER. Food and Health, 5 (3), 139-148.
  • ŞENGÖR, G., BAŞAK, S., TELLİ KARAKOÇ, F. (2007). Türkiye’deki Üç Farklı Füme Balikta Potansiyel Karsinojenik Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlarin (PAH) Hplc Yöntemi Ile Belirlenmesi,Türk Sucul Yasam Dergisi, 5-8.
  • TERZİ, G., ÇELİK, T. (2006). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonların Bazı Gıdalarda Bulunuşu ve İnsan Sağlığı Üzerine Etkileri. Gıda, 31 (6), 295-301.
  • ÜNAL, P., BAYHAN, A., (1993). Gıdalarda Bulunan Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar. Gıda, 18 (4),273-277.
  • VURAL, H. (1994). GIDA İŞLEME VE DEPOLAMA SIRASINDA OLUŞAN KARSİNOJENLER, Beslenme ve Diyet Dergisi, 22 (2), 243-252
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/yasam-bilimleri/gidalarda-bulunan-polisiklik-aromatik-hidrokarbonlar/feed/ 1
Analiz: Donald J. Trump Dönemi ABD’nin Ortadoğu Politikası https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/#comments Sun, 18 Jul 2021 16:02:25 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3186

ABD genel olarak Ortadoğu siyaseti İran’ı etkisiz hale getirme, İsrail’i güvende tutma,, Rusya’yı uzak tutma ve petrolü yönetme eksenindedir. ABD, Ortadoğu’da birçok saldırgan politikalar izlemiştir. Saldırgan politikalar sadece askeri kuvvet kullanarak uyguladığı politikalar değildir. Birçok ülkeye sert yaptırımlar uygulamıştır. ABD başkanı Donald J. Trump bu politikaları devam ettirmiştir. Fakat diğer ABD başkanlarından farkı olarak Ortadoğu’da izlediği politikaları daha sert bir biçimde ortaya koymuştur. İsrail’e açık bir şekilde destek vermesi, İsrail’in güvenliğini tehdit eden ülkelere yaptırımlar uygulaması bunun bir örneği olarak verilebilir.

Trump, başkanlığa aday olduğu sırada Ortadoğu’ya daha temkinli yaklaşacağı, daha az müdahale edeceği, İsrail ve Filistin’e karşı tarafsız olacağı, DEAŞ sorununu Rusya’ya bırakacağı ve hatta gerekirse Rusya ile işbirliğine gideceği bir politika izleyeceğini açıklamıştır. İzlediği bu seçim kampanyası Trump’ın oy oranını arttırmıştır.

Trump’ın Ortadoğu politikası, seçimlerden hemen sonra uyguladığı politikalarla anlaşılabilir. Trump’ın Müslüman halklara karşı olan tepkileri bilinmektedir. 11 Eylül olaylarından sonra ABD’de, Ortadoğu ülkelerinden ABD’ye olan göçlere temkinli yaklaşmaktadır. 27 Ocak 2017 tarihinde Trump, Müslümanların çoğunlukta olduğu bazı ülkelere seyahat yasağı getirmiştir. Bu ülkeler İran, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Sudan’dır. Bu ülke vatandaşlarına 90 gün süre ile ülkeye giriş yasağı uygulanacak ve 120 gün süre ile mülteci kabul edilmeyecektir. Bu ülkeleri seçmesinin sebebini teröre destek veren ülkeler olarak açıklamıştır. Ayrıca bu kararının arkasında vize sürecinin yeterince denetlenemediği kararı vardır.

Trump’ın bu politikası ABD’nin kuruluşundan beri gelen Amerikan halkının güvenliği söylemleri veya enavjelist söylemleri üzerine oturtmak mümkündür. ABD tarihindeki başkanlar gibi Trump ’ta Hristiyanların önceliğini ve güvenliğini savunmaktadır. Ayrıca ABD hegemonyasını devam ettirmek ve korumak için bu tür politikalara başvurduğu söylenebilir. Bazı Ortadoğu ülkelerine uyguladığı yaptırımlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelere giriş yasağı getirmesi bunun açıkça bir örneğidir.

Trump, seçim kampanyaları sırasında İsrail’in başkentinin Kudüs olacağını ve bunu tanıyacağını sıkça dile getirmiştir. Seçim konuşmalarının birinde İsrail’in başbakanı olan Binyamin Netenyahu ile birlikte o bölgeye istikrar ve barış getireceğini açıklamıştır. Aralık 2017 tarihinde Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştır. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra Mayıs 2018 tarihinde Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştır. ABD, din ile milliyetçiliği harmanlayarak oluşturduğu ABD’nin diğer ülkelerden, diğer halklardan üstün olduğu, dünyanın ABD’nin önderliğine ihtiyacı olduğunu, bundan dolayı Dünya’nın İncil’in ve ABD’nin önderliğinde kurtulacağı fikri ile hareket etmesinin bir sonucudur. Bundan dolayı ABD başkanlarında evanjelizm söylemlerini duymak mümkündür ve Mesihçilik anlayışı ile hareket etmesi bu kararın sebebidir. Bu görüşe göre İsrail’e destek vermek zorunludur, Yahudiler bu topraklarda yaşamadıkları sürece Mesih’in gelmeyeceği inancı vardır. Trump’ın bu kararı bölgedeki şiddeti arttırmıştır. Filistinlilerin Batı Şeria’dan sürülmek istenmesi, Mescid-i Aksa’nın yıkılmak istenmesi gibi uluslararası alanda tartışmalara ve şiddete yol açacak eylemler ve söylemler gerçekleşmektedir. Trump’ın bu söylemeleri tepki toplarken ırkçı ve islamofobik olarak değerlendirilmiştir. İsrail ve ABD’nin çıkar birlikteliği devam ettiği sürece bu bölgede barışın hâkim olması söz konusu değildir.

Trump’ın İran’a izlediği politikalar İran’ı yıpratmış ve İran’da büyük sorunlara – özellikle ekonomik- sorunlara yol açmıştır. 2015 yılında İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan 2018 yılı Mayıs ayında tek taraflı aldığı karar ile çekilmiştir. Bu nükleer anlaşmadan önce İran ekonomisi küçülmeye gidiyordu. Nükleer anlaşmadan sonra 2016 yılında İran ekonomisi IMF verilerine göre %12,5 büyümüştür. Anlaşma ile İran yaptırımların kaldırılmasına karşılık nükleer silah üretmemeyi kabul etmiştir. İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasından dolayı İran ekonomisi büyümeye başlamıştır. Trump bu anlaşmadan çekildiğinde İran’a ağır yaptırımlar başlamıştır. Trump’ın bu anlaşmadan geri çekilmesinin nedeni ise İran’ın füze denemelerine anlaşmanın engel olmamasıdır. Bunun ardından Trump’ın 7Ağustos 2018 tarihinde İran’a karşı aldığı yeni yaptırım kararları İran yönetimi açısından ciddiye alınmamıştır. Bunun sebebi 2016’dan önce ABD’nin zaten İran’a sert yaptırımlar uygulamasıdır. Trump’ın uyguladığı bu yaptırımlar İran’ın nükleer faaliyetlerini engellememiştir. Nükleer faaliyetlerini kısa süre içerisinde yapamasa bile hala devam etmektedir.

Trump, 31 Ağustos 2018 yılında UNRWA’ya (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı) yaptığı mali yardımları durdurma kararı almıştır. Arap-İsrail savaşlarında evlerini kaybeden Filistinlilere yardım amacı ile BM Genel Kurulu tarafından BM ajansı olarak kurulmuştur. ABD, UNRWA’ya 1949 yılından beri yardım yapmaktadır. Trump, UNRWA için düzeltilemeyecek kadar kusurlu bir kuruluş demiştir ve bölgeye yardım için büyük maddi destekte bulunmayacağını açıklamıştır. Bunun ardından ABD’nin eski Başkanı Barack Obama’nın imzaladığı 10 yıl içerisinde kademeli olarak yapılan İsrail’e 38 milyar dolarlık güvenlik yardımını Trump’ın devam ettireceği açıklaması tartışma konusu olmuştur. ABD’nin bu yardımları durdurması üzerine Filistin başkanı Mahmud Abbas’ın sözcüsü Nabil Ebu Rudeyna bu kararı halkına karşı bir saldırı olduğu yönünde açıklamalar yapmıştır. Trump’ın bu kararı Filistin-İsrail krizinin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

Trump’ın İsrail’i desteklemek adına uyguladığı ve yine uluslararası alanda tepkileri üzerine çekmesine sebep olan bir diğer olay 25 Mart 2019 yılında ABD’nin Golan tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğini tanımasıdır. Bu bölgenin İsrail’e destek ve bölgesel istikrarı için kritik bir öneme sahip olduğu açıklamasında bulunmuştur. İsrail, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini 1967 yılından beri işgal altında tutmaktadır. ABD, Suriye topraklarında bulunan fakat İsrail’in işgali altında olan Golan tepelerinde yıllarca İsrail’in varlığını sürdürmesine destek vermiştir. Avrupa Birliği’ne yaptığı açıklamada Golan tepelerinde İsrail’in varlığını tanımadığını, bu toprakları İsrail’in bir parçası olarak görmediğini açıklamıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler (BM) Golan tepelerinin işgaline karşı çıkmış ve bu bölgede uyguladığı kanunları, yargısı hükümsüzdür şeklinde açıklaması mevcuttur.

ABD ve İran arasındaki gerilim, İran-İslam devrimine kadar yoktu. İran- İslam devrimi sonrasında ABD ve İran arasındaki kriz başlamıştır. Fakat altını çizmek gerekir ki bu dönemden önce İran’ın nükleer enerji programı ABD tarafından tehdit olarak algılanmamaktaydı ve hatta 1967 yılında ABD, İran’a nükleer füze başlığı vermiştir. Hem tehdit olarak algılamıyordu hem de destek sağlıyordu diyebiliriz. Bu devrimden sonra tüm ABD başkanlarının İran’a karşı tutumu aynı olmuş ve nükleer silah faaliyetlerinin durdurulmasını istemişlerdir ve bu konuda anlaşmalar yapmışlardır. Trump, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İran’a yaptırımlar uygulaması İran’ı ekonomik olarak zor duruma sokmuştur. Trump’ın bir diğer İran politikası da uluslararası alanda ses getiren ve bazı ülkelerin tepkilerine yol açan karar Nisan 2019 yılında aldığı İran Devrim Muhafızlarını yabancı terör örgütleri listesine almasıdır. Bu karar ile başka bir ülkenin ordusunu terör örgütü

olarak ilan etmiştir. Bununla birlikte İran Devrim Muhafızlarının, ABD vatandaşları ile ticaret yapmalarına da yasak getirilmesi bu karar içinde yer almaktadır. Trump bu kararı açıkladıktan sonra İran ABD’ye misilleme yaparak, İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi ABD’nin Merkez Kuvvetler Komutanlığını terörist ilan etmiştir ve ayrıca ABD’yi de terör destekçisi olarak nitelendirmiştir. Bu kararı ile Kudüs gücünü de terör örgütleri listesine almış oldu. İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs gücünün teröre destek verdiği gerekçesi ile ABD, 2007 yılında Kudüs gücünü yaptırım listesine almıştır. ABD başkanlarının İran Devrim Muhafızlarını terör örgütü listesine almak için çabaladığını görmekteyiz. Trump, İran Devrim Muhafızlarının teröre destek verdiği, terör kampanyaları düzenlediği gerekçesi ile terör örgütü olarak tanımıştır.

ABD’nin Suriye politikası da diğer Ortadoğu ülkelerinde izlediği politikalara benzemektedir ve bu ülkeye uyguladığı politikalarda da bir çıkarı vardır. ABD’nin çıkarı Suriye’deki petrolü ele geçirmek ama zenginleşmek için petrol istememektedir, çünkü ABD zaten gelişmiş bir ülke konumundadır. Eğer petrolü kontrolü altına alırsa diğer ülkeleri de kontrolü altına alacağını düşünüyor. ABD başbakanları Esad yönetimine de karşıdır. Öncelikle Esad, İran’ın eski cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad’ı desteklemiştir. Ahmedinejad, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra nükleer faaliyetlere devam edeceğini açıklamıştır ve İsrail’in yok edilmesi gerektiğini söylemiştir. ABD’ye karşı sert bir dış politika izlemiştir ve Suriye sorununda Esad’ı desteklemiştir. ABD’nin Esad yönetimine karşı olmasının bir diğer sebebi de Esad’ın Hizbullah ile olan ilişkisidir. Esad, Hizbullah’a silah temin etmektedir, Hizbullah ise Esad’ı iç savaş döneminde desteklemiştir. Hizbullah, ABD tarafından yabancı terör örgütü olarak kabul edilmektedir. Bu gibi sebeplerden dolayı ABD Esad rejimine karşıdır ve Esad’ın Suriye’de düzeni bozduğu iddiası ile istifa etmesini istemektedir. ABD,Suriye’de iki farklı bölgede yoğunlaşmak istiyor. İlk olarak Fırat’ın doğusuna yoğunlaşmak istiyor. Çünkü petrol bu bölgede bulunmaktadır ve ayrıca Suriye’nin ekonomisi için önemli olan tarım alanları bulunmaktadır. İkinci olarak Suriye’nin güneyine yoğunlaşmak istiyor. Bu bölgenin ABD için önemi İsrail’in güvenliğinin sağlanmasıdır. Donald Trump döneminde ABD, Suriye’deki askerlerini geri çekme kararı almıştı ve IŞİD ile mücadeleyi kazandığını duyurmuştu. Suriye’deki iç savaş nedeni ile göçmenlerin çoğu Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye ise bu sorunun önüne geçmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak için adımlar atmıştır. Fakat bu bölgede ABD’nin askerleri bulunmaktadır. Türkiye’nin de ısrarları üzerine ve görüşmelerden sonra ABD bu bölgedeki askerlerini geri çekmiştir. Amerika’daki bazı kesimler Trump’ın bu çekilme kararına tepki göstermişlerdir. Bu tepkilerin temeli PKK ile Amerika ilişkilerine dayanmaktadır. Amerika yıllarca PKK’ya destek vermiştir ve terör örgütünü değil Kürtleri desteklediğini söylemiştir. Bu tepkilerin üzerine Trump ‘’biz Türkiye’nin düşmanı olan PKK ile ittifak yapmıştık, bunun üzerine PKK ve Türkiye arasında savaş tohumları ektik ve ayrıca Türkiye’yi Rusya’ya doğru itiyorduk’’ şeklinde açıklama yapmıştır. Yani aslında bir ülkenin daha Rusya ile yakınlaşmasını ABD’ye karşı durmasını engellemek amacı ile Suriye’nin Kuzey bölgesinden çekilme kararı almıştır.

SONUÇ

ABD’nin Ortadoğu’daki devletlere müdahale etmesi, yani Ortadoğu politikası bu bölgede kaosa neden olmaktadır. ABD’nin de asıl amacının bu olduğu söylenebilir. Çünkü bu devletler gelişmiş devletler olsalardı, ya da bu kadar çok kaos ve şiddet yaşanmadan gelişmiş olsalardı, ABD bu devletleri istediği gibi kontrol edemezdi. Yani petrole bu kadar kolay ulaşamaz, İsrail’e istediği yardımı yapamazdı. Seçim kampanyaları sırasında Ortadoğu politikaları ile istikrarı, refahı sağlayacağı söylemleri ile başbakan seçildikten sonra bu bölgede tam tersine istikrarsızlığı sağlamıştır. Uyguladığı bu politikalar İsrail’in güvenliğini sağlaması, ABD’nin tüm ülkelere ve halklara önderlik edeceği inancı, petrolü kontrol etmesini ve Ortadoğu’da güç kazanmasını sağlamıştır. Trump’ın İran’a ne kadar yaptırım uygularsa uygulasın nükleer silah programını durduramaması, Filistin’e karşı daha açık bir şekilde saldırgan politikalar izlemesi ve Filistin’i zayıflatmaya çalışması gibi politika örneklerine baktığımız zaman ABD’nin gücünün azaldığını da görmekteyiz. İsrail’e açıkça destek vermesi BM ve AB gibi uluslararası örgütlerden tepkiler toplaması bu tür politikaları izlediği sürece uluslararası alanda yalnızlaşacağı söz konusudur. Özellikle Filistin’e karşı izlediği politikalar ABD’nin güvenirliliğini sarsmaktadır.

 

Kaynakça

  • Adams, P. (2021, 2 26). BBC NEWS. https://www.bbc.com/news: https://www.bbc.com/news/world-middle- east-56205056 adresinden alındı
  • ALBAYRAK, H. Ş. (2012). Tarihi ve Sosyal Bir Realite Olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Gelişen Protestan Fundamentalizmi . M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi.
  • Ali, O. (2016). Donald Trump’ın Ortadoğu Politikası ve Kürtler. Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi.
  • İNAT, K. (2019, Ekim 09). SETAV. https://www.setav.org: https://www.setav.org/trumpin-suriye-politikasini- anlamak/ adresinden alındı
  • KARAKUŞ, N. (2019). ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. Gaziantep, TÜRKİYE: HASAN KALYONCU ÜNİVERSİTESİ.
  • KİBAROĞLU, M. (2017). İRAN DIŞ POLİTİKASINDA ABD’NİN YERİ VE TRUMP DÖNEMİ. STRATEJİST.
  • KURT, V. (2019). TRUMP VE SURİYE KRİZİ. SETA.
  • ÖNCEL, M. A. (2018). ABD’NİN ORTADOĞU’YA YÖNELİK KAMU DİPLOMASİSİ: OBAMA ve TRUMP DÖNEMİ. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Dergisi.
  • ÖZTÜRK, M. (2019). Trump’ın Kudüs Kararının Bir Analizi. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi.
  • TELCİ, İ. N. (2018). Ağırlaştırılmış Ekonomik Yaptırımlar:Trump İran’dan Ne İstiyor? Seta Perspektif.
  • TOPUZ, Z. Ç. (2018). TRUMP DÖNEMİ DEĞİŞEN DENGELERİN FİLİSTİN-İSRAİL BARIŞ SÜRECİNE ETKİSİ. Akademik Ortadoğu.
  • TURAMAN, O. (2018). TÜRKİYE VE ABD’NİN ORTADOĞU DIŞ POLİTİKASI: IRAK VE SURİYE ÖRNEKLERİ ÜZERİNDEN ÇATIŞAN VE ÖRTÜŞEN DEĞERLER İKİLEMİ. Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/feed/ 3
Bir Dünya İdeolojisi: Popülizm https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/#comments Sun, 27 Jun 2021 16:29:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3139 Popülizm çok yaygın kullanılan, bununla birlikte, son derece tartışmalı da bir kavramdır (Roberts, 2006). Buna göre, popülizm Kuzey Amerika’da veya Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da veya Batı Avrupa’da, Rusya’da veya Uzak Doğu’da farklılaşabilmektedir. Yine 19. Yüzyılda köylü hareketleri şeklinde kendini gösterirken, 21. Yüzyılda göçmen karşıtı bir yapıya bürünebilmektedir (Taggart, 2004). “Popülist” nitelemesi toplumsal hareketler, partiler, liderler, politikalar ve yönetimler için kullanıldığı gibi, aynı zamanda belli bir siyaset tarzı, retorik ve iletişim stratejisi, örgütlenme yolları, söylem biçimi ve ideoloji için de kullanılmaktadır. Bu çeşitlenmeye bir yandan popülizmin farklı tarih ve mekanlarda hayat bulması, diğer yandan konu üzerinde çalışanların meseleyi farklı teorik ve metodolojik enstrümanlarla ele almaları, meselenin farklı boyutları üzerine odaklanmaları ve nihayet değişen paradigmalara yol açmış görünüyor (Uslu, 2021). Popülizm kelime anlamı olarak “halkçılık” olarak adlandırılmaktadır. Aslı itibariyle siyasi bir söylem olarak karşımıza çıkan popülizmin tarih içerisinde birçok muhtelif türleri ve anlamlarının olduğu da bilinmektedir. Popülizmi tarihsel açıdan inceldiğimizde son 150 yılda üç önemli kırılma noktası yaşamıştır. Bunlar sırasıyla; 19’uncu yüzyılda Çarlık Rusya’da ortaya çıkan “tarımsal popülizm”, 20’inci yüzyılın ortalarında Latin Amerika’da “sosyo-ekonomik popülizm” ve 20’inci yüzyılın ikinci çeyreğinde Nazi Almanyası’nın başını çektiği “yabancı düşmanı popülizm”dir.

19’uncu yüzyılın sonlarında birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan ABD’deki “Halkın Hareketi” (İng. “People’s Movement”), 1892-1912 yıllarında başkanlık seçimleri sırasında Demokrat-Cumhuriyetçi tekelini kırmak için var gücüyle çalışmış olan ve neticede partileşen bir harekettir. Amerikan Popülizmi, tarım fiyatları ile endüstri fiyatları arasındaki farkı protesto eden bir halk hareketinden ibarettir. Yerleşik Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin, azınlık durumda olan Amerika’nın finans ve sanayi seçkinlerinin çıkarlarına hizmet ettikleri iddiasındalardır. Ürünlerini daha ucuza nakledebilmek için demiryollarının devletleştirilmesini, ürün fazlasını pazardan çekebilmeleri için devlet kredisi uygulamasını, faizlere devlet müdahalesini, aracıların kârlarını makul seviyede tutacak önlemlerin alınmasını ve işsizliği azaltacak bir devlet alt-yapı projesinin gerçekleştirilmesini istemekteydiler. Popülistlerin aslı itibariyle en önemli amaçları, altın standardı özelinde bir finans sisteminin oluşturulmasıydı. Netice itibariyle Amerikan Popülizmi, modern Amerikan siyasetinde Federal Hükümet’in halkın çıkarlarını savunan ve halk için reformlar gerçekleştirmesini isteyen politik hareketlerden ilkidir. Amerika tarihinde popülistler hiçbir zaman iktidarı ele alamıyor ancak amaçları içerisinde olan birçok meseleye karşın öne attıkları çözüm stratejileri yerine getiriliyor. Buna ek olarak Popülist akımın neticesinde Amerika’nın 21’inci yüzyılda demokrasi ve adalet sembolü olarak ortaya çıktığı söylemleri yaygın olarak dile getirilmektedir.

Popülizmi ciddi bir siyasi hareket olarak bir de Rusya’da görmekteyiz. Rusya’daki popülist hareket “Narodniki”, sanayileşme ve kentleşme neticesinde değişen ekonomik ve toplumsal düzene tepki olarak ortaya çıkmış, köylü kesim “gerçek halk” olarak tanımlanmıştı (Dizman, Popülizm Nedir?, 2019).  Narodniki terimi 1860-1880 döneminde yeraltı muhalefet hareketine katılanları ve yandaşlarını tanımlamakta kullanılmıştır. Amerikan popülistlerinden çok daha farklı olarak bunlar evlerini terk etmiş entelektüellerdir (Alatlı, tarih yok). Rus popülistlerinin asıl amaçları, köylünün eşitlikçi ve imeceye dayanan, aile bağlarının önemli olduğu, kendine özgü yaşam biçimleri olan (mir’lerini/bağımsız tarımsal komünlerini), insanı insanlıktan çıkaran bürokratik hükümetlerden ve pazarlardan korumaktır.

Popülist Söylem

İki asır önce toplumların dönüşmesine yol açan seri üretim, makineleşme, yeni ulaşım araçları ile sanayileşme ve şehirleşme köylüler tarafından reddediliyor ve geleneksel köylü toplumu kırsal düzenin egemenliğini kentsel yaşama terk etmeyerek geleneksel köylü toplumu yenilik karşıtı tepkisini gösteriyordu. Bugün küreselleşme sonucu gittikçe artan göç dalgaları ile toplumların etnik yapısının değişmesi, yerli olmayanların ise düşmanlaştırılıyor olması söz konusu. İki örnekte de popülist söylemin oluşmasındaki ana unsur, kurulu olan düzenin bozulması korkusudur.

Popülist söylemin önemli bir parçasıysa oluşturulan siyasi atmosferdir. Binlerce kişinin katıldığı mitingler, hararetli konuşmalar, seçmenlerin coşkulu sloganları, buralarda kullanılan basit dil, halkın siyasetle bütünleşmesini sağlayan, popülist söylemin temel unsurlarından birkaçıdır. Bu durumda popülizm, Latin Amerika ülkelerinde yoğun olarak gözlemlenirken, son yıllarda Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya gibi, siyasetin çok fazla ilgi odağı olmadığı ülkelerde de son dönemlerde oldukça artmıştır. Halka açık hararetli konuşmalar, yoğun slogan ve pankartların seçim dönemlerinde sokakları süslemesi, hemen her hafta düzenli ve yoğun katılımlı gösterilerin organize edilmesi bunun en açık örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Popülizm, aslı itibariyle kendine has ideolojilerin siyasal argümanlar ile desteklenerek popülerleşmesine denmektedir. Avrupa ülkelerinde “Avrupalılık” veya “yerlilik” kavramları üzerinden yabancı düşmanlığı çerçevesinde kimlik siyaseti güden partiler ile Güney Amerika’da zengin ve üst sınıf elitlere karşı “ezilen” halk kitlesini savunan ve mobilize eden anti-elitist siyasi parti veya liderlerin ortak özelliği popülist olmalarıdır (Dizman, Popülizm nedir?, 2019). Marksist ve sosyalist ideolojiyi incelediğimizde de her iki anlayışında “gerçek halk” olduğunu, müşterek ideolojiyi temsil etmeyenlerin ise yerli olmadığı hatta işaret edilen “gerçek halk”ın aleyhine hareket edildiği inancı iddia edilmektedir. Bununla birlikte marjinal yapılı iki politik anlayışı ortak paydaya getiren en önemli argümanlar; anti-elitizm, yerlilik ve millilik söylemleridir. Ne kadar muhtelif sebeplerle yahut değişik sosyal sebeplerle ortaya çıkmış olsalar da popülistler müşterek bir söylemle hareket etmektedirler. Başka bir yönden tarımsal yahut yabancı düşman popülizminde tespit edildiği üzere popülist yaklaşımlara bakıldığında aslında popülizm tanımı muhafazakâr bir söylemle “yeni” ve “dışarıdan” olanı reddederek kendini var eder/ifade eder/ varlığını korur.

Sonuç

1930’larda Hitler, Mussolini ve Franco gibi liderler faşist yaklaşımlarıyla ırkçılık söylemlerinin muhatabı olmuştur. Günümüzde de devam eden ırkçılık, İslam düşmanlığı ve yabancı düşmanlığı sağ popülizmin yükselen konumuna ivme kazandırmaktadır. Bununla birlikte popülizm tıpkı faşizm gibi pejoratif bir niteliğe sahip olduğuna da işaret etmektedir. Netice itibariyle popülizm; bir tarafı faşizm ile diğer tarafı gerçek demokrasi olan birbirine tamamen zıt iki hattın sentezi şeklinde de adlandırılabilir. Genel hatlarıyla popülist kişilikler yalnızca siyasiler değildir. Toplum nazarında “Popülizm”, son derece muhtelif bir anlamlandırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslı itibariyle popülist ideolojiler, “gerçek halk” benzetmesine muhatap oldukları iddiasında hareketle bir kesim olarak bir kesimi küçümseme politikası gütmektedir. Güdülen bu politika netice itibariyle yanlış anlamlandırmalara ön ayaklık etmektedir. Popülizmin her geçen gün artan bir ivme ile yükselişi, popülizmin ne olarak ele alınacağı veya nasıl tanımlanacağı konusunu daha önemli hale getirmektedir. Popülizmin diğer ele alınış biçimlerinin; çeşitli dönemleri (örneğin modernleşme), çeşitli bölgeleri (örneğin Latin Amerika), çeşitli alanları (örneğin kutuplaştırıcı iletişim stratejisi), çeşitli demokrasi pratiklerini (vesayetçi demokrasiler) açıklama konusunda katkı sunduğuna şüphe yoktur (Uslu, 2021).  Gelişen son yıllarda birçok farklı anlamlandırmalara muhatap olan popülizm; otoriter ve pejoratif anlamlarından sıyırıldığı, sol/sağ eğilimli politik kuramlarından ayrıştırılarak her bireyin (özellikle siyasilerin) kullanımında meşru zemin oluşturulmaya çalışılmıştır.

Popülist söylemlerle toplumu şekillendirmeye çalışarak gerçekleşen siyasi yahut sosyal içerikli eylemlerde “gerçek halk biziz” söylemlerini telaffuz etmektedirler. Bu da toplumsal kutuplaşmanın en önemli argümanıdır.

 

Kaynakça

  • ALATLI, A. (tarih yok). DEMOKRATİK BİR GÜÇ OLARAK “POPÜLİZM”. Alev ALATLI: https://www.alevalatli.com.tr/demokratik-bir-guc-olarak-populizm/ adresinden alındı
  • DİZMAN, A. S. (2019, Ocak 25). Popülizm nedir? Perspektif: https://perspektif.eu/2019/01/25/populizm-nedir/ adresinden alındı
  • TAGGART P., Y. B. (2004). Popülizm. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • ROBERTS, K. M. (2006). Populism, Political Conflict, and Grass-Roots Organization in Latin America. Comparative Politics, 127-148.
  • USLU, C. (2021). Bir İdeoloji Olarak Popülizm. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 217-230.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/feed/ 4
XIII. Yüzyıl Anadolu’sunda Tasavvuf, Türkmen Unsuru ve Babailik https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/xiii-yuzyil-anadolusunda-tasavvuf-turkmen-unsuru-ve-babailik/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/xiii-yuzyil-anadolusunda-tasavvuf-turkmen-unsuru-ve-babailik/#respond Sun, 20 Jun 2021 10:09:33 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3121
GİRİŞ

Anadolu Türk toplumunu orta çağda derinden etkileyen bir sosyal hareket olan Babailik akımının, vuku bulduğu çağın öne çıkan özelliklerini uhdesinde barındırması ve müteakip devirlerde etkisini sürdürmüş olması hasebiyle, Türk tarihi açısından büyük öneme haiz olduğu bir gerçekliktir. Bu gerçekliğe rağmen, bu sosyal hareket günümüz Türk tarihçileri ve sosyologları tarafından gerekli düzeyde incelenmemiş vaziyettedir. Bu makalede, bu hareketin ardında yatan dinamikler, hareketin meydana çıkış şekli ve sonraki dönemlerdeki yansımaları ele alınmaktadır. Bu akımın karakteristik özellikleri incelenirken dönemin kaynaklarından ve bu kaynakları kullanan günümüz araştırmacılarının eserlerinden faydalanılmış olup bu hareketin Türk toplumu ve devlet yapısı adına bünyesinde barındırmış olduğu fevkalade büyük önem gün yüzüne çıkartılmaya çalışılmıştır. Birincil kaynaklar arasında yer alan Âşıkpaşazade, Yazıcıoğlu Ali, Oruç Bey, Eflaki, İbn Battuta, İbn Bibi ve Marco Polo gibi müelliflerin eserlerinden, bu makale çalışmasının hacmini genişletecek olmasından dolayı, doğrudan yararlanılmamış olup bu birincil kaynakları titizlikle kullanan modern ve yakın dönem araştırmacılarının eserlerinden istifade olunmuştur. Şu husus da belirtilmelidir ki bu mezkûr müelliflerin eserleri birincil kaynak olarak gösterilse dahi, bu müellifler, bu makalenin incelediği olaydan çok sonraki zamanlarda yaşamış ve Babailik hareketine doğrudan şahitlik edememişlerdir fakat dönemlerinin genel görüşlerini yansıtmada başarılı oldukları söylenebilir. Bahsolunan modern ve günümüz araştırmacıları ise İlyas Üzüm, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, A. Z. V. Togan, M. Fuat Köprülü, A. Yaşar Ocak, V. A. Gordlevskiy ve M. G. S. Hodgson gibi pek değerli bilim insanlarıdır ki yazmış oldukları eserler yol gösterici nitelikte olup pek kıymetli argümanlar içermektedir. İşbu eserlerden faydalanmış olan bu makalenin de okuyucuyu müstefit kılacağı ve Babailik meselesi üzerinde yeniden ve etraflıca düşünülmesini sağlayacağı öngörülmektedir.

TASAVVUF ve TÜRKMENLİK BAĞLAMINDA BABAİLİK

Babailik hareketinin sağlıklı bir şekilde analiz edilebilmesi için öncelikle tasavvufun gelişim aşamalarına, İslam’ın Türklerce kabulü sürecine ve Türklüğün sosyopolitik güç olarak Küçük Asya’da nasıl zuhur ettiğine değinilmelidir. İslam coğrafyasında tasavvufi hareketlerin oluşumunun izi, hicri ikinci yüzyıla kadar sürülebilir. Hicri ikinci yüzyıla kadar klasik “takva” dairesi içinde yorumlanan İslam mistisizmi, İslam-Arap Devleti’nin siyasi gücünün farklı kültürlerin yaşadığı coğrafyalara yayılmasının bir sonucu olarak, takip eden yüzyıllarda büyük bir değişim geçirip ivme kazanmıştır. Hicri beşinci yüzyıla kadar Müslüman toplum arasında ön plana çıkan sufiler, toplum içinde yarattıkları gizemli manevi atmosfer sayesinde, hicri beşinci yüzyıldan sonra kendi adlarıyla müsemma tarikatların kurulmasına zemin hazırlamışlardır. Budizm, Manicilik, Mitracılık, Zerdüştlük, Şamanizm, Hristiyanlık ve Musevilik gibi inançların yaşadığı coğrafyalarla temas etmenin bir neticesi olarak da gelişen İslam tasavvufu, doğal olarak, klasik anlamda süregelen İslam telakkisinden bazı noktalarda farklılaşmakta, bu farklılaşma (ya da “yenilenme”) İslam mütefekkirleri arasında tartışmalara neden olmakta idi. Bu tartışmaları bitiren, ortodoks İslam anlayışı ile “yeni mistisizmi” barıştıran kişi, İslam dünyasında “hüccetülislam” lakabıyla tanınan, Horasanlı Gazali olur (Hodgson, 2021:240). Onun vasıtası ile şeriat kurumu ve mistikler arasındaki gerginlik azalır.

Kadim zamanlardan beri Asya’da büyük siyasi oluşumlar teşkil ettirmiş olan ve kendilerine özgü bir inanç sistemine de sahip olan Türk milletinin, İslamiyet’i kabul sürecine değinilecek olursa, bu sürecin pek uzun bir dönemi kapsadığı ifade edilebilir. Türk topluluklarının İslam ile ilk karşılaşmaları, genel hatlarıyla yedinci miladi yüzyıla, Ömer bin Hattab dönemine denk düşer. Bu karşılaşmanın ardından, on birinci yüzyıla kadar geçen zaman diliminde, Maveraünnehir bölgesi etrafında yerleşik veya konargöçer Türkler arasında İslam büyük oranda yayılım sağlar. Daha doğu bölgelerde ise İslam’ın tam anlamıyla yayılması ve kabulü on beşinci miladi yüzyıla dek sürer (Üzüm, 2018:18). Tasavvufun İslam dünyasındaki gelişimi ve Türklerin İslam ile tanışıklığı bu şekilde özetlenebilir.

Anadolu’da Türklüğün inkişafı meselesine değinilecek olursa, mevcut somut verilere dayanarak, Türklüğün bu coğrafyada açık bir şekilde varlığının Selçuklu hanedanı zamanına tesadüf ettiği ifade edilebilir. Türklerin, Anadolu’yu daha önceden yurt edindiği iddiaları mevcut ise de bu iddialar bu makalenin çalışma alanının dışında kaldığı için üzerinde durulmayacaktır. Fakat söz konusu iddiaların ciddiye alınıp üzerinde çalışılması gerektiği belirtilmelidir. Anadolu’nun Türkleşmesi üç aşamada ele alınabilirki ilk aşama, Selçukluların on birinci yüzyıldaki akınlarıyla gerçekleşir. İkinci aşama, Moğol tehdidinden kaçan Türkmenlerin vasıtasıyla meydana gelir. Üçüncü ve son aşama ise Moğol iktidarının Anadolu’daki bizatihi varlığı ile tamamlanmıştır ki Moğol askerî varlığının ciddi rakamlara ulaştığı kaynaklarda tespit edilebilmektedir (Togan, 2019:347). Türk soylu askerlerin Moğol ordusundaki ciddi varlıkları göz ardı edilmemelidir ki Anadolu coğrafyasının Türkleşmesinde onların rolü de büyük önem arz etmektedir. Moğolların Anadolu ve etrafında yaratmış olduğu sosyopolitik vaziyetin, Anadolu’nun mühim bir “muhaceret ve ticaret” noktası olmasını sağladığı da bir diğer önemli husustur (Barkan, 2020:450). Böylesi bir ortam, bu bölgede, Âşıkpaşazade’nin işaret ettiği üzere, dört temel toplumsal güruhun zuhuruna zemin hazırlar; Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdallar (Öcalan, 2002:464). Makalenin konusu olan Babailer, bu sonuncu grubun mümessilleridir ki kaynaklar onların kalender meşrep tasavvuf ehli olduğunu, tasavvufi anlayış olarak da Vefailik çizgisinde olduklarını belirtir (Köprülü, 1976:207- 208). Bağlı bulundukları ekol hakkında alternatif iddialar mevcut ise de bu iddialar büyük önem arz etmemektedir. Çünkü bu ekolleri birbirinden tam anlamıyla ayırmak güçtür. Bunun nedeni, bu tasavvufi ekoller hakkında elimizde detaylı verilerin bulunmaması (veyahut etraflıca incelemelerinin yapılmaması) ve (elimizdeki verilerin de işaret ettiği üzere) bu ekollerin birbirleri ile girift ilişkilere sahip olmasıdır. Anadolu’daki Babailik hareketi/ isyanı, adını Baba İlyas’tan alır ki kendisi bu hareketin öncüsü olarak sayılır. İsyan esnasında ise müridi, Baba İshak daha aktif rol oynar (Ocak, 1991:374). Anadolu Selçuklu coğrafyasında vuku bulan bu akımın tasavvufi bir ekol mü, yoksa politik bir hamle mi olduğu ise tartışmalı bir konu olmakla birlikte Fuat Köprülü, A. Yaşar Ocak ve Gordlevskiy bu hareketin politik karakterinin daha ön planda olduğunu vurgularlar. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Köprülü, Babailiğin, politik bir hamle olmasının yanı sıra, mutlak surette heretik bir mezhep olduğunu ifade etmektedir. Fakat buna karşılık A. Yaşar, bu hareketi bir mezhep olarak değil, salt sosyopolitik bir cereyan olarak ele almakta, Köprülü’nün mezhep olarak yorumladığı unsuru, bu sosyal hareketin “ideolojisi” olarak değerlendirmektedir. Bu ideolojinin de gayrisünni özelliklere sahip olduğunu kabul ederek, Türklüğün ve kadim İran-Hint dinlerinin, mevcut güçlü evliya kültü ile sentezinin sonucu ortaya çıkan bir düşünce sistemi olduğunu ön plana çıkartmaktadır (Ocak, 2011:80-84). Buna ek olarak her iki müellif de bu hareketin siyasi vasfının, dinî önemine baskın durumda olduğunun altını çizer ve bu hareketi, yozlaşmış müesses devlet otoritesine karşı, konargöçer Türkmen kitlelerin başkaldırısı olduğunu ifade eder. Gordlevskiy ise bu hareketi, “Köy, şehir üzerine yürüdü.” diyerek özetler ve bu akımın bir “köylü başkaldırısı” olma özelliğini vurgular (Gordlevskiy, 2019:154). Babailik isyanının/ akımının veyahut (kaynaklardaki bir diğer ismi olan) kıyamının temel vasfını kavrayabilmek için bizzat baba terimini incelemek gerekir ki hareketin ismi de buradan gelmektedir. Baba kavramının, temel olarak Türklerde mevcut olan ozan/ kam- şaman kültünün ve Hint-Avrupa halklarının mirasının İslam ile sentezi olarak ortaya çıkan Arap-İslam tasavvufundaki veli-evliya kültünün bir harmanı olduğu ifade edilebilir ki bu kişiler, konargöçer Türkmenler arasında sözü dinlenir kimseler olma vasfını taşırlar idi. Köprülü’nün de belirttiği üzere tasavvufun Türkistan coğrafyasında yayılmaya başlamasıyla birlikte pek çok babalar zuhur etmeye başlar (Babinger ve Köprülü, 1996:49). İşte bu babalar, makalenin başında da zikredilen, Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Moğol baskısı ile Türkiye coğrafyasına yerleşir ve Selçuklu hükümranlığının baskılarına, dış tehditlerin yarattığı kaotik ortamın gerginliğine dayanamayarak devlet otoritesine başkaldırır. Burada vurgulanması gereken nokta şudur ki Babailik hareketi, Türkistan bölgesinde inkişaf gösteren babaların vücuda getirdiği toplumsal-dinî bir harekettir ve bu babalardır ki İslam’ın konargöçer Türk kitleler arasında yayılımını ve Türklüğe özgü bir İslam inancının ortaya çıkmasını sağlarlar. Fakat isyanın bastırılmasıyla beraber, yerleşik ortodoks İslam inancı egemenliğini sürdürmeye devam eder ve bu da “Türk İslam’ı” kavramının husule gelmesini engeller. İsyanın başarısızlığına rağmen, mağlup babalar, Anadolu’nun uç bölgelerine yayılırlar ve kendilerine özgü olan inanç sistemlerini devam ettirirler (Gordlevskiy, 2019:155). Bu uç bölgelerine yayılan babalardan biri, pek tanındık olan Şeyh Edebalı’dır. (İnalcık, 2017:35). Dönem kaynaklarının verdiği bilgilere dayanarak, Şeyh Edebalı’nın yanı sıra Geyikli Baba, Hacı Bektaş, Musa Baba gibi isimler de Babailik dairesi içerisinde zikredilebilir (Paşazade, 2003:297). On beşinci yüzyılda baş gösteren Otman Baba ve Şeyh Bedrettin ayaklanmaları da yüzyıllardır süregelmiş babalık geleneğinin, kendi zamanlarındaki yansımaları olduğu söylenebilir.

SONUÇ

İşaret olunduğu üzere, Babailik akımına zemin hazırlayan iki temel öge bulunmaktadır: Türkmenlik ve tasavvuf olgusu. Tasavvuf kurumu, Arap-İslam devletinin farklı coğrafyalara tahakkümüyle birlikte hicri beş yüzyıl içerisinde olgunluğa erişir ve

Türkistan coğrafyasında, Türklerin arasında yaygınlık kazanır. Konargöçer Türk kitlelerinin İslamiyet’i kabulü sürecinde tasavvufun anahtar rol üstlendiği ifade edilebilir. Bu konargöçer kitleler arasında şöhret kazanan manevi önderler olan babalar, ki bunlar Türkler arasında zaten mevcut olan şamanlık-ozanlık geleneğinin sonraki çağlardaki tezahürleridir, bir “Türkmen/Türk Müslümanlığı” kavramını ortaya çıkarırlar. Fakat ortaya koydukları kendilerine özgü bu anlayış, on üçüncü yüzyılda bir “patlama noktası” olan Babailik hareketinin Selçuklu otoritesince bastırılmasıyla birlikte sönümlenir. Buna rağmen, babalar, isyanın ardından uç bölgelere göçerek tekrardan Türkmen kitleler arasına karışır. Böylelikle, yeni kurulan toplumsal düzende “öz-kimlik oluşturucu” bir mahiyet kazanarak tarih sahnesinde yerlerini alırlar. Bu kimlik oluşturucu etkileri, günümüzde gözle görülebilen Arap-İran İslam algısı ile Türklüğün İslam algısı arasındaki temel farkı oluşturmaktadır. Bu yüzdendir ki Babailik hareketi sadece bir başkaldırı olarak görülmemeli; onuncu yüzyıldan beri süregelen, konargöçer Türklüğün İslam’ı kavrayış şekli olarak yorumlanmalı ve günümüze dek süren sosyokültürel etkileri bu açıdan değerlendirilmelidir. 1240 senesinde meydana gelen başkaldırı ise babaların, tarih sahnesindeki salt politik hamlesi (“zulme karşı” bir reaksiyonu) olarak ele alınmalı, bu yüzden Babailik kavramı daha geniş bir perspektiften incelenmelidir.

KAYNAKÇA

  • BABINGER, F. ve KÖPRÜLÜ, M.F. (1996), Anadolu’da İslâmiyet, Çev. Ragıp Hulusi, İstanbul: İnsan Yayınları.
  • BARKAN, Ö. L. (2020), İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat. GORDLEVSKIY, V. A. (2019), Küçük Asya’da Selçuklular (2. Baskı), Çev. Abdülkadir İnan: Ankara:Türk Tarih Kurumu.
  • HODGSON, M. G. S. (2021), İslam’ın Serüveni (3. Baskı), Cilt 2, Çev. Berkay Ersöz, Ankara: Phoenix Yayınevi.
  • İNALCIK, H. (2017), Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet (3. Baskı), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
  • KÖPRÜLÜ, M. F. (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (3. Baskı), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
  • OCAK, A. Y. (2011), Babaîler İsyanı (5. Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları.
    OCAK, A. Y. (1991), Babaîlik, 24 Şubat 2021 tarihinde İslam Ansiklopedisi: https://cdn2.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/4/C04001640.pdf adresinden alındı.
  • ÖCALAN, H. B. (2002), Anadolu Selçukluları Zamanında Tasavvuf Düşüncesi. Türkler Ansiklopedisi. (Cilt 7, 462-470.ss.) Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
  • PAŞAZADE, Â. (2003), Osmanoğulları’nın Tarihi, Çev. Kemal Yavuz ve M. A. Yekta Saraç, İstanbul: K Kitaplığı.
  • TOGAN, A. Z. V. (2019), Umumi Türk Tarihine Giriş (2. Baskı), Cilt 1, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
  • ÜZÜM, İ. (2018), Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevîlik (8. Baskı), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/xiii-yuzyil-anadolusunda-tasavvuf-turkmen-unsuru-ve-babailik/feed/ 0
Diplomaside Kırmızı Çizgi (Red Line) https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/diplomaside-kirmizi-cizgi-red-line/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/diplomaside-kirmizi-cizgi-red-line/#comments Mon, 31 May 2021 15:26:09 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2965 Kırmızı Çizgi kavramı Diplomasi ve Uluslararası İlişkiler alanında sıkça kullanılan önemli bir kavramdır. Kırmızı çizgi farklı disiplinlerde kullanılabilen bir kavramdır, tarihsel anlamda nasıl ortaya çıktığını ve özellikle Uluslararası İlişkiler disiplinine nasıl geçmiştir konusunu incelemek gerekiyor.

Kırmızı Çizgi teriminin tarihi çıkışı, Irak Petrol Şirketi’nin ortakları olan Britanya, ABD ve Fransa’dan büyük petrol firmalarının 1928 yılında imzaladığı bir anlaşmaya dayandırılıyor: “Red Line Agreement” yani Kırmızı Çizgi Anlaşması. Osmanlı İmparatorluğu’ndan “dağılan” arazi üzerinde, petrol açısından önem taşıyan, sınırları kırmızı bir çizgiyle belirleyen ve Irak Petrol Şirketi’nin bu sahadaki çıkarlarını, imtiyazlarını kayda bağlayan bir anlaşmadır (Birikim Dergisi, 2021). Kırmızı Çizgi terimi, bu halden diplomasi diline geçmiştir ve günümüzde çokça zikredilen bir kavram haline dönüşmüştür. Örnekleri diplomasi ve uluslararası ilişkiler için de çokça geçmektedir. Örneğin; 2014 yılında İran, uranyum zenginleştirme kabiliyetini korumanın uluslararası toplumla herhangi bir anlaşma çerçevesinde aşılmasına izin vermeyeceğini açıkladı ve bunu bir “kırmızı çizgi” olarak kabul ederek kendi tarafınca onayladı (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.5). Uluslararası ilişkilerde uluslararası örgütler veya ülkeler, topluluklar,kendi kırmızı çizgilerini belirleyebilir. Yalnız burada önemli olan yaptırım veya uygulatma gücünün ne kadar gerçekçi olduğu önemlidir. Kırmızı çizgi ilan etmek kesin bir sonuç veya uygulama anlamı taşıması için yaptırabilme veya uygulattırabilme kabiliyetinin olması gerekir. Bu anlamda kavramın anlamını incelemek gerekiyor ve kavramın özünün tanınması, kavranabilmesi mühim bir konudur. Kırmızı Çizgi; müzakerelerde “kırmızı çizgiler” bir tarafın bazı temel çıkarlardan dolayı ödün vermeyeceğini belirttiği alanlardır (The UK in a Changing Europe, 2020). Diğer bir tanımda; tipik olarak bir hükümet tarafından kabul edilemez olarak gördükleri ve yanıt verecekleri eylemlerin beyanı. Bu tanım için; “Savaş sırasında kimyasal silah kullanımı kırmızı çizgi meselesidir.” şeklinde örneklendirmek mümkündür (Macmillan Dictionary). Suriye’de kimyasal silah kullanılması vb. olaylarda olduğu gibi. Kırmızı çizgi, 1970’lerden beri birinin ciddi sonuçlarla karşılaşmadan ötesine geçmemesi gereken bir sınırı belirtmek için kullanılıyor. Kabul edilebilir ve kabul edilemez davranış arasındaki sınırları belirleyen fiziksel bir sınır fikrini önerir ve “bir çizgiyi geç” ve “kumda bir çizgi çiz” gibi ifadelerle ilgilidir (Macmillan Dictionary). Diğer bir tanımda ise: Egemenlik meselesi, aşılamayacak kırmızı bir çizgidir. Sade bir tanımla; hükümet tarafınca kabul edilemez olarak değerlendirilen eylemlere ilişkin bir açıklama (Macmillan Thesaurus). Son bir tanımda ise; bir kişi veya grubun bir anlaşmazlık veya müzakere sırasında hakkındaki fikirlerini değiştirmeyi reddettiği bir sorun veya talep (Oxford Learner’s Dictionaries).

Kırmızı çizgi farklı şekilde belirlenebilir ve uygulanabilir ve bu durum ülke, örgüt veya topluma göre değişkenlik gösterir. Örneğin; İsrail kırmızı çizgileri konusunda bazen doğrudan düşmana özel ve ayrı bir şekilde ya da gerekirse bir aracı kullanarak iletir (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.5). Tabii burada kırmızı çizginin inandırıcılığı ülke veya örgütün güç ve kabiliyetine bağlı olmakla beraber diplomasiyi kullanabilme becerisine de bağlıdır. Yukarıdaki tanımlar ışığında kırmızı çizgi ilan etmenin bir amacı da olduğu anlaşılmaktadır ve bu amaca yönelik yapılması son derece önem arz etmektedir. Kırmızı çizgi diplomasisinin karışık bir sicili vardır. Çoğu zaman kırmızı çizgiler düşmanı caydırmada başarısız olmuştur. Geçmeme eşiği ya da bunu yapmanın sonuçları net değildir ya da savunmacının kararlılığı açık değildir ya da caydırıcılığın etkili olması için verilen ceza yeterli değildir. Dahası, kırmızı çizgiler istenmeyen veya zararlı etkilere sahip olabilir (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.7). Örneğin karşıyı kışkırtabilir veya zıtlaşma yaratabilir. Bu durumda istenmeyen olaylar meydana gelebilir. Bu bakımdan orantılı ve realist bir diplomasi son derece önemlidir. Bu bakımdan sonuçları ya etkisiz ve inandırıcı olabilir ya da problemlerin büyüyüp çatışma, kriz gibi durumlara evrilmesi pek mümkündür. Örneğin Küba Krizi’nde SSCB ve ABD tarafının kırmızı çizgileri yüzünden savaşın eşiğine gelmesi söz konusuydu.

Kırmızı çizgiler, eşik veya onu geçmenin sonuçları net olmadığında başarısız olur. Kırmızı çizgilerin başarısızlığının ilk nedeni, birçok çatışmanın klasik bir açıklamasıdır: Savunucunun neyden kaçınmaya çalıştığını veya sınırı geçmenin sonuçlarının ne olacağını açıkça ifade edememesi veya isteksizliği nedeniyle baş kahramanlar arasında anlayış eksikliğindendir. Tarih boyunca sayısız savaşın patlak vermesinin tam nedeni de budur. Böyle bir netlik eksikliği, bir karşı eylemi tetikleyecek kesin koşullar hakkında olabilir. Çoğu devlet, kendi egemenlik topraklarına yönelik tam teşekküllü askeri saldırganlığın kırmızı çizgiyi geçmeyi teşkil edeceğini ve böylelikle de aynı şekilde savunmacı bir tepkiyi tetikleyeceğini açıkça belirtmiştir. Bu durumda kırmızı çizgi, oldukça basit bir şekilde, genellikle dokunulmaz olduğu düşünülen uluslararası sınır çizgisidir. Ancak durum genellikle daha karmaşıktır. Sınırlar her zaman net bir şekilde tanımlanmaz ve tanımları bazen anlaşmazlık konusudur. (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.7). Bu nedenle kriz ya da savaşa dönüşebilen bir yapısı vardır. Sonuç olarak kırmızı çizgiler belirlenirken ve kırmızı çizgiler savunulurken diplomasi aracının esnek ve güçlü yapısı dikkatli, gerçekçi, orantılı kullanılmalıdır. Böylece kırmızı çizgilerden doğabilecek kriz veya savaş tehlikeleri en iyi haliyle minimize edilebilir.

 

 

 

KAYNAKÇA:

  • https://birikimdergisi.com/haftalik/10553/kirmizi-cizgi
  • Bruno TERTRAİS. The Diplomacy of “Red Lines”. FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016
  • https://ukandeu.ac.uk/the-facts/what-does-red-lines-mean/
  • https://www.macmillandictionary.com/dictionary/british/red-line
  • https://www.macmillanthesaurus.com/red-line
  • https://www.oxfordlearnersdictionaries.com/definition/english/red-line
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/diplomaside-kirmizi-cizgi-red-line/feed/ 103
European Union Dilemma: Democracy of Efficiency? https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/european-union-dilemma-democracy-of-efficiency/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/european-union-dilemma-democracy-of-efficiency/#respond Fri, 21 May 2021 10:52:15 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2901 Since its establishment, the European Union has been known for its elite-driven characteristic. Founding fathers established the Community as an attempt to prevent wars, developing economies, and strengthening interstate relations among European countries (Cini & Borragán, 2010). As the times have passed and institution has adapted to changes, reforms in the European Community institutions became mandatory. Being the institution that is closest to European citizens, the European Parliament is in a unique position in the European Community. As an organization that gives utmost importance to democracy, the European Community/Union did not have the option to ignore its citizens. Thus, improving the responsibilities and capabilities of the European Parliament has become inevitable. However, increasing the power and functions of the Parliament was not problem-free. Bureaucratic inefficiencies followed the increase in functions and powers of the Parliament. “Was sacrificing efficiency for democracy worth it?” is a question that needs to be examined in detail.

As mentioned before, one of the most prominent aspects of the integration process was that it was an elite-driven project. The Community was a place for bureaucrats, and they were responsible for developing policies that are affecting millions of European citizens. Their duties, responsibilities, and areas they work on have significantly increased over the years, and the bureaucratic system became too complex for ordinary people to understand (Cini & Borragán, 2010). Exclusion of citizens from this process in which decisions are taken affect their daily lives became a problem.

The most important institution in which a citizen has a say is the European Parliament. Nevertheless, as the European Union institutions are very complex and do not have a history of including citizens in decision makings, European citizens have little or no idea what their representative does in the Parliament, nor they have the capability to reject what is being done in the European Union. Moreover, this undemocratic practice leads people to not vote for the parliament elections. To address this democracy deficit, Lisbon Treaty focused on increasing the powers, functions, and abilities of the Parliament and brought it to an equal position with the Council in deciding what the Union does over forty new fields along with the ability to elect the head of the Commission, executive body of the Union.

These increases in the power of the Parliament have also brought its problems. Deciding in the Union is a very long and complicated process. Creating a draft, making amendments, preparing proposals, first and second readings are some of those lengthy and laborious processes of decision-making. Adding a very political institution like the Parliament to this process makes the decision-making even more complicated and longer. Negotiation between the parties, building alliances, convincing other parties, meeting in different parts of Europe, and negotiating with the Council adds up to the inefficiency of the process. Turning back to the question, “Was sacrificing efficiency for democracy worth it?” it can be said that the Union faces a dilemma. Allowing citizens to take part in the governance process makes creating policies that are beneficial for citizens harder but preserves its status as an institution that upholds democratic values. On the other hand, it also allows citizens to create their own proposals if they reach one million signatures or object to the policies through their representatives.

 

I believe that democratization is a step that the Union cannot overlook. If the Union pursues ever more integration, it needs to do it with the consent of the people; it governs even if it pays the price with the inefficiency. If the Union chooses to ignore the voices of almost half a billion people by preserving the governance only for the elites who are paid by European citizens, the European Union would not be safe from internal crises. While keeping the experts at the heart of the Union is a must, it also necessary to include the voices of the ordinary people in decision-making processes. The European Union is not known for its efficiency and fast decisions, so sacrificing some of it for hearing people out would not be a gross loss. On the contrary, it would benefit the Union as it opens the way for an ordinary citizen to be interested in the European Union politics making the Union a more accessible organization rather than a closed box which citizens do not know what they are paying taxes for.

In summary, the role of the European Parliament in the Union is a unique one as it allows ordinary citizens to take part in the governance of the Union. Increasing its powers, functions, and authorities with the Lisbon Treaty has come with some advantages and disadvantages. While giving ordinary people more say in the governance, drawing their interests, and making them learn about what they are paying for, it also resulted in a decrease in efficiency and effectiveness as it complicated the decision-making process. Despite the disadvantages, the democratization of the European Union is a crucial step in the Union’s history. Governing almost half a billion people without hearing their opinions is a direct invitation to disasters and crises. By giving the Parliament more power, the European Union sacrifices some efficiency to achieve stability in the future.

 

References

  • Cini, M., & Borragán, N. P. (2010). European Union Politics. Oxford, United Kingdom: Oxford University Press.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/european-union-dilemma-democracy-of-efficiency/feed/ 0
Perspektif: Siyaset Bilimi Perspektifi İle Filistin Üzerindeki Irkçı İsrail Tutumu https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/perspektif-siyaset-bilimi-perspektifi-ile-filistin-uzerindeki-irkci-israil-tutumu/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/perspektif-siyaset-bilimi-perspektifi-ile-filistin-uzerindeki-irkci-israil-tutumu/#comments Thu, 13 May 2021 06:19:23 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2747 Dünya tarihi incelendiğinde en büyük sorunlardan birisi de ırkçılık üzerine yaşanan olaylardır. Bu tutumlar kimi zaman soykırım ile sonuçlanmış kimi zamanda dini, etnik, kültürel, ten rengi gibi olgular üzerinden baskılama, asimile etme ve hor görülme şeklinde sonuçlanmıştır. Bu olayların hepsine Batı tarafının, Afrika ülkeleri üzerinde uyguladığı tutum ile örneklendirilebilir veya Batı’nın, Güney Amerika veya Asya üzerindeki tutumlarında da ırkçılık yaptığı şeklinde çok konuya değinilebilir. Irkçılık demek milliyetçilik demek ile karıştırılan bir kavramdır ki keza milliyetçiliğin tek tip halde tanımını da yapmak mümkün değildir. Çünkü milliyetçi tutum bazen vatandaş olma ve vatanı sevme anlamında olup diğer etnik, dinsel insanları aşağı görmeden bir tutum sergilemekle de mümkündür. Diğer yandan milliyetçi söylemler ve davranışlar bazen ırkçılığa everilmekte ve “biz ve diğerleri” kavramına dayanmaktadır.

Öncelikle akademik anlamda birkaç milliyetçilik tanımı yapmak gerekiyor; Anderson, millet olgusuna antropolojik bir ruhla bakılması gerektiğini söylemektedir ve kavramı şu şekilde tanımlamaktadır: “ulus hayal edilmiş bir siyasi topluluktur – kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir”(Atılgan/Aytekin, Siyaset Bilimi, 2012, s.397).

Millet; bir toprağı, ortak mitleri ve tarihî belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adıdır(Smith, 2007, s.32).

Genel anlamda bir kültürde yaşamak ve bir toprak üzerinde birlik halinde yaşamayı ifade etmektedir. Yine de millet kavramı veya milliyetçilik kavramı “kesin” bir tanıma sahip değildir. Farklı türevleri ve tanımları vardır. Özellikle milliyetçilik ve ırkçılık kavramlarını birlikte gibi düşünmek doğru değildir. Çünkü bu milliyetçilik tutumu olarak farklılık gösteren kimi zaman ırkçılığa evrilmiş şekliyle kullanılırken kimi zamanda ulusal kimlik anlamında veya ulusal birlik ve beraberlik anlamıyla kullanılmaktadır. Peki ırkçılık nedir? Irkçılık tanımı da bu makale gereği yapılmalıdır.

Irkçılık Balibar’ın tanımına göre; toplumdaki bütünsellik görüntüsünü tehdit eden isim, ten rengi, ibadet şekilleri gibi farklılıkları yok etme arzusuyla “biz” kimliğini her türlü melezleşme, karışma ve istiladan koruma mecburiyeti hissederek ortaya konan söylem, temsil, şiddet, hor görme, hoşgörüsüzlük, aşağılama ve sömürü gibi pratiklerde kendini göstermektedir(Balibar, 2013, s.27).

Irkçılık ve milliyetçilik temelde iki farklı kavramdır ama bazen milliyetçiliğin türevi olan ırkçı milliyetçilik söz konusu olmaktadır. Bu anlamda geçmişte çok fazla örnekle karşı karşıya kalındığı tarih kitapları tarafından ele alınarak yazılmıştır. Irkçılık sadece etnik ayrımcılık değildir aynı zamanda dinsel, kültürel anlamda da olması pek mümkündür. Avrupa tarihinde en büyük ırkçılık örneklerinden birisi de Almanya’nın Faşist bir totaliter yönetim anlayışı ile ırkçı bir devlet politikası izlemesidir. Nazi Almanya’sı “Sadece Yahudiler” olmamak üzere etnik bir soykırım uygulamıştır. Alman ırkı üst bir ırk olarak görülmüş ve Avrupa tarihine geçen büyük bir etnik soykırım ile insanlık suçu işlenmiştir. Yahudi toplumu da bu olaylardan nasibini almıştır. Yahudiler İngilizlerin desteği ile bir devlet kurmuştur ve bunu işgalci bir tutum ile yapmıştır. İsrail vatandaşları veya halkı geçmişte yaşadığı soykırımdan ders çıkarabilmiş midir? Son günlerde ve geçmişte yaşanan Filistin halkı ile olan İsrail devletinin tutumları dini bir ırkçılık değil midir? Diğer yandan Yahudiler ekseriyet olarak Sami’lerden gelir.

Hz. Peygamber (sav) de bir hadisinde Araplar’ın babasının Sâm olduğunu söyler(Bknz. Müsned, V, 9-11; Tirmizî, “Tefsîr”, 37; “Menâḳıb”, 69) (https://islamansiklopedisi.org.tr/samiler).

Ekseriyet neticesinde bakıldığında Arap kökeni olan veya Ortadoğu kökenine dayanan bir durum söz konusudur ve dinsel bir farklılık vardır. Yani tamamıyla aynı dine mensup olmadığı için Filistinli halk dinsel veya ulusal bir ırkçılık ile karşı karşıya kalmaktadır. Modern dünyada ırkçılık insanlık suçudur. Diğer yandan bu durumun diğer adı ise İslamofobi şeklindedir. Avrupa’da yükselen İslamofobi aynı şekilde çevresinde İslam ülkeleri olan Filistin’de de İsrail tarafınca uygulanmaktadır.

Anadolu Ajansı, 2020

Hazreti Ömer Kudüs fethi sonrası adalet üzerine bir yönetim anlayışını benimsedi ve herkese hoşgörü ile bakılmasını sağladı.

Hz. Ömer, Cizye ayeti gereği İslam topraklarında yaşayan Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibi gayrimüslimlerden vergi alıp bunun karşılığında onları himayesine aldı. Kadın, çocuk, yoksul ve din adamlarından ise vergi almadı. Öyle ki kaybettiği topraklardan aldığı vergileri de iade edip, düşkün Hristiyan ve Yahudilere beyt-ülmal’dan zekât verilmesini emretti. Hz. Ömer, fethedilen hiçbir yerde halkı Müslüman olmaya zorlamadı. Can, mal ve inanç hürriyetlerini koruma altına aldı ve gerek Müslümanlar ve gerekse gayrimüslimlerle ilgili verdiği karar ve uygulamaları ile adaletine güvenilen ve sığınılan bir halife oldu (AA, 2018).

Yine aynı şekilde Selahattin Eyyubi’de Kudüs’e barış ve adalet getirip muhafaza etmişti. Ama ne yazık ki bu barışa, dinsel hoşgörü ve ahlaka aykırı olarak dinsel ırkçılık rüzgârı bugün ve yakın zaman tarihine sert bir şekilde çarpmış oldu. Alman Yahudi asıllı Hannah Arendt dünyadaki bu gidişata eleştiri getirmişti ve “Kötülüğün Sıradanlığı” şeklinde eser kaleme almıştı. Yahudi toplumunun sıradan şekilde katledilmesi ve dünyanın giderek kötü olaylara sıradan bakmasına karşı bir eleştiri getirmişti.

Yahudi Soykırımı (Holokost) kavramı, Almanya’da Nasyonalsosyalist iktidar döneminde 1941-1945 yılları arasında Avrupalı Yahudilere yönelik sistematik soykırımı tanımlar(DW, 2021).

Geçmişte bir Holokost yaşandığı ortadadır ve bu durum diğer etnik gruplara da sistematik şekilde uygulanmıştır. Yahudi Alman asıllı Arendt’te insanlığı uyandırmak istemiş ve kötülüğün sıradanlaşması tezini ortaya koymuştur. Tıpkı İsrail devletinin veya hükümetinin Ramazan ayında insanların ibadetlerini yapmasına izin vermemesi, Filistin halkı üzerine rastgele ateş açılması, evlerinden çıkarıp topraklarını uluslararası hukuka aykırı şekilde işgal etmesi ve dünyanın bu tür haberlere artık sıradan bakması gibi. Hannah Arendt çok haklıydı, artık kötülük sıradanlaşmıştı ve insanlar sırf etnik, kültürel ve dinsel farklılıkları yüzünden baskı, soykırım, etnik ayrımcılığa maruz bırakılmaktaydı. Alman SS Subayının sadece görevini yapması, rütbe ve makamının yükselmesi önemliydi Arendt’in dediği gibi…

Arendt’in kötülüğün sıradan olması tezi, Ortadoğu, Afrika ve Asya üzerinde çok tutarlı olduğu gözükmektedir. Modern ırkçılık, modern etnik-dinsel ayrımcılık devam etmekte. İnsanlık halen geçmişteki hatalarını tekrar etmekte. Halbuki İsrail’e karşı İslam toplumu ırkçılık fikrini benimseyemez. Çünkü inançları gereği yasaktır. Aynı şekilde yurtlarından da çıkarıp üzerlerine askerler baskı yapamaz ve kurşun sıkamaz. Bunu ne Hz. Ömer ne de Selahattin Eyyubi ne de Osmanlı’nın adalet anlayışı yapmıştır. Herkes inanmakta, ibadet etmekte özgür idi. Kötülük sıradan değildi, ırkçılık sıradan değildi, hele ki soykırım hiç değildi, hâkim olan bir adalet ve hoşgörü tutumu vardı. Peki İsrail’de kötülüğün sıradanlaşmasına mâni olabilecek midir?

 

 

Kaynakça

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/perspektif-siyaset-bilimi-perspektifi-ile-filistin-uzerindeki-irkci-israil-tutumu/feed/ 80
Analiz: Uluslararası Hukuk Açısından Filistin ve Kudüs https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-uluslararasi-hukuk-acisindan-filistin-ve-kudus/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-uluslararasi-hukuk-acisindan-filistin-ve-kudus/#comments Wed, 12 May 2021 10:48:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2728 Özet 

Kudüs, üç semavi din için de kutsal kabul edilen bir şehirdir ve tarihi boyunca farklı siyasi güçler tarafından kontrol edilmiştir. Şehrin statüsü uluslararası hukuk açısından karmaşık bir konudur ve İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi ve şehrin statüsünü değiştirmeye yönelik girişimleri uluslararası hukuka alenen aykırıdır.  Birleşmiş Milletler kararları ve Cenevre Sözleşmesine göre İsrail’in işgal ettiği toprakları kendi topraklarına katması hukuk dışıdır ve de yasaktır. Bu nedenle İsrail’in Filistinlilere yönelik terörizm boyutunu da aşan şiddet eylemleri hem insanı hem hukuki açıdan aykırıdır. Bu yazıda; Uluslararası toplum, Kudüs’te barış ve istikrarın sağlanması için daha fazla çaba göstermesi gerektiğini ve bu çabalar, İsrail’in uluslararası hukuka uymaya zorlanması ve Filistinlilerin haklarının korunması yönünde olması gerektiği anlatılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kudüs, Filistin, İsrail, Savaş

Abstract

Jerusalem is a city sacred to all three Abrahamic religions and has been controlled by different political powers throughout its history. The status of the city is a complex issue under international law and Israel’s declaration of Jerusalem as its capital and its attempts to change the status of the city are in flagrant violation of international law. According to United Nations resolutions and the Geneva Convention, Israel’s annexation of occupied territories is illegal and prohibited. Therefore, Israel’s acts of violence against the Palestinians, which go beyond terrorism, are both humanitarian and illegal. This article argues that the international community must do more to ensure peace and stability in Jerusalem and that these efforts should be directed towards forcing Israel to comply with international law and protecting the rights of Palestinians.

Keywords: Jerusalem, Palestine, Israel, War 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-uluslararasi-hukuk-acisindan-filistin-ve-kudus/feed/ 10
A General View of Karacaahmet Cemetery https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/a-general-view-of-karacaahmet-cemetery/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/a-general-view-of-karacaahmet-cemetery/#respond Mon, 03 May 2021 08:28:28 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2699 It would not be an exaggeration if we said that death is the fairest act in the world because everyone knows that doesn’t matter if they are wealthy or poor, strong or weak, young or old, black or white everyone will eventually die. There are different types of posthumous beliefs such as reincarnation and resurrection because of the countless number of different belief systems, cultures, ethics and norms. This diversity has also greatly influenced societies’ practices regarding corpses. Many beliefs involve burning corpses and hiding their ashes; however, in some belief systems such as Islam, Chrristianity and Judaism, corpses are buried in the ground (TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993).

In societies where corpses are buried under the ground, cemeteries were of great importance for urban planning because they cannot be used for accommodation, settlement and building (Sumer, 2020). Some communities did not consider it appropriate to establish cemeteries in the city, as they were used only for the burial of dead bodies and for creating green areas . When we look at the Ottoman example, it can be seen that cemeteries were parts of the city and even daily life (Guncuoglu, 2014). In this article, the Karacaahmet cemetery, which was the largest cemetery in the world in its period according to Bazilli (Kapıcı, 2018), will be explained. 

The Karacaahmet cemetery, which started to be used with Murad I in the 14th century, expanded further with the conquest of Istanbul. This expansion took place in the Ottoman Empire due to the rule that prohibited burying ordinary people within the city walls. (Aygul, n.d) The bodies were buried in cemeteries outside the city walls such as Eyup or Karacaahmet. However, most of the people interestingly wanted to be buried in the Karacaahmet cemetery because of their belief that Uskudar was an extension of the Asian continent and therefore associated with Mecca-Medina, that it was the land of the Kaaba. (Kucur, 2019)

Karacaahmet, who gave his name to the cemetery, is an important personality lived in Anatolia in the 13th-14th century and was a dervish following Hacı Bektas-ı Veli, one of the important spiritual leaders of the Muslims. (Karacaahmet, n.d., para.3) After the conquest of Uskudar, Karaca Ahmed, who settled in the region where the tomb and cemetery known with his name today are located, raised many followers in the tekke he established there. The Ottomans named the cemetery as Karacaahmed Sultan Cemetery because of this blessed person, and also called it Üsküdar Mekābir-i Muslimîni (The Muslim Cemetery of Uskudar).(TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) 

According to some sources, the cemetery, which consists of many sections and covers an area of ​​700 acres, contains three million tombs although most of which has been destroyed and opened to settlement (IPFS, n.d, para.4). However, according to the official sources of Uskudar municipality, this number is around one hundred and fifty million. (Üsküdar, n.d. para.1) Although these numbers are not certain, it can be said that millions of people were buried in this cemetery. Karacaahmet Cemetery, which has been a cemetery for about 700 years, contains six dervish lodges and a namazgâh (an open prayer place), three mosques, seven fountains, two schools, a hospital and many wells in and around it.(TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) 

Some of the important parts of the cemetery are as follows: Miskinler Dervish Lodge, which was established both to protect healthy people and to house lepers who have no chance to live in the community;(İSTED, n.d. para.1) The Calligraphers Hall, where  Hamdullah Efendi, who is known as the greatest teacher of Turkish calligraphy, and many calligraphers are buried; (Üsküdar, n.d, para.1) Duvardibi, which is a place with a water clock on the edge of the wall at the Dortyol junction; (TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) Seyitahmet, one of the biggest halls of the cemetery, is the place where Muslims belonging to the Shia sect are buried;(Envanter, n.d. para.1) Sehitlik, where the martyrs of the Çanakkale war are buried. (Aykol, 2020) In addition, many pashas and noble families from the Ottoman and Republican eras have their own halls .

Karacaahmet Cemetery, which is an eternal resting place for many important people from poets to politicians, scientists, national athletes, painters, actors, academics, and commanders, is still actively used. Nabi, Nedim, Cemil Meric, Hamdullah Efendi, Resat Nuri Guntekin, Oktay Sinanoglu, Cem Karaca and Ahmet Yuksel Ozemre are only a few of these important names.

In addition, the Karacaahmet cemetery is not only important with its size and the important people in it, but it is also a forest which includes some important trees such as cypress, laurel, hackberry and various plants. The Parks and Gardens Directorate has taken the 9 cypress trees in the cemetery to the status of Monument Tree. (Üsküdar Municipality, 2005) Due to this variety of trees and plants, many types of birds and insects inhabit this place. The presence of such a huge green area in the center of the megacity of Istanbul, which has 3500 people per square meter, is a blessing for the people living there.

It would be very interesting if Karacaahmet Cemetery, which has such important features, was not the subject of people’s poems, novels and researches. Many local and foreign people have spoken of the beauty, uniqueness and fascination of Karacaahmet in their works. It is one of the rare cemeteries for which poetry is written in history. Necip Fazil’s poem called Karacaahmet is one of the best known of these poems. Faruk Nafiz Camlibel and Oktay Rifat mentioned this cemetery as the main subject in some of their poems. Konstantin M. Bazili, Hans Christian Andersen, Theophile Gautier and Lord Byron are some of the notable foreign people who mention this magnificent cemetery in their works.

In summary, Karacaahmet Cemetery, the largest cemetery of the Ottoman and Turkey, has a history of 700 years. This giant cemetery, used indiscriminately by all sects of Muslims, is a unique place not only for the dead, but also for living people, animals and plants. Although the people, municipalities and institutions have damaged it, Karacaahmet cemetery is one of the most significant cemeteries in the world.  Karacaahmet Sultan Cemetery, which is mentioned only in general terms in this article, is a potential place waiting to be discovered with its artistic tombstones, mausoleums, guilds, monumental trees, mosques, lodges, fountains, wells and many other historical artifacts.

 

References

 

Ağır Aygül. n.d. The Art of Eternal Rest: Ottoman Mausoleums and Tombstones. p.10

Aykol Mustafa Ali, 2020. Gazete Üsküdar. para.15 retrieved from: https://gazeteuskudar.com/tag/mezarlik/

Envanter. n.d. Seyyid Ahmed Deresi İraniler Mezarlığı. para.1 retrieved from: http://www.envanter.gov.tr/anit/index/detay/51320

Göncüoğlu Süleyman Faruk. 2014. İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları. ilgi, kültür, sanat. p.498

IPFS, n.d. Karacaahmet Mezarlığı. para.4 retrieved from: https://ipfs.io/ipfs/QmQP99yW82xNKPxXLroxj1rMYMGF6Grwjj2o4svsdmGh7S/out/A/Karacaahmet_Mezarl%C4%B1%C4%9F%C4%B1.html

İSTED, n.d. Karacaahmet Miskinler Tekkesi Mescidi. para.1 retrieved from: http://isted.org.tr/tescil-ettirilen-eserler/karacaahmet-miskinler-tekkesi-mescidi/detay

Kapıcı Ozhan. 2018. VI. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri 11-13 Mayıs 2018, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi p. 365

Karacaahmet.org. n.d. Karacaahmet Sultan Tarihsel Kişiliği. para.3 retrieved from: https://karacaahmet.org.tr/dergahimiz/3/karacaahmet-sultan-tarihsel-kisiligi 

Kucur Sadi S. 2019. History of Istanbul vol.5 Historic Cemeteries in Istanbul. p.2

Sumer Gülizar Çakır, 2020. Kentlerde Mezarlık Alan Yetersizliği ve Çözüme Yönelik Uygulamalar: Dünyadan ve Türkiye’den Örnekler p.2

TDV İslam Ansiklopedisi. 1993. Cenaze volume. 7 p. 354

TDV İslam Ansiklopedisi. 2001. Karacaahmet Mezarlığı. volume. 24 p.375

TDV İslam Ansiklopedisi. 2004. Mezarlık volume.24 p.519

Üsküdar Municipality. n.d. Karacaahmet Mezarlığı. para.1 retrieved from:

https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/erehber/mezarliklar/10/karacaahmet-mezarligi/589

Üsküdar Municipality. n.d. Reisü’l-Hattatîn Hamdullah Efendi Hazîresi, para.1 retrieved from: https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/erehber/turbeler/13/reisul-hattatn-hamdullah-efendi-hazresi/1211

Üsküdar Municipality, 2005. From the Lines of Poetry to the Feelings The Monumental Trees of Üsküdar. p.17-21

Yüzyılların Görkemli Tanıkları Mısralardan Gönüllere Üsküdar’ın Anıt Ağaçları Üsküdar Belediyesi, 2004 sf.17-21

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/a-general-view-of-karacaahmet-cemetery/feed/ 0
The Way of Making American Foreign Policy? https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-way-of-making-american-foreign-policy/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-way-of-making-american-foreign-policy/#respond Sat, 24 Apr 2021 13:14:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2681 When you turn your television on in Turkey in 2021, you can see many discussion programs about international news, politics, and the economy. A competent of a specific issue mostly find them ridiculous. Most of the time, these so-called ‘strategists’ and ‘experts’ do not have enough knowledge and insight to make an analysis. One of the most incomprehensible issues among the Turkish public and even among these so-called ‘experts’ is the American foreign policy. Therefore, American foreign policy should be explained in more detail with no conspiracy theories.

What most of these cannot understand is the American political culture, which has impacts on American foreign policy. Because of their historical experiences, such as with British Redcoats, American society has developed a unique understanding of politics. Their beliefs and values about politics consist of individualism, the market economy, the rule of law, and limited government. This kind of politics, which rests on weak states and strong civil society, should always be in the mind of the analyst. The governmental system allows any constitutes to take part in the process more or less. This is the American way of politics, unlike any authoritarian or totalitarian regimes, which also gave way to the concept of American Exceptionalism[1].

This understanding of exceptionalism, born out of Puritan ideals, based on American society’s character and ideals, led the American political spectrum into two choices. While one side, like Washington, is with inward-looking isolationists who claim Americans should not intervene in other nations’ bloody and problematic politics and should be the example for other nations, others side, like Truman, claims that the US should transform its environment through its power.[2] The history of policy is like a pendulum between these two. However, after World War II, it has become more and more internationalist.

After explaining how Americans see themselves and their environment, one should now explain the process of foreign policy decision making. American constitution divides power between three branches with checks and balances over each other. These are the executive branch of the presidency, the legislative branch of Congress, and the judicial branch of the Supreme Court. The legislative branch makes the laws. President faithfully operates them. The judicial branch can declare laws or acts of the President unconstitutional. While the President can propose laws to Congress, veto, appoint federal judges, Congress can override the presidential veto, ratify treaties, confirm executive appointments. Also, if the opposing party dominates Congress, the President may lose his upper hand in foreign policymaking.

The position of President is central to foreign policymaking.[3] During the Cold War, the main aim of US foreign policy was to deal with Soviet threat. What changed during the course of the Cold War was the means to achieve this aim. Means are changed because of different policymakers’ perceptions, international and domestic circumstances. In the period starting from 1945 until the Vietnam fiasco, there was a so-called Cold War consensus. The Congress allowed presidents to take the initiative and move more freely. Truman and Eisenhower the presidents of this consensus. Truman Doctrine, Marshall Plan, the establishment of NATO, military intervention in Korea, and Eisenhower Doctrine were examples of the containment strategy.

However, assessing the President as a rational actor can be misleading because of the constraints of his/her position. First of all, presidents are dependent on bureaucracy, which has access to information and expertise. These bureaucrats with different perceptions, objectives, and ways of doing things may lead the President to decide among the choices put in front of him. In the foreign policymaking process, there are four big organizations. Firstly, National Security Council advises the President on security issues and coordination between foreign and domestic security concerns.[4] Their advantage is the proximity to the President office and their ability to act quickly in a crisis. National Security Adviser’s role depends on the President’s choice whether he goes with NSC or the Department of State. Kissinger and Nixon was a great example of NSC dominating foreign policy. Therefore, it is crucial to know the NSA’s perception of the international system. The second big was the State Department, responsible for representation to other nations and IOs, negotiating with them, reporting, and recommending current issues. During the Cold War, their dominance declined because presidents became much more interested in foreign relations. Their advantages were their network of information and expertise on foreign relations. Department of Defense was the third big in foreign policy advising to the President on military issues. Their expertise on military issues is hard to challenge. Therefore, the President becomes dependent on their expertise. Central Intelligence Agency was the last big. Their main aim is to collect, analyze, and coordinate intelligence outside of the US territories and advise the President. Like all other organizations, the CIA has the expertise and the ability to hide or reveal information. Although presidents nominate a high level of appointments to these institutions, they had a history with these institutions and have their subcultures. Therefore, even the president changes, rhetoric change there is not much change in US foreign policy.

There is also civil society, which is much stronger in any other nation. The masses tend to be inattentive, uninformed, and permissive. Most of the Americans did not know whether or not the Soviets were an ally of the US. They do not care much about which side the US support in a civil war. Therefore, public opinion is something to be given shape for the President. Although the support for intervention in Vietnam is about 40 percent popular in public, Johnson achieved over 70 percent support for involvement. Although it is more difficult for interest groups to influence foreign policy, it does not fully allow presidents to be completely free. Vietnam was an example of how the public demanded to pull out of Vietnam. These led Nixon and Kissinger to develop a détente policy toward the Soviets because the US cannot afford other interventions.

The Vietnam War was a turning point for the United States because, first of all, as it is stated above, policymakers understood it was not suitable to deal with the Soviets, and they changed interventionism to engagement. Kissinger tried to signal and assure the Soviets of their intentions and open the doors for relations between China and the US. Secondly, Congress became more assertive in foreign policy, and the media and public became more influential[5]. Starting from this point, the Imperial Presidency becomes less and less powerful. For example, in 1970, Congress cancelled the Gulf of Tonkin Resolution of 1964, which gave the power to deploy troops overseas freely, and in 1973 enacted the War Powers Resolution of 1973 made the President responsible for informing Congress on the deployment of forces and it could last less than 60 days. However, Bill Clinton and Reagan did not obey this rule, and the supreme court could not decide if it was legal or not.

The long-lasting failures of Nixon, Johnson, Carter led the American public search for more strong leadership. Reagan pushed for massive military spending on conventional and unconventional weapons and took military actions against communists in the third world by overcoming Vietnam Syndrome[6]. In the end, he achieved to bring the Soviets on their knees, which opened the way for American values and democracy to different parts of the world. Becoming the sole superpower in global politics, the US forgot the isolationist beliefs and became a power that actively tried to lead either multilaterally like Clinton and Obama or unilaterally like Bush or Trump. Their agenda was dominated by economic and military security concerns rather than promoting democracies in the Middle East or elsewhere.

To sum up, American foreign policy was quite different from most other nations because American politics is unique thanks to American experience and society. While making sense of American foreign policy, the analyst should be aware of the US style of politics and dynamics.  It is not monolithic, as some ‘experts’ tried to explain.

 

References

  • [1] Harold Hongju Koh, On American Exceptionalism (Stanford Law Review 55, no. 5, 2003), 1480.
  • [2], Bernard Fensterwald, The Anatomy of American “Isolationism” and Expansionism. Part I (The Journal of Conflict Resolution 2, no. 2, 1958): 114.
  • [3] Ali Farazmand, Bureaucracy and administration (2009), 134
  • [4] John P. Burke, National Security Advisor and Staff (2009), 12
  • [5] Stuart N. Soroka, Media, Public Opinion, and Foreign Policy (Press/Politics 8(1):27-48, 2003), 43.
  • [6] Fareed Zakaria, The Reagan Strategy of Containment (Political Science Quarterly, Vol. 105, No. 3, 1990), 380
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-way-of-making-american-foreign-policy/feed/ 0
Analiz: CAATSA Yaptırımları Nedir? Türkiye İle ABD-AB İlişkilerinin Gidişatı Ne Yöndedir? https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-caatsa-yaptirimlari-nedir-turkiye-ile-abd-ab-iliskilerinin-gidisati-ne-yondedir/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-caatsa-yaptirimlari-nedir-turkiye-ile-abd-ab-iliskilerinin-gidisati-ne-yondedir/#comments Thu, 08 Apr 2021 05:53:48 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2671 Amerika bilindiği üzere Türkiye’nin S-400 alması noktasında uzun süredir Türkiye ile anlaşmazlık yaşamaktadır. NATO ülkesi ve müttefiği olması Türkiye için bu savunma füzeleri noktasında uyum sorunu teşkil ettiği ortaya atılmaktadır. Türkiye’ye önce Patriot( kelime anlamı; ülkesini müdafaa eden, koruyan, vatansever) savunma sistemi verilmedi ve Türkiye’de kendi geciken hava savunma sistemini almak için araştırma içine girdi, sonuç olarak Rusya ile anlaştı. Rusya İle yakınlaşan Türkiye ve S-400 sisteminin entegre edilmesi ABD ve AB’yi rahatsız etti. Türkiye bu tepkiden sonra tekrar Patriot almak için talebini ortaya koyduğunda ABD sessiz kaldı. Türkiye’de sistemi aktif etti ve parasını da bugünlerde tamamen ödeyerek resmen aktif ve hazır hale getirdi. Öncelikle bazı noktalara değinmek gerekiyor. S-400 sadece bir füze değildir aynı zamanda yazılımsal özelliklere sahip akıllı bir silah gücüdür, diğer yandan uydu ile çalışmaktadır. Yani Rusya ile birlikte çalıştırmak zorundasınız. Şunun altını çizelim bu sistem Türkiye’yi %100 herkese karşı korumayacaktır. Bu nedenle Türkiye bu sistemi hızla üretmek durumundadır, buna bağlı olarak bunun için ciddi çalışmalar yapılıyor ve önümüzdeki süreçte bunlar ortaya çıkacaktır. Buna benzer şu anda menzili kısa da olsa deniz, hava, kara için yerli üretimler mevcuttur. Bunlar çok önemli gelişmelerdir. ABD ile Türkiye arasında nasıl bir ilişki bekleniyor diye büyük bir sorunsal vardır ortada. Caatsa yaptırımlarının ne olduğunu öncelikle inceleyelim; CAATSA; Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası olarak bilinen bir yasadır. 2 Ağustos 2017’de Başkan Trump’ın imzasıyla yürürlüğe giren CAATSA İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların da dayanağıdır. CAATSA, “Rusya Federasyonu’nun savunma ya da istihbarat sektörleriyle ya da bunlar adına çalışan kurum ve kişilerle önemli düzeyde alışverişte bulunan kişi ve kurumlara yaptırım uygulanmasını” öngörüyor. Türkiye’ye Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi sebebiyle yaptırım uygulanmasını öngören madde de budur.

ABD Başkanı Trump yasa gereği 70 sayfalık CAATSA metninde listelenen 12 yaptırım kaleminden en az beşini seçmek zorunda. Bu kalemler şöyle sıralanıyor:
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ve kurumlara ihracat-ithalat bankası desteğinin kesilmesi,
* Mal ve teknoloji ihracatı ruhsatı verilmemesi,
* ABD mali kuruluşlarından kredi tedarik edilmemesi,
* Uluslararası mali kuruluşlardan kredi verilmemesi,
* Mali kurumlara ABD Merkez Bankası ile doğrudan alışveriş yapma izni verilmemesi,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumlarla ihale ya da sözleşme yapılmaması,
* Döviz üzerinden işlem yapılmasının yasaklanması,
* Mali kurumlar ve bankalar arasında ödeme ya da kredi transferlerinin yasaklanması,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumların ABD topraklarında gayrimenkul sahibi olmasının yasaklanması,
* ABD kişi ve kurumlarının yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumlardan sermaye ya da borç alışverişinin yasaklanması,
* Yaptırım kapsamına alınan kişilere ABD’ye giriş yasağı,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ve kurumlara benzer işlevi olan üst düzey görevlilere de yaptırım uygulanması.
Kaynakça; (Amerika’nın sesi)

Görüldüğü üzere Türkiye üzerinde mali anlamda dolar kıtlığı yaşatmak istenilmektedir. Dış ticaret dolar üzerinden yapılmaktadır. Yani Türkiye üzerinde ekonomik baskı kurulmak isteniyor. Diğer yandan Türkiye, Suriye konusunda donmuş ve problemli bir sorunu bünyesinde bulunduruyor. İleride ABD’nin çok büyük hâkimiyet kurduğu Suriye üzerinde sorunlar çıkacaktır. Çünkü ABD asker çekmeyecek, kurduğu askeri konumunu birden alıp gitmeyecektir. Çünkü mesele sadece petrol şeklinde değildir. Coğrafyanın stratejik nimetlerinden faydalanmak son derece önemlidir. Türkiye bölgede sıkışmalıdır, İsrail Ortadoğu’da genişletilmiş ileri karakol rolünü devam ettirip gelişmelidir. İran etkisiz kalmalıdır. BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan üzerinde kurduğu hâkimiyet ile Suriye üzerinde devam ettirip hegemonik coğrafya alanını genişletmek en önemli meseledir. Bu nedenle Mısır önemlidir, Türkiye önemlidir. Bölgeyi domine edici ve geliştirici etkileri pasifize edilmelidir. Türkiye bunları görerek askeri anlamda büyük adımlar atıp dışarıya bağımlılığını azaltmıştır. Atak helikopterin yerli motoru, Deniz Seyir Füzesi, Sihalar, Milli Muharip Savaş Uçağı (MMSU) çalışmaları vs. gibi birçok konuda zorunlu adımlar atılmıştır. Böylece kendi imkanları ile cevap veren gelişmiş bir ordu kuruluyor. Ordunun teknik gücü yanında önemli stratejik hârekat yapabilen savaşma kabiliyeti de önemlidir. Buna engel teşkil eden FETÖ terör örgütünün TSK’nın içinden temizlenmesi duruma muazzam pozitif etkileri olmuştur. İçinde düşmanla hareket etmek çok zorlayıcıdır. Ordu zarar görse de, kısa zamanda kendini toparlamıştır ve ilerleyen zamanda eğitimli personel sayısı da aratarak bu açık kapatılmış olacaktır. Diğer bir konu ise Akdeniz üzerindeki tehlikedir. Türkiye bu sahada çok büyük gelişmeler kaydediyor. Yeni petrol ve doğalgaz bulunduğu ortaya çıkmıştır. Gelişmeler açıklanmaya devam edecektir. Bu anlamda herkes pastadan pay kapma peşindedir. Bu noktada sadece petrol çıkarma şeklinde düşünülmemelidir. Mavi Vatan önemli bir haktır. Bizim kendi denizlerimizdir. Bu sahada hava ve deniz olarak ekonomik anlamda haklara ve sınırlara sahibiz. Kara parçasından hiçbir farkı yoktur. Somut anlamda ekonomik adımlar atılıp kullanılmalıdır. Örneğin buralarda balıkçılar rahatça dolanabilmeli, avlanabilmeli ve korunması sağlanmalıdır. Yani buraya somut ekonomik bir saha olarak bakmak gerekiyor. Uluslararası hukukta uygulanan ve teamülleştirilen uygulamalar ile haklar kazanılır. Türkiye buralara hukuken sahiptir ve herkese kabul ettirmelidir. Türk Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri bunun için bir dizi tatbikat yaparak kararlı olduğunu göstermek istemiştir. Geniş bir çerçeveden toparlamak gerekirse Akdeniz, Suriye, Caatsa yaptırımları, ekonomik baskılama, S-400 olmak üzere hepsi birbirini bağlı ve ilişkileri etkileyen role sahiptir. Bir şekilde Türkiye’nin bölgede ne güçsüz ne de çok güçlü olmadan iplerin ABD’nin elinde kaldığı ve emperyalizmin kendi pragmatik hizmetlerini karşılayacak şekle sokulması mühimdir. Bu mühim konuyu bozan Türkiye’dir. Türkiye’de hangi parti veya siyasi yönetim gelirse gelsin bunlardan bağımsızdır. Karar vericisi ve yönlendiricisi devletin yetişmiş ve eğitimli personelidir. Bu durum Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve MİT üçgeninde kurulup hayata geçirilmektedir. Bu anlamda Türkiye’yi zor günler beklemektedir. Aynı zamanda İran’ı da zor günler beklemektedir. İran’ın iki önemli ismine suikast gerçekleştirilmesi bu durumun özetini somut şekilde gösteriyor. İran nükleer çalışmalarından dolayı yaşadığı yaptırım ve suikastlere rağmen hedeflediği menzilden vazgeçmemektedir. Ama bir yandan da güçsüzleştirilmekte ve uluslararası alanda aşağılanmak istenmektedir. Türkiye’nin de aynı şekilde kendi füze teknolojisi ile nükleer başlığa sahip silahlara sahip olması gerekmektedir. Uluslararası ilişkilerdeki kazanımlarını caydırıcı olarak elde etmek isteyen bir ülke, bu tür çağın gelişmiş silahlarına sahip olmak durumundadır. Özellikle Türkiye coğrafyasının güvenlik açısından bazı silahlara sahip olmasını gerektirmektedir ve caydırıcı olması hasebiyle gereklidir. Kullanmak en son ve en kötü reçetedir ama karşı tarafa cevap verecek bir argümanın olması güçleri dengeler, sömürülmeye karşı engel kılar. Türkiye ekonomik anlamda yeni reformlar yapmak durumundadır. Nasıl ki askeri anlamda çağ atlamaya başladıysa aynı şekilde kaynaklarını Ar-Ge’ye yatırıp uzun vadeli 10 yıla kadar ürün ve hizmetler çıkarmalıdır. Tarım ve sanayide atılımlar için araştırma enstitüleri kurulmalıdır. Bu şekilde daha güçlü ekonomik model ortaya çıkabilir. Gelişmiş ülkeler ancak bu şekilde geliştiler. Bilim insanı yetiştirmek demek muhasır medeniyete yükselmek demektir. Savaş sadece sahada kazanılmaz aynı zamanda sahanın arkasında verilmesi gereken kalem, cetvel ve pergel ile savaşlar da vardır. Diğer yandan Türkiye kendi diasporasını yaratmalıdır, aynı “Mavi Vatan” vb. gibi. Ermeni meselesi, Irak-Suriye meselelerindeki haklı hukuki çerçeve diaspora ile dünyaya lanse edilmelidir. Böylece her anlamda verimli bir savunma ve mücadele verilmiş olacaktır. Olaylara geniş ve bazen de spesifik bir çerçeveden baktık. Türkiye mecburen ABD ve AB’ye yüzünü dönerek çıkarı için diplomatik mesai harcamalıdır. Catsaa yaptırımı belki bu şekilde engellenebilir. Ama yine de bu çok zor olacaktır. Hiç değilse belli süre oyalanır ve kendi sistemlerimiz ortaya konana kadar bir opsiyon tanınmış olur Türkiye adına. Türkiye için korunmasız bir hava savunması büyük bir tehlikedir. ABD bunu karşılamadığına göre S-400 zaruretti ama %100 bir koruma da değildir. Bu nedenle Türkiye’nin kendi sistemlerini bir an önce ortaya koyması muazzam derecede önem arz etmektedir. AB açısından kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse; Türkiye-AB ilişkileri daha önce olmadığı kadar kötüye gitmektedir. Bu durumda mevcut hükümetin AB ile bir anlaşma noktasına genel anlamda varamaması da etkilidir. Diğer yandan özellikle Fransa ve AB’nin çifte standart ile hareket ve tavırlarla yön bulması da etkilidir. Türkiye için sürekli sözde Ermeni Soykırımı üzerinden kötüleme söz konusudur. Türkiye açık bir şekilde şunu dile getirmişti; arşivlerin açılmasını ve bağımsız taraflarında huzurunda ikili tarafların araştırmacılarının dahil olduğu bir araştırma yapılmasını önermişti ve çıkan sonuca razı olacağız diye Türkiye’nin açıklamasına rağmen karşı taraftan hiçbir sonuç alınamamıştır ve bu durum son derece Ermeni tarafının iddasının sahte ve yalan olduğunu ortaya koymuştur. Sözde Ermeni Soykırımı olmayan ve sahte bir düzendir. Bu AB ile özellikle Fransa ile arayı açmaktadır. Halbuki Fransa katlettiği tüm Afrika’ya hesap vermelidir. 13 ülkeden aldığı haraçları ve sömürgeyi kesmelidir. Diğer yandan Almanya’nın Türkiye’nin ticari gemisine çıkması son nokta oldu. Her ne kadar gemiye çıkılması yanlış olsa da Türkiye’nin 5 saate yakın yanıt vermemesi de yanlıştır. Türkiye bu gibi olaylara hazırlıklı ve kesin cevaplar vermelidir. Eksikler varsa hemen giderilmelidir. AB ile Türkiye arasında önemli ticari ilişkiler vardır ve bu karşılıklı kazan-kazan ilişkisidir. Elbette AB, Suriye konusunda, Doğu Akdeniz konusunda Türkiye aleyhine adımlar atmakta ve bu hukuksuz adımları ABD ile atmaktadır. Ama her ne olursa olsun Türkiye, ticari ve siyasi anlamda diplomatik çıkarlarını ve ilişkilerini canlı tutmalıdır. Uluslararası İlişkilerin gereği olarak pragmatik davranılmalıdır ve müttefikler kazanılmalıdır. Bölgede AB ve Türkiye hem NATO ekseninde güvenlik açısından hemde ticari ilerleme ekseninde bir gelişme gösterilebilmesi açısından birbirine bağlı sıkı ilişkilere sahiptir. Bu anlamda çıkarlar bakîdir ama dostluk ya da düşmanlık bakî değildir. Diplomasi ise en güzel yoldur. Gerekli olduğu kadar Türkiye Rusya’ya yanaşmalı ve gerekli olduğu kadar da AB-ABD ile yakınlık kurup çıkarlarını gözetmelidir. Bulunduğu coğrafya itibarıyla Türkiye, bir denge politikası yürütmek durumundadır ve bu zor olsa dahi yapmak zorundadır. Osmanlı’nın küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğundan bu yana zor ama doğru adımlar atmaya çalıştı, kendi savaşını bazen ara ara siyasi gerilimlerle duraksama yaşayarak geriletirken bazende hızlı adımlar atarak kendi hak ve hukukunu korumaya çalıştı ve bu savaşı emin adımlarla devam ettirecektir.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-caatsa-yaptirimlari-nedir-turkiye-ile-abd-ab-iliskilerinin-gidisati-ne-yondedir/feed/ 6
Global Britain as the Future of the United Kingdom https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/global-britain-as-the-future-of-the-united-kingdom/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/global-britain-as-the-future-of-the-united-kingdom/#respond Tue, 06 Apr 2021 13:15:36 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2646 What does ‘Global Britain’ mean for the governments of Theresa May and Boris Johnson?

The post-Brexit era aims of Great Britain’s foreign policy revolves around “Global Britain.” The definition of “Global Britain” and what it constitutes remains vague and requires a more straightforward explanation. The term “Global Britain” is mostly used for Britain’s adjustments to global politics after the Brexit and resembles the longing of Britain’s good old days when she dominated the world(Foreign Affairs Committee, 2018). As the United Kingdom decided to exit the European Union to achieve more independence in her policymaking, this topic has been on both Theresa May and Boris Johnson governments’ agendas.

For Theresa May government Brexit meant that Britain was not turning herself away from the world; on the contrary, it symbolizes the moment when Britain will become truly “Global Britain.” In her speech on 17 January 2017, she argued that “United Kingdom’s place in the European Union came at the expense of our global ties, and of a bolder embrace of free trade with the wider world. Our political traditions are different. Unlike other European countries, we have no written constitution, but the principle of Parliamentary Sovereignty is the basis of our unwritten constitutional settlement. (The Government’s Negotiating Objectives for Exiting the EU, n.d.)” She also argues that the UK trade has stagnated since joining the EU, which is why Britain should now focus more on global trade, including countries like the United States, China, Brazil, the Gulf States, Australia, New Zealand, and India. She drew a very optimistic future for Britain in this speech.

Boris Johnson’s government does not differ from Theresa May’s government regarding “Global Britain.” Johnson’s speeches at both Chatham House on 2 December 2016 and Foreign and Commonwealth Office on 19 April 2018 shows that he has similar ideas with Theresa May. In the Chatham House speech, he repeats May’s statement that Brexit does not mean that Britain is turning inwards; on the opposite, it means that Britain is now more outward-looking, engaging, and more open to new agreements. He also claimed that people around the world are expecting an engagement from Britain and looking for British leadership(Beyond Brexit, n.d.).

In Johnson’s view of “Global Britain,” Britain has a responsibility to contribute to the global stability, maintain good relations established with Europe but not under the roof of the European Union now, take an active role in combatting terrorism with NATO and the EU as one of the few countries who manage to spend 2 percent of its GDP on defense and 20 percent of their defense budget on new equipment(Beyond Brexit, n.d.).

He also points out that “Global Britain” is not limited to Europe; it expands to the other parts of the world, most notably East Asia and China. Free trade, in that sense, is crucial for Britain. As mentioned in the House of Commons report, Britain could act as a “hub” for international trade. Johnson is willing to accept that the international order needs to change and supports enlarging the Security Council’s permanent membership to other global powers, including India. In parallel to this policy, Britain has joined the Asian Infrastructure Investment Bank, capitalized primarily by China, as one of the few earliest countries to participate.

Could ‘Global Britain’ policy will be a good compensation for the weakening EU pillar in British foreign policy?

To be a good compensation, first, there is a need for a clear definition of the “Global Britain” and a roadmap for how to do it. It is highly disputed that what does “Global Britain” mean and how does it differ from earlier policies. The ambiguity of the term expands the scope of aims so much that it creates doubt about its success chances. Which area will be the focus point, and how long is it going to take to get results from the policy? What are the strategies and resources? Are there any backup plans if things do not go in a predicted way (like Covid-19), if so, what are they? If Britain aims to be truly global, then under which framework could earlier policies be explained? These are some of the questions that are waiting for answers.

According to Theresa May’s speech, the “Global Britain” has focused on four primary areas, namely: free trade agreement with the EU, trade agreements with countries other than the EU members, maintain the global soft power and combatting crime and terrorism (“The Real Meaning of ‘Global Britain,'” 2019). These four areas resemble the post-world war II era of British foreign policy in the sense of Atlanticism and close relations with the Commonwealth. The “Global Britain” policy, in this sense, is an escape from the constraints of the Brussel.

Considering the current Covid-19 situation the world faces, it would not be hard to say that the aims of “Global Britain” are facing difficulties. Nevertheless, Covid-19 is not the sole cause of the problems. In his “Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister,” article Thomas Raines shows some discrepancies in the British foreign policy. He claims that Britain is both supporting the UN-led Yemen peace process and selling guns to Saudi Arabia, restricting migration which is crucial for services trade while having ambitious trade policies, and creates problems for issuing visas while claiming to give importance to soft power(Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister, 2019). “Global Britain” has coincided with the era that the globalization has stalled.

On the economic side, leaving the EU puts Britain in a vulnerable position against China. As China is expanding its influence over many parts of the world, Britain poses no exception. Both parties are open to trade agreements but having a greater economy puts China in an advantageous position. Increasing Chinese influence in Britain could also affect Britain’s relations with the United States. 5G problem showed that Britain is more open to pressures now compared to the time when she was in the EU. Also, on the diplomacy and defense issues, there is a budget problem. As Britain wants to open to the world more and contribute to global stability, she would require greater resources to do that. Having high aims and facing budget cuts in the Foreign and Commonwealth Office do not go well together. Britain should first decide what does she want clearly.

Leaving the EU, which provided free trade with countries that Britain does the vast majority of her trades, does not seem logical. On top of that, geographical proximity is a price decreasing feature which Britain could not have if she focuses on BRICS countries which are far further than Europe and mostly follow protectionist trade policies(Now Is the Worst Time for “global Britain” | Centre for European Reform, n.d.). Britain’s desperateness for a trade deal puts her in a very exploitable position. The most reliable partner, the US, has also tried to benefit from this situation. Trump administration official told the BBC that, if the UK wanted a good trade deal, it had better “realign [its] foreign policy away from Brussels” and dump the Iran nuclear deal which he also imposed on Germany and France(Britain Voted for Independence, but It Has Achieved Isolation, n.d.).

            In conclusion, while Britain’s move to achieve “Global Britain” sounds optimistic and positive, despite not having a clear definition, the reality shows a different picture than those ambitious aims. Trying to achieve “independence” in a global world has been a costly act for Britain. Abandoning the old relations with the EU to establish a new one and expanding the trade agreements to many countries worldwide came in a challenging time for Britain as Covid-19 affected all countries’ economies. While it allows Britain to open up new economic relations with other parts of the world, it requires her to abandon free trade privileges within the EU and put Britain in a vulnerable position. So, while having its benefits, it would not be a good compensation for weakening the EU pillar in British foreign policy.

 

References

  • Beyond Brexit: A Global Britain. (n.d.). GOV.UK. Retrieved November 1, 2020, from https://www.gov.uk/government/speeches/beyond-brexit-a-global-britain
  • Britain voted for independence, but it has achieved isolation. (n.d.). ECFR. Retrieved November 1, 2020, from https://ecfr.eu/article/commentary_britain_voted_for_independence_but_it_has_achieved_isolation/
  • Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister. (2019, June 18). Chatham House. https://www.chathamhouse.org/2019/06/five-foreign-policy-questions-uks-next-prime-minister
  • Foreign Affairs Committee, H. of C. (2018). Global Britain—Sixth Report of Session 2017-19. House of Commons. https://publications.parliament.uk/pa/cm201719/cmselect/cmfaff/780/780.pdf
  • Now is the worst time for “global Britain” | Centre for European Reform. (n.d.). Retrieved November 1, 2020, from https://www.cer.eu/insights/now-worst-time-global-britain
  • The government’s negotiating objectives for exiting the EU: PM speech. (n.d.). GOV.UK. Retrieved November 1, 2020, from https://www.gov.uk/government/speeches/the-governments-negotiating-objectives-for-exiting-the-eu-pm-speech
  • The real meaning of ‘Global Britain’: A Great Escape from the EU. (2019, April 5). EUROPP. https://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2019/04/05/the-real-meaning-of-global-britain-a-great-escape-from-the-eu/

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/global-britain-as-the-future-of-the-united-kingdom/feed/ 0
4 Spiritual Guards of The Bosphorus Their Tekkes and Tombs https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/4-spiritual-guards-of-the-bosphorus-their-tekkes-and-tombs/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/4-spiritual-guards-of-the-bosphorus-their-tekkes-and-tombs/#respond Mon, 05 Apr 2021 14:59:00 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2641 Istanbul is one of the beautiful places in the world and for numerous poets, writers and musicians it is undoubtedly the most beautiful and irreplaceable city in the world with its history, natural and human-made beauty, and hosting many cultures together. Furthermore, Istanbul has a great spiritual value for both Christianity and Islam as well as its material value because Istanbul was one of the religious centers for Christianity and its value for Muslims was given by the Prophet Muhammad (s.a.v.) by reciting the famous hadith. Related to this hadith Muslims tried to take Constantinople many times and ultimately the city was conquered by Sultan Mehmet the Second of the Ottoman Dynasty. After the conquest of Istanbul, Muslims have given considerable importance to create and maintain an Islamic atmosphere. In that case, Muslim Sufi leaders had a huge part to make that happen. In this paper, I will examine four spiritual guards of the Bosphorus, who are Beşiktaşi Yahya Efendi, Aziz Mahmut Hüdai, Prophet Yuşa, and Telli Baba, and their Tekkes and Tombs.

Beşiktaşi Yahya Efendi is one of the 16th century Üveysi Sufi leaders and he is also known as Molla Shaykhzadeh because he was Suleiman the Magnificent’s milk sibling. Because of this family connection, Yahya was educated like a Sehzade and he was one of the teachers in the Sahn-ı Seman which is located inside the city, but he established a dervish lodge in Beşiktaş after his relationship with the Sultan broke down (Haşim, 2013). The dervish lodge had a vast land and was located today’s on the land of Yıldız and Çırağan Palaces and Higher Maritime School, but today it has a small part of the original land. The first original tekke was built by Yahya Efendi and his close followers and the original dervish lodge consisted of masjid-tevhidhane, madrasah, bath, library, fountain, and dervish houses (Tanman, 2013). Unfortunately, the tekke and building have changed over time because of rebuilding after different disasters, but some parts of the tekke are still original such as aşhane. The mosque building of the tekke is one of the beautiful and protected examples of tevhidhanes in Istanbul and Yahya Efendi’s tomb is also in the room next to the mosque/tevhidhane building with his mother’s and other dervishs’. The tekke was an Islamic Sufi center but non-Muslims were also visiting because it was believed that he is one of the guardians of the Bosphorus and due to this fact, while he is alive all seafarers from different religious groups were asking him to pray for a safe journey, furthermore, the Ottoman navy was greeting him before going to war (Ugurluel, 2020).

One of the important representatives of the 16th century Cevriye Sufi sect in Istanbul is Aziz Mahmut Hüdai. In his early life, he was a qadi and a teacher, but after meeting murshid Üftade in Bursa, he left his career and decided to be Sufi then he went to Istanbul (Yılmaz, 1991). He bought land from Üsküdar and built this tekke with his followers.  The complex originally consisted of tevhidhane, dervish cells, aşhane-imaret, and taamhân (Tanman, 1991). The lodge and complex were rebuilt by Sultan Abdülmecid after the Üsküdar fire in 1850. In this reconstruction, the complex was mostly built like the original, but also some buildings such as a school were added. Aziz Mahmut Hüdayi’s tekke was Istanbul’s safe place in Ottoman-era which means if someone take shelter to the tekke nobody could touch you. We can see this fact in some historical events, for instance, when the janissaries wanted to dethrone Sultan Osman and kill him, the Sultan wanted to cross the Bosphorus and take shelter in the tekke, but he could not and he was murdered, on the other hand, one of his pashas could cross it and janissaries could not touch him because of Aziz Mahmut Hudai’s protection.

Yuşa or Joshua is the prophet of Israelites and there is no connection between the grave in Istanbul and the real grave of Joshua because the tomb in Istanbul is a maqam grave which means it’s a symbolic grave (Harman, 2013). The place was marked as a maqam grave of Joshua by Beşiktaşı Yahya Efendi as Abu Ayyub al-Ansari’s tomb was marked by Akshamsaddin just before the conquest of Istanbul.  The place was marked as a grave because it was believed that in this place Khidr and Moses have met and according to Islamic literature, the meeting was held at the confluence of the two seas, so it makes sense that the tomb is in the Bosphorus of Istanbul. The tomb is within the boundaries of today’s Beykoz district of Istanbul. There are also different structures such as mosques in the complex of the tomb.

The last guard of the Bosphorus is Telli Baba, but unfortunately, very little information is available about him. According to some unclear historical documents, he is one of the imams of the army of Sultan Mehmet the second, and he is a Kadiri sheik. Today, we do not know where his tekke is or how his life was, but his tomb is in visitable condition and it is located in Sarıyer/Istanbul. Because of this lack of information, lots of made-up stories have been told from generation to generation, and today we have different variations of his life. 

Consequently, the walls of Istanbul provide protection against threats from outside, but material measures are useless to protect the spiritual state of the city, so over the centuries different sheiks have established dervish lodges and educated students to protect the spiritual atmosphere of the city. In this paper, I examined Aziz Mahmut Hüdayi, Beşiktaşi Yahya Efendi, Joshua (As), and Telli Baba, who are mentioned as 4 spiritual protectors of the Bosphorus. The graves and dervish lodges of these 4 guards are very close to the Bosphorus and they are constantly watching the Bosphorus.

 

References 

  • Harman, Ö F. (2013). YÛŞA’ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yusa
  • Tanman, B. (1991). AZİZ mahmud Hüdâyî KÜLLİYESİ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/aziz-mahmud-hudayi-kulliyesi
  • Tanman, M. B. (2013). YAHYÂ EFENDİ KÜLLİYESİ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yahya-efendi-kulliyesi
  • Uğurluel, T. (Director). (2020, May 14). Kanuni’nin Süt KARDEŞI / YAHYA Efendi Tekkesi [Video file]. Retrieved March 20, 2021, from https://www.youtube.com/watch?v=IoUt0GjNXZ4
  • Yılmaz, H. K. (1991). AZİZ mahmud HÜDÂYÎ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/aziz-mahmud-hudayi
  • Şahin, H. (2013). YAHYÂ EFENDİ, Beşiktaşlı – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yahya-efendi-besiktasli

 

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/4-spiritual-guards-of-the-bosphorus-their-tekkes-and-tombs/feed/ 0
İstiklâl Marşı’nın Oluşmasında Yatan Ruh https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istiklal-marsinin-olusmasinda-yatan-ruh/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istiklal-marsinin-olusmasinda-yatan-ruh/#respond Fri, 02 Apr 2021 11:45:57 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2624 Mehmet Akif Ersoy;İstiklal Marşı’nı iki günde,hatta bazı kaynaklara göre de bir günde yazmış ve meclise teslim etmiştir. (Çantay 1966:63-64) Nasıl olur da Mehmet Akif Ersoy dillere destan ve gönüllere taht kurmuş olan İstiklal Marşı’nı bu kadar kısa zamanda bitirebilmiştir?

Milletimizin kurtuluş ve bağımsızlık adına verdiği Mili Mücadele’nin ruhunu yansıtan İstiklal Marşı, bu mücadelenin şüphesiz ki eşsiz destanıdır. Öte yandan dikkatle tahlil edildiğinde de Türk milletinin son yüzyılda yaşadığı bütün acı ve tatlı olayların hikayesidir.İstiklal Marşı, bu olayların edebi bir belgesidir. Dolayısıyla bu marşı anlamak için Milli Mücadele’nin kısa bir tarihçesini bilmekte fayda vardır. Zira marşla ilgili tarihi olayları bilmeden marşı anlayıp değerlendirmek mümkün değildir. (Kocakaplan 1999:23)

1914-1918 yılları arasında cereyan eden 1.Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti ittifak güçlerin yanında katılmıştır. Yıllar süren karanlık zamanların beraberinde getirdiği kayıplar Osmanlı Devleti’ne büyük zararlara sebep olmuştu. Bu zararlar sadece maddi olarak değil, manevi olarak da ciddi zarar vermişti. Her aileden birer tabak eksilmiş, ülkenin genelinde karamsar, bitkin bir hava hakimdi. Türk milleti bu savaşlı yıllardan tam anlamıyla bezmişti. Bununla da kalmayan İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti ile yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesine dayanarak Osmanlı Devleti’nin topraklarına giriyor ve hayasızca eylemlerde bulunuyorlardı.

1.Dünya Savaşı sıralarında Mehmet Akif Ersoy, yazdığı şiirlerle ve verdiği vaazlarla kendi topraklarımızın içinde (Kafkas, Kanal, Filistin, Irak, Suriye, Hicaz-Yemen ve Çanakkale cephelerinde) ve dışında (Makedonya, Galiçya ve Romanya) savaşan askerlerimize moral ve ümit aşılamak için elinde geldiğince mücadele ediyordu.

Sokaklarımızda ecnebi askerlerin kol gezmiş olduğu bir dönem başlamıştı. Takatsiz milletimiz bu hayasızca akına seyirci kalabiliyordu. Milli Mücadele’nin ilk mermisi Ayvalık’ta atılmasıyla ülkenin belli bölgelerinden bağımsızlık mücadelesi baş göstermeye başlamıştı.

Mehmet Akif de bu sıralar milli birlik ve beraberliği sağlamak amacıyla Anadolu’ya geçme hazırlıklarına başladı. Mehmet Akif, bu sıralarda Osmanlı hükümetinin Dar’ül Hikme başkatibi olarak yüksek derece memuruydu. Bu halde iken memuriyetinden, maaşından olma hatta sürgüne gönderilme riskini göze aldı. Bir gün, dergi idarehanesine gelerek Eşref Edip’e ‘’Hazırlanın gidiyoruz.’’ Talimatını verdi. Eşref Edip’in ‘Nereye?’ sorusuna Akif’in verdiği cevap ise gidilecek yerin adresini gösteriyordu: Harekat-ı Milliye’nin başladığı cepheye…’ (Edip 1960:128)

Böylelikle Mehmet Akif; bütün memleket sathındaki şuurlu ayaklanmayı, Ayvalık’ta ilk kurşun atıldığı anlardan itibaren bu mücadelenin bütün safhalarını adım adım takip etmiş; Konya, Antalya, Ankara, Afyon, İnebolu, Kastamonu, ve kazalarında -çok zaman yürüyerek- gösterdiği cephenin en ileri hatlarına kadar İstiklal yolundaki faaliyet ve konuşmaları, yakından gözlemlediği halk ruhunu yaşamış ve yaşatmıştı.( Nalbantoğlu 1964:69)

Daha sonrasında Sevr muahedesi ile vatan parçalanmış, yer yer işgale uğramış, güzel İzmir, Yunan işgali altında inlemekte, bununla da doymayan müstevli vatanın harimi ismetine uzanmış Ankara’ya doğru yürümekte ve Büyük Millet Meclisinde merkezi hükümetin Ankara’dan da nakli müzakere edilmekteydi. (Türkiye Mart Dergisi, Mart 1983:11-12)

Akif, günü geldiğinde de Ankara’ya koşmakta gecikmedi. Zira onu burada çok önemli görevler bekliyordu. Neticede savaşacak olan halktı, askerlerdi; ama önemli olan 1. Dünya Savaşı’nın kötü sonuçlarıyla maddi ve manevi olarak bitmiş olan bu halkın öncelikle yüreğini diriltmek, ona iman ve ümit aşılamaktı. İşte Akif’in Milli Mücadele’deki en önemli misyonu buydu. (Özçelik 2018:43)

Halk, her şeyinden aziz tuttuğu vatanının bu durumu karşısında , bu uğurda düşmanla mücadeleyi bir iman borcu bilerek, düştüğü psikolojik çöküntüden kısa zamanda kurtulmayı başardı. Vatanını istila ve işgalden kurtarmak için harekete geçti. (Özçelik 2018:36)

Mehmet Akif Ersoy’un bizzat Milli Mücadele’nin içinde olması onu  İstiklal Marşı’na adım adım hazırlayan en önemli etken oluyordu. Bir yandan Milli Mücadele devam ederken bir yandan da Ankara’da meclis kurulmuştu. Milli Mücadele’nin kahramanları yer yer işgal edilen toprakları geri alarak düşmanı ülkeden defediyordu.

Kurulan bu meclisin ardından bir marş yazılması gerektiği düşünülmüştü. Bu marşın adı İstiklal Marşı olarak tarihe geçecekti. Bu sebeple , seçilene 500 lira verilecek olan İstiklal Marşı yazma yarışması organize edilmesi için bir karar çıkarılmıştı. İstiklal Marşı için açılan yarışmanın şartnamesinde yazılacak marşta aranacak temel özellikleri Eşref Edip, şöyle belirtir: ‘Bu mukaddes mücadelenin (Milli Mücadele) büyüklüğünü, kutsi heyecanını terennüm edecek, onu gelecek asırlara nakşedecek bir marş olmalı.(..) İstiklal Savaşı’nda duyulan heyecanı bir sanatkar kelimelere döksün ve bu mücadele ebedileşsin… Yurdun afakını o heyecan inletsin…Bütün seslerin fevkinde yükselsin..’ (Özçelik 2018:127)

Ülkenin dört bir yanından toplam 724 tane şiir gönderilmişti fakat bu şiirler Eşref Edip’in belirttiği özellikleri içerecek nitelikte değildi. Bu şiiri;edebi dili yüksek, milli mücadeleyi yakinen görmüş, bu vatanın özündeki İslami hassasiyetleri barındıran biri olmalıydı. Bu portre Mehmet Akif Ersoy’a aitti fakat Mehmet Akif bu yarışmaya katılmamıştı. Çünkü ona göre bu, milletin olacak bir İstiklal Marşı’ydı ve bu nedenle para karşılığında yazılmaması gerektiği kanaatindeydi.

Bunun üzerine milletvekili ve hatip olan Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Akif’le iletişime geçti. Mehmet Akif’e yarışmadan elde edilen gelirin bağışlanacağını bildirince Mehmet Akif,İstiklal Marşı’nı yazmaya karar verdi.

Akif, Ankara’daki Siraceddin Mahallesi’ndeki taş medresenin lojmanı olan tek katlı yapının (Taceddin Dergahı) üçüncü odasında İstiklal Marşı’nı yazmaya başladı. Bir gece, birden uyanmış. Kağıt aramış…Yok. Halbuki ilham heyecanlı bir pınar gibi akıyor… Elindeki kurşun kalem, yer yatağının sağındaki duvara dönmüş:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; ,

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Sabah namazına kalkan oda komşusu Hafız Bekir Efendi (Konya Mebusu) Mehmet Akif’i elinde çakısı, duvardaki kıtayı silerken görmüş.’’ .( Nalbantoğlu 1964:78)

Böylelikle Mehmet Akif kısa sürede İstiklal Marşı’nı noktalamıştı. Bu kadar kısa sürede bitirmesinin altında yatan sorunun cevabı da yine Mehmet Akif Ersoy’un mücadeleyle geçen hayatı olmuştu. Onun edebiyat camiasında duyulmasına sebep olan ilk şiiri 14 Mart 1895’de  ‘Mektep’ dergisinde kaleme aldığı ‘Kuran’a Hitap’ şiiri olmuştu. (Özçelik 2018:15)

Kuran, İslam, vatan gibi kavramlarla içli dışlı bir şahsiyetti. Bu minvalde halkın sorunlarına İslam ile cevap aradığını bütün şiirlerinde görebiliyoruz. Hayatı boyunca böyle hassasiyetlerle yazan bir şairin Milli Mücadele’deki misyonu da çok değerli olacaktı. Ayrıca başından beri Milli Mücadele’nin içerisinde yer almış, dolayısıyla o günlere kadar olan mesai ve faaliyetleri dolayısıyla bir marş için lazım olan mevhumları gayet yakından görmüş ve yaşamıştı. .( Nalbantoğlu 1964:69)

Bu minvalde İstiklal Marşı, zaten Akif’in gönlünde ve beyninde hazırdı. 1910’lardan beri İstiklal Marşı’nı hatırlatan mısralar, beyitler, kıtalar yazmıştı. . (Özçelik 2018:79) Böylelikle şunu söylemek yerinde olacaktır: Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nı iki günde sadece kağıda dökmüştü. Esasen Mehmet Akif’in bilinçaltı, yıllardan beri İstiklal Marşı’nı yazmaya devam ediyordu.

Meclis, nihayet aradığı marşı bulmuştu. 12 Mart 1921’de Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı, meclis tarafından büyük bir coşkuyla kabul görülmüş ve resmiyete geçirilmişti. Akif ise vaat edilen 500 lirayı almadı. Oysa o günlerde büyük bir maddi sıkıntı içerisinde idi. ‘Meclis, İstiklal Marşı’nı alkışlar ve gözyaşları arasında kabul ederken de cebinde Zonguldak Milletvekili Hayri’den borç alarak aldığı iki lirası vardı. Ve sırtında pardösü dahi yoktu. .( Nalbantoğlu 1964:140)

Mehmet Akif, vaat edilen mükafatı almadığı gibi bu müstesna şiirini Safahat’ına da almadı. Niçin böyle yaptığını soranlara da ‘O şiir artık benim değildir. O, milletimin malıdır. Benim milletime karşı en kıymetli hediyem budur.’ diyerek onu milletine armağan etmiştir (Edip 1960:164)

Mehmet Akif Ersoy: ‘Yaşadıklarını yazmayan, yazdıklarını yaşamayan insan olamaz.’’ Derdi. (Erdoğan 2016:72)

Bu hususta Mehmet Kaplan’ın yorumu çok yerinde olacaktır.

‘Söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. Şiiri söyleyen Akif olmakla beraber aslında o, kendi beni ile birleştirdiği Türk milletinin duygu ve inancını dile getirir’(Özçelik 2018:113).

 

 

KAYNAKÇA

  • Çantay, Hasan Basri: Akifname,Mehmet Akif ve İstiklal Marşı, İstanbuş, 1966.
  • Kocakaplan, İsa: İstiklal Marşımız ve Mehmet Akif Ersoy, İstanbul, 1999.
  • Edib, Eşref: Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1960.
  • Nalbantoğlu, Muhittin: İstiklal Marşımızın Tarihi, İstanbul, 1964
  • Türk Edebiyatı, (Mehmet Akif’in hatırasına), Mart 1983.
  • Özçelik, Mustafa: Mehmet Akif ve İstiklal Marşı, İstanbul, 2018: Nar Yayınları.
  • Erdoğan, Aziz: Abide Şahsiyet Mehmet Akif Ersoy,2016: Çınaraltı Yayınları
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istiklal-marsinin-olusmasinda-yatan-ruh/feed/ 0
The Leader Who Have Mattered A Lot: Tony Blair and Iraq https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-leader-who-have-mattered-a-lot-tony-blair-and-iraq/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-leader-who-have-mattered-a-lot-tony-blair-and-iraq/#respond Fri, 26 Mar 2021 14:19:02 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2611 To understand and explain the foreign policy actions of a state, there are many ways, methods, and theories in the discipline of International Relations. Generally, there are three levels to do that. These are individuals, domestic structure, and structuralist explanations. Basically, while explaining a phenomenon, an analyst can use one or multiples of these levels of analysis. Although some academics, like a structural realist, undermine the first one by claiming that in international politics, there is no supreme authority over states, so they try to ensure their security by constant seek of power, which creates a vicious cycle of power struggle. This theory has some flaws. It is hard to explain some events with this lens. As Smith (2012) says, who made the decision is the humans, not the states. This paper explains how important a leader is in foreign policy decisions with the example of how Tony Blair’s characteristics lead the United Kingdom to participate in the Iraq War.

The structural realist’s theory misses that yes, states’ primary objective is the security, but who defines it, who puts the ways to ensure it. Ends and means are the missing part of the theory. Most states’ leaders have a prominent ability to shape the process of constructing these concepts, more or less whatever the state’s regime is. A leader becomes significant in foreign policy issues under four conditions (Hermann, 2001, s. 85). Firstly, he/she has a general interest in foreign policy, like Putin. Secondly, if a crisis is born out, the issue may jump over the bureaucracy and lead the leader to be involved. Thirdly,  an issue may needs leaders to come together, such as an international summit. Lastly, the leader may have a special interest in a particular issue (Breuning, 2007, s. 31).

Therefore understanding the leader’s traits can help researchers. In similar circumstances, leaders with different characteristics had led to different foreign policy outcomes. For example, the question of British involvement in Vietnam and Iraq takes place in similar environmental pressures such as domestic opposition and the ally’s wish. Leaders may differ in their style as goal-driven or responsive to the context they operate within (Hermann, 2001, s. 87). What made the difference is the characteristics of different leaders (Dyson, 2007, p. 648).

Constrain respecter leaders try to fit their acts in the needs of context, and making decisions is a calculation process relating to other domestic actors’ responses. They are open to extensive information networks because they want to fit in changing demands of the public. They are also not initiators in the foreign policy unless the constituents push for an action (Hermann, 2001, s. 88-90). Unlike respecters, challengers are motivated by their goals. They evaluate the context according to their “beliefs, attitudes, and passions.” These leaders are unease about changing their beliefs, so they tend to encircle themselves with like-minded colleagues (Smith, 2012). According to them, constraints are something that should be dealt with (Hermann, 2001, s. 91). However

Although the understanding of the special relationship among British decision-makers, which underline the British interest from the alliance, would lead some people incorrectly to assume Britain would support every action of the US, Wilson declined the request of Johnson sending soldiers in Vietnam, even if the US’ request was a few soldiers in a symbolic manner and even if the British economy was depended on the US for loans at the time (Dyson, 2007, p. 649). Despite having the same domestic constraints like Blair, Wilson was a constraint respecter who bowed to public opinion. However, for Blair, the alliance was a tool for his foreign policy goals. Although there was constant opposition within the cabinet, within Labours, and among the public, like the “Stop the War” rally, Blair decided to join the Iraq war mostly thanks to his leadership style (2007, p. 654).

After explaining how a leader can be important and influential in decision-making processes, now it is time to focus on Tony Blair’s characteristic. In the Leadership Trait Analysis method, Tony Blair distinguished three out of seven traits from the average of the fifty-one political leaders (Dyson S. B., 2006, s. 289). In this methodology, each trait was linked to a specific way of decision-making behaviours. These are high belief in his ability to control events, a low conceptual complexity, and a high need for power. To overcome beforehand prepared speech, Dyson only used the spontaneous answer of Blair in the parliament, which also make it more coherent because of the elimination of different audiences.

High belief in ability to control events stands for the leader’s perception about him/herself as being influential over its environment. Leaders with high scores in this trait tend to be more pro-active and less cautious about environmental constraints both at the domestic and international level (Dyson S. B., 2006, s. 295). This is what we see in the Iraq case. The speech called Doctrine of the International Community is one of the most precise indicators of this. In the speech, Blair described how and why they should transcend the principle of non-interventionism. Also, during the crisis, he always believed in himself being able to push other actors into his orbits, such as Bush, the British public, and the parliament. He always talked about how he was able to influence others (2006, s. 298).

His second distinguishing trait is his low conceptual complexity. Leaders with a low score more tend to describe their environment with clear-cut distinctions like black and white. With a less complicated world in their mind, these kinds of leaders decide with limited information. They do not seek wide-range discussion on the topic (Breuning, 2007, s. 44-45). Therefore, they can be more aggressive and assertive (Dyson S. B., 2006, s. 295). Describing the Saddam regime, he made a straightforward distinction: they were ‘good,’ and Saddam was ‘bad.’ As his colleagues stated, Blair had not paid attention to other policy options put by a different actor (2006, s. 299). Moreover, his view of alliance with the US was a question of all or nothing, so he did not look for softer options like just saying yes to political support.

The last but not least differentiation of Blair was his high score on the need for power. This indicates a high desire to acquire, preserve, or revive the personal power over policy-making mechanism. They want to ensure that the policy outcome reflects their preferences rather than group-consensus (Dyson S. B., 2006, s. 295). To achieve keeping a close watch on policy-making processes, they design their relations with colleagues in a certain way. They try to keep the discussion within a small group of people who are like-minded and loyal to him/her. This is precisely what Blair did with his personal advisors, called ‘team’ or ‘the den,’ fearing to lose control over any issue (2006, s. 301). In the cabinet, he subtly dictated his decisions, which already had been made.

In summary, while examining states’ foreign policy actions, it essential to focus more on leaders if the environment allows them to be more influential. How capable a leader of influencing foreign policy decisions depends on his/her characteristic and the context within which they operate (Breuning, 2007, s. 33). As discussed above, it is evident that Tony Blair’s leadership traits, high belief in his ability to control events, a low conceptual complexity, and a high need for power, were influential in the British decision to be involved in the Iraq War 2003. Without understanding the minds of leaders, it is hard to establish concrete explanations for international issues.

 

References

  • Breuning, M. (2007). Foreign Policy Analysis: A Comparative Introduction,. New York: Palgrave Macmillan.
  • Dyson, S. B. (2006). Personality and Foreign Policy: Tony Blair’s Iraq Decisions. Foreign Policy Analysis (2006) 2., 289–306.
  • Dyson, S. B. (2007). Alliances, Domestic Politics, and Leader Psychology: Why Did Britain Stay Out of Vietnam and Go into Iraq? Political Psychology, Vol. 28, No. 6, , 647-666.
  • Hermann, M. (2001). Who Leads Matters: The Effects of Powerful Individuals. International Studies Review 3(2), 83-131 .
  • Smith, C. (2012). E-International Relations. Retrieved from Personality in Foreign Policy Decision-Making: https://www.e-ir.info/2012/10/16/personality-in-foreign-policy-decision-making/

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/the-leader-who-have-mattered-a-lot-tony-blair-and-iraq/feed/ 0
Istanbul’s Tanzimat Period from The Perspective of Ahmed Midhat Efendi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbuls-tanzimat-period-from-the-perspective-of-ahmed-midhat-efendi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbuls-tanzimat-period-from-the-perspective-of-ahmed-midhat-efendi/#respond Wed, 24 Mar 2021 13:32:17 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2589 With the Edict of Tanzimat, which is the official beginning of the westernization effort of the Ottoman Empire, a period of total change begins in the country, especially in Istanbul which is the center of these events. Tanzimat period was between 1839-1876, its effects are still visible in Turkish people, actually, these effects have become a part of Turkish society due to some reasons such as literature. Literature has always been closely related to people’s lifestyles and it has always been used for different purposes such as rejoicing and teaching. In addition, in the past, it was the best way to mobilize people or to impose ideologies. When people analyze literature with the Tanzimat Era, they are able to realize the agleam effects of literature on this Era. Literature in the Tanzimat era is seen as a tool for ideology and knowledge integration and it included many aspects for altering people’s values such as culture, clothing style, and perceptions. As I mentioned at the beginning of the article, Istanbul was the best place for realizing the changes in the Tanzimat era. According to Mustafa Karabulut, Istanbul in the Tanzimat era especially Galata and Beyoğlu is the attraction center of wealth (Karabulut, 2010) because of that these venues generally were chosen by writers for description. Moreover, the writers of this period made some depictions of Istanbul in their novels, poems, and prose but some of them were famous for their descriptions of Istanbul. Ahmed Midhat Efendi is undoubtedly the first person that comes to mind when the Tanzimat period Istanbul depictions are mentioned, hence I would like to evaluate the topic of Istanbul in the Tanzimat Literature with his depictions in the following paragraphs.

Ahmed Midhat Efendi, who has more than two hundred productions, is the first truly popular author of Turkish literature and his greatest aim was to create a society that reads a book. In addition, he used to be called “hace-i evvel” due to his successful authorship. Ahmed Midhat is the first of the writers who used Istanbul as a setting in their novels and Istanbul, as a setting is reflected in his novels almost with all its characteristics (Doğanay, 2006). According to some individuals, he was very successful in his depiction of Istanbul because a significant part of his life was spent in Istanbul. Consequently, his contributions are still very beneficial for the history of Istanbul.

Firstly, if people want to look at the history of Istanbul with Ahmed Midhat Efendi, they should read some of his novels such as Süleyman Musli, Gönüllü, and Istanbul’da Neler Olmuş, for instance, in Süleyman Müsli, he mentions the positive changes of Istanbul in the field of architecture and morality after the conquest of Istanbul. In addition, Istanbul in Ahmed Midhat’s novels is a city that is extremely beautiful in terms of its natural and architectural beauties and fascinates everyone (Doğanay,2006). According to Ahmed Midhat Efendi, it was true to say that Istanbul is “ nev-i beşerin sergi-i umumisi” due to many people coming to Istanbul from Anatolia, Rumelia, and almost all over the world. Also, Ahmed Midhat Efendi mentions in his novels, such as Eski Mektuplar and Paris’te Bir Türk, with the character’s perspectives that there was no place like Istanbul in the world and characters are amazed by the views of Istanbul. When he describes Istanbul, he analyzes Istanbul on a district basis, for instance, Beyoğlu, where European life takes place, was the venue of entertainment and even if Ahmed Midhat Efendi does not like Beyoğlu because immoral life is common there, he always mentions the superiority of Beyoğlu over original Istanbul. Moreover, Eminönü, Sirkeci, and Bahçekapısı are the most common districts in the “original Istanbul” part and he describes the original Istanbul that people have inadequate living standards and have some difficulties while meeting the needs. Over and above, promenades have high importance in Ahmed Midhat Efendi’s novels such as in Felatun Bey ve Rakım Efendi. Although there are many promenades that the people of Istanbul enjoy in the summer months, Kâğıthane and Göksu have always had a separate place among them (Doğanay, 2006).

To sum up, the Tanzimat period, which was the first step of the Ottomans towards westernization, affected lots of areas and changed people’s values and lifestyles. On the other hand, literature was the best way to influence some ideologies or topics that have become phenomena by literature. In addition, in almost every condition, literature was used by people for the promotion of westernization ideas and people are able to say that the Tanzimat era was an impressive example of “how people can be affected by literature?” and the most important effects of the Tanzimat period were seen in Istanbul. I explained Istanbul in the Tanzimat Era from the perspective of Ahmed Midhat Efendi who was the most famous person in the Tanzimat period.

 

References

  • Doğanay, M. (2006). BİR MEKAN UNSURU OLARAK İSTANBUL’UN AHMED MİDHAT EFENDİNİN ROMANLARINA TESİRİ. Dumlupınar University Journal of Social Sciences  (15).
  • Karabulut, H. (2010). Tanzimat Dönemi Türk Romanlarında İstanbul ve Paris’e Bakış. Erdem, (56), 103-114.

  

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbuls-tanzimat-period-from-the-perspective-of-ahmed-midhat-efendi/feed/ 0
İstanbul Örneği Üzerinden Osmanlı Mezar Taşlarına Genel Bir Bakış https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbul-ornegi-uzerinden-osmanli-mezar-taslarina-genel-bir-bakis/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbul-ornegi-uzerinden-osmanli-mezar-taslarina-genel-bir-bakis/#comments Fri, 19 Mar 2021 12:29:19 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2542 Şüphesiz dünyanın en adaletli fiilidir “ölüm”. Yaşlısı, genci, zengini, fakiri, zalimi, mazlumu herkes ölecektir ve hiçbir canlının bu fiili engelleme veya zamanını değiştirme imkanı yoktur. Kimisi için bir yok oluş kimisi için yeniden diriliş. Kimisi için kıyamet kadar korkulacak, kimisi için ise düğün gecesi kadar sevilecek bir olaydır. Bu düşünceler insanların yaşadıkları toplumların kültürlerine ve inandıkları dinlere göre değişiklik göstermektedir. İnsanların düşüncelerindeki bu değişiklikler, ölülere bakış açılarını ve cenaze işlemlerinin farklılaşmasına yol açmaktadır. Bazı kültürlerde cesetler yakılıyor, bazılarında ise mumyalaştırmak suretiyle diri tutulmaya çalışılıyor. Üç semavi dinde ise -bazı istisnalar olsa da- ölüler toprak altına gömülmektedir (TDV İslam Ansiklopedisi, 1993) ve bu ölen kişiler için mezar taşları yapılmaktadır.

Peki ölen bir kimse için mezar taşı yaptırmak ne kadar uygundur? Bunun dinimizde ve kültürümüzde yeri var mıdır? (burada Osmanlı’daki Müslüman mezar taşlarını inceleyeceğimiz için İslam’daki kaynaklara değinilecektir) Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) dönemine baktığımızda, bizzat Peygamberimiz, tanınması için Osman b. Maz’ûn’un kabrinin başına taş diktirdiği hadis kaynaklarında geçmektedir. (TDV İslam Ansiklopedisi, 2004) Peygamberin bu uygulaması bize mevtanın (ölünün) tanınması için kabrinin başına mezar taşının dikilebileceğini göstermektedir. Anadolu’daki ve çevresindeki geleneklere de baktığımızda mezar taşı uygulaması oldukça yaygındır.

Dünya üzerinde yaklaşık 650 yıl boyunca ayakta kalabilmiş ve 400 yıl boyunca hilafet vasfını elinden bırakmamış Osmanlı Devleti’nde de bu dini serbestliğe ve çevre kültürlerden etkilenme olayına bağlı olarak ilk zamanlarından itibaren mezar taşı uygulaması rağbet görmüştür. Çok güçlü bir mezarlık geleneği olan Osmanlı devleti’nde son 200-300 yıl boyunca yapılan mezar taşları sanat değeri açısından çok önemlidir. Öyle ki günümüzde bile Osmanlıca okuyamayan birisi bu mezar taşlarını biraz incelese mevtanın cinsiyetinden, mesleğine, yaşadığı dönemden, muhibbanı (seveni) olduğu tarikata kadar çoğu şeyi öğrenebilir.

Adeta ölümü ve mezarlıkları sevdiren bu sanat harikası mezar taşları, tabiri caizse “ben buradayım” diyerek el kaldırmış birer insanı andırmaktadır. Ayrıca insanın geride bıraktığı tek maddi eser olan mezar taşlarına bu kadar özenilmesi de Osmanlı’nın insana verdiği değerin en bariz örnekleridir. Rivayet odur ki meşhur şair Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusunu sorarlar. Şairin uçuk bir rakam vermesi üzerine neden böyle bir cevap verdiğini sorduklarında ise şu muhteşem cevabı alırlar: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” İsterseniz mezar taşlarının değerlerini daha iyi anlayabilmemiz için sıradan bir insanın mezar taşının yapılma serüvenine bir göz atalım.

Kişi vefat ettikten sonra yakınları bir taş ustasına gider ve -durumu orta derecede ise- mermer mezar taşı kalıplarından birini seçer. Daha sonra yakın çevreden herhangi bir şaire bir şiir ısmarlatılır ve şair ölen kişiyi öven veya onun ölümünün üzüntüsünü anlatan bir şiir yazar. Hatta mümkünse şiirde ölüm tarihi üzerine ebced düşürülür. Bu şiir iyi bir hattata götürülür ve hattat bunu o güzel hattı ile kağıda döker. Bu hat hakkaka (taş ustasına) götürülür ve usta bu hattı dış sınırlarından ince bir iğne ile iğneler ve taşın üzerine serer. Üzerine kömür tozu serpildiğinde yazının silüeti taşa geçmiş olur. Daha sonra hakkak yazı dışında kalan kısımları dikkatli bir şekilde kazır ve yazı kabartılmış olur. (Çavuş, 2019) Bu uzun süreçte de görebildiğimiz gibi sadece bir kişinin mezar taşını hazırlamak için bile en az üç kişi çalışmaktadır. Mezar taşlarının her birinin ne büyük bir sanatsal değer taşıdıklarını anlayabilmemiz için, çalışan bu insanların birer sanat erbabı olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir. Ayrıca bu mezar taşı kurumsallaşması bize, insana verilen değeri gözler önüne sermektedir. 

Osmanlı’da mimari gelişmeler ve dildeki değişimler ile birlikte mezar taşlarında da bir takım farklılaşmalar meydana gelmişti. İlk zamanlarda oturmuş bir Osmanlı mimarisi olmadığından dolayı, o dönemdeki mezar taşlarında Arapça ve Farsça ifadeler ağırlıktadır ve çoğu mezar taşı -sonraki dönemde yapılanlara nispeten- daha sadedir. Bu tür mezar taşları daha çok Anadolu’dadır. (Çavuş, 2019) Üzerlerinde Rumi motiflere, ayet ve hadislere rastlanılır. Aşağıdaki resimde gördüğünüz ise meşhur astronom, matematikçi ve dil bilimci olan Ali Kuşçu’nun Eyüp Sultan’da bulunan mezarıdır ve erken dönem Osmanlı mezar taşı özelliklerini bizlere muhteşem bir şekilde yansıtmaktadır.

15 ve 16. Yüzyıllarda İstanbul fethinin etkisiyle ve Osmanlı mimarisinin de belli bir şekil almaya başlamasıyla Osmanlı mezar taşı geleneği de kendini göstermeye başlamıştır. Mezar taşlarında daha sade, okunabilir bir dil ve kişilerin cinsiyetine ya da mesleklerine göre başlıklar görülmeye başlanmıştır. Padişah, şehzade, sancak beyleri gibi üst düzey zevat tarafından kullanılan mücevveze kavuklar, sadrazam, kaptan-ı deryalar ve çok tuğlu paşalar tarafından kullanılan kallavi kavuklar, İstanbul’da en çok rastlanan ve en alt birimden en üste kadar kullanılabilen kâtibî kavuklar ve daha bir çok kavuk, sarık, makdem, kalafat ve üsküf gibi başlıklar bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Arapça ve Farsça ifadelere daha az yer verilmiş, okunmasının kolay olmasından dolayı, daha önce kullanılan cel’i sülüs yerine ta’lik yazı kullanımı yaygınlaşmıştır. (Özcan, 2012)

Son dönemlerinde ise 400-500 yıllık mezar kültürünün verdiği birikim ve Avrupai mimari üslupların da yaygınlaşması münasebetiyle daha sanatlı mezar taşları yapılmaya başlanmıştır. (Çetin, 2019) Bu mezar taşlarının dilleri daha sadedir ve çok çeşitli bezemeler barındırmaktadır. Bu tür mezar taşlarının en güzel örneklerine Süleymaniye Camii Haziresinde ve Sultan 2. Mahmud türbesinde rastlamaktayız. Süleymaniye Camii haziresinde bulunan Hüseyin Avni Paşa’nın mezar taşı ise bahsettiğimiz türünün en güzel örneklerindendir.

 

 

 

Peki bu kadar uzun bir serüvenden geçerek belli bir olgunluğa ulaşmış olan mezar taşlarını yolda yürürken gördüğümüzde nasıl tahlil etmeliyiz? Osmanlı Türkçesi okumayı bilmediğimiz halde nasıl olacak da bu mezar taşlarının dilinden anlayacağız diye  düşünüyorsanız, bazı temel bilgilere sahip olmanız onları genel hatlarıyla anlamanıza yardımcı olacaktır. Baktığınız bir mezar taşı size bir kadının naifliğini ve güzelliğini andırıyorsa, üzerlerinde çiçekler, bitkiler, meyveler varsa ve başlık kısmı çeşitli bezemelerden oluşuyorsa, evet, bir kadın mezar taşına bakmaktasınız. Kadın mezar taşları erkeklerinkine nazaran daha sanatlı olmaktadır. Ayrıca kadın mezar taşlarında erkeklerin kullandığı gibi daha belirgin bir başlık yerine, hotoz denilen kadınların günlük hayatta giydikleri başlıklar kullanılmaktadır.

 

Eğer fes, sarık, kavuk veya derviş tacı görüyorsanız bilin ki bu kişi bir erkektir ve üzerindeki sarık -çoğunlukla- onun mesleğini sizlere haber vermektedir. Eğer çok küçük bir mezar taşına rastladıysanız bu mezar taşları da küçük yaşta vefat eden sabiler, çocuklar için hazırlanmıştır. Öyle bir taşa denk geldiniz ki taşın üzerinde bırakın bir dekorasyon, başlık ve şiir olmasını yazı bile yok. O zaman o taşa bir daha bakın çünkü bir cellat mezar taşına bakıyorsunuz. Halkın bedduasını almamak için cellatların taşları yazısız, sanatsız ve mezarlıkların farklı bir köşesine yapılmaktadır. (Çetin, 2019).

 

Son olarak Osmanlı’nın sadece mezar taşlarına değil, mezarlıklara da çok önem verdiğinden bahsetmeden geçmeyelim. Mezarlıklar Osmanlı Dönemi’nde bizzat şehrin içine hatta camilerin bahçelerine yapılmakta idi. İstanbul’daki Karacaahmet, Aşiyan ve Çengelköy mezarlıkları şehir içerisindeki mezarlıklara; Süleymaniye ve Fatih camilerinin hazireleri ise cami bahçelerindeki mezarlıklara örnektir. İnsanlar bu mekanları günlük hayatlarında sürekli kullandıklarından dolayı ölüm duygusundan çok uzak olmadıklarını ve hatta muhteşem mezar taşlarına nazar ederek adeta kendilerini mezarlıklara ve ölüme alıştırdıklarını söylemek mümkündür. Ayrıca mezarlıkların camilerin kıble tarafına yapılmış olması da o yöne doğru yönelerek ibadet eden insanların mezarlıkları görüp ölümü ve ahireti hatırlaması açısından bir diğer ince ayrıntıdır. 

Yazımızın özeti olarak şunları söylemek uygun olacaktır: Çok büyük bir devlet ve millet geleneğine sahip olan Osmanlı Devleti’nin belli bir mezarlık kültürünün olmaması çok şaşırtıcı bir durum olabilirdi. Lakin bu yazıda da görebileceğimiz gibi “altı üstü mezar taşı” gibi değil de “öldükten sonra insanın bu dünyadaki temsiliyet makamı olan mezar taşı” gibi bir bakış açısıyla, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan mezar taşları ortaya çıkarılmıştır. Her biri ayrı birer belge niteliği taşıyan bu şaheserlerin daha fazla incelenmesi ve araştırılması halinde tarihin açılmamış, tozlu sayfalarının gün yüzüne çıkacağı aşikardır. Yazımı usta şair Yahya Kemal Beyatlı’nın konumuz ile alakalı bir dörtlüğü ile bitirmek istiyorum. 

Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

 

KAYNAKÇA

  • Çavuş, Fatih, Osmanlı Mezar Taşlarının Sırları, 2019, s. 31-32
  • Çeti̇n, Onur. (2019). Osmanlı Mezar Taşları Etrafında Gelişen Kültür ve Medeniyet Dünyası Üzerine Bir İnceleme (Eyüp Örneği). sf. 33
  • Çeti̇n, Onur. (2019). Osmanlı Mezar Taşları Etrafında Gelişen Kültür ve Medeniyet Dünyası Üzerine Bir İnceleme (Eyüp Örneği). sf. 73
  • Özcan, Ali Rıza (2012). İstanbul’un 100 Mezar Taşı sf. 10
  • TDV İslam Ansiklopedisi (1993) md. Cenaze cilt.7 sf. 354
  • TDV İslam Ansiklopedisi (2004) md. Mezarlık cilt.29 sf. 519
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/istanbul-ornegi-uzerinden-osmanli-mezar-taslarina-genel-bir-bakis/feed/ 1
Dönüşüm Yaşayan Sömürü Düzeninin, Değişmeyen Aktörü: Fransa https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/donusum-yasayan-somuru-duzeninin-degismeyen-aktoru-fransa/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/donusum-yasayan-somuru-duzeninin-degismeyen-aktoru-fransa/#respond Wed, 03 Mar 2021 17:10:47 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2490 Sömürgecilik; bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında başka ulusları, devletleri, toplulukları siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak hakimiyet kurması anlamına gelir. Dünya tarihinde sömürgecilik ise ilk insan topluluklarının özel mülkiyete geçmesi, sınırların çizilmesi ve yaşam alanlarının paylaşılmasıyla birlikte başlar. Duvarın ötesinde kalanlar her zaman duvarın içindekileri öteki olarak atfetmişlerdir. Tabi bu, ötekinin tanımlanması yalnızca dışarıdan içeriye yönelik değil aynı zamanda içeriden de dışarıya yönelik olmak üzere karşılıklı bir etkileşim içerisinde şekillenmiştir. İnşa edilen öteki olgusu kendi içinde belirli yönelimler barındırmaktadır. Bunlardan başlıcası ise kendine ait olmayanı ele geçirme başkalarının değerlerini ve değerlilerini tüketme hissiyatı ile de şekillenmiştir. Olgusal muhtevası itibariyle sömürgeciliği bu eksende değerlendirmenin yararlı olacağına inanıyorum. Dünya tarihi içerisinde sömürgeciliği ise çok farklı boyutları itibariyle değerlendirmenin gerekli olduğuna inandığımdan genel bir giriş yapmayacağım ama bu yazımda Fransa’nın Afrika üzerinde inşa ettiği sömürü düzenine dikkat çekmek istiyorum. Özellikle yeni dünya düzeninin dinamiklerine göre şekillenen yeni nesil sömürü düzenine kültürel sömürü ve ekonomik sömürü bağlamlarında değineceğim.

Fransa ve Sömürü Düzeni

1500’lü yıllarda başlattığı sömürgecilik faaliyetleri ile 2. Dünya Savaşı öncesinde 13,5 milyon kilometrekarelik bir büyüklüğe ulaşan Fransa, hala eskisi gibi bir imparatorluk oluşturma hevesinde görünüyor.

Kaynak: ( Güray Alpar, Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali )

Fransa sömürgeleri sayesinde, kendi ana karasından 20 kat daha büyük bir alana hükmediyordu. Bu anlamda dünyadaki hemen hemen bütün kıtalarda sömürgeleri vardı ve kritik geçiş yolları üzerine yerleşmişti. ( ALPAR, 2020)

Yukarıdaki haritadan da anlaşılacağı üzere Fransa dünyanın birçok bölgesinde sömürü sistemini kurmuştur. II.Dünya savaşına kadar olan süreç itibariyle de sömürü düzenini doğrudan devam ettirmiştir. II. Dünya savaşı sonrası şekillenen yeni uluslararası sistemle birlikte eski usulü terk etmiş ve yeni dönemin dinamiklerine uygun bir perspektifle devam etmiştir.

Peki yeni dönemin dinamiklerine uygun bir sistem vurgusuyla neyi kastediyorum ?

Ekonomi Temelli Sömürü

 

Bilindiği üzere Fransa, sömürgecilik faaliyetlerini yürüttüğü devletlerden çekilirken bağımsızlıkları karşılığında iki temel koşul sunmuştu:Fransızcanın ülkenin resmî dili ve eğitim dili olması ve  zorunlu resmî eğitim. ( ALPAR, 2020) Resmi dil ve eğitim hususuna bir sonraki alt başlıkta daha detaylı değineceğim. Kamu ve özel ihaleler konusunda ve Fransız sermayesinin tercih edilmesi konusunda Fransız Hükûmeti baskı uygulamış ve bu koşullara tâbi olmayan yönetimleri ise ‘cezalandırmış’ ve sadece bunlarla da yetinmemiştir. Afrika bölgesindeki varlığını daha kalıcı kılmak ve bölge ülkelerinin kendine olan bağımlılığını arttırmak için para birimlerinde de oynama yapmıştır. 26 Aralık 1945’te tedavüle sokulan Afrika’daki Fransız Sömürgeleri Frangı (CFA), kıtanın batı ve orta bölgelerinde kullanılmaya başlanmıştır. 1958’de “Afrika Fransız Topluluğu” adını alan bu para biriminin adı, 1960’lardan itibaren Afrika ülkelerinin bağımsızlığını kazanmaya başlamasıyla “Afrika Finansal Topluluğu Frangı” olarak değişmiştir. ( KAVAS, 2020)

Bu para birimi aracılığıyla 20. yüzyılın ortalarında ‘bağımsızlığını’ kazanan ülkelere tabiri caizse bağımsızlık nişanesi olarak armağan (!) bırakmıştır. Ayrıca, CFA kullanan ülkelerin tüm döviz rezervlerinin yüzde 50’sinden fazlasını Fransa’nın hazinesinde tutması ve bu paradan elde ettiği borsa kârını Fransa’nın kullanması da  sömürü sarmalının bir başka parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransa’nın ekonomi temelli fiiliyatları bunlarla da sınırlı değildir.1961’den beri 14 Afrika ülkesinin ulusal rezervlerini elinde tutmaktadır: Benin, Burkina Faso, Gine-Bissau, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo-Brazzaville, Ekvator Ginesi ve Gabon olmak üzere  yoksul ülkelerin birçoğuna baskı uygulamaktadır. Afrika ülkeleri, ulusal para rezervlerini de Fransa Merkez Bankası’na yatırmak durumundadır. Fransız hazinesi, Afrika’dan yıllık bazda yaklaşık 500 milyar dolar kazanç ve getiri elde etmektedir.( EFE,2020) Genel hatlarıyla Fransa’nın, Afrika’da sürdürdüğü ekonomi temelli sömürü düzeninin örnekleri yukarıda bahsini ettiğim hususlardan oluşmaktadır.

 

Fransa’nın Resmi Dil Dayatması ve Kültürel Asimilasyon

Yukarıda bahsettim ama tekrar etmekte fayda var. Bilindiği üzere Fransa, sömürgecilik faaliyetlerini yürüttüğü devletlerden çekilirken bağımsızlıkları karşılığında iki temel koşul sunmuştu: Fransızcanın ülkenin resmî dili ve eğitim dili olması ve  zorunlu resmî eğitim. Belki görünüm itibariyle basit  bir durum gibi görülebilir ama bu husus Fransa’nın Afrika’daki halklar üzerinde dayattığı her türlü asimile  edici eylemin temelini oluşturmaktadır. Bölgede Fransızca konuşan kişilere Frankofon (la francophonie) deniliyor. İlginç olan ise bu kelimeyi 1880 yılında Afrika kökenli bir Fransız coğrafya bilimci ilk defa kullanmıştı.  Günümüzde Fransızca konuşan ülkeler Frankofoni örgütünü (Organization Internationale de la Francophonie) oluşturuyor.( ALPAR,2020) Bu sistem dahilinde kapsamlı bir dil eğitiminden geçen Afrikalılar için, farklı bir dil ve kültürü öğrenmek bir tercih olmaktan çıkıyor ve bir zorunluluk halini alıyor. Tabii ki farklı diller, farklı kültürler değerlidir. Ama siz 10 yaşındaki bir Afrikalı çocuğa kendi kültünü öğretmeden bir başka dili ve kültürü mecbur kılarsanız; bu durum değerlerin ve kültürün sömürüsüne girer.

Kaynak: ( Güray Alpar, Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali )

 

Afrika kıtasında, Fransızca konuşulan bölgeler incelendiği zaman Fransızca’nın nasıl bir etki yarattığı ve Fransa’nın neden hâlâ bu bölgelerde olduğu da açıkça ortaya çıkıyor. Elit bir kesimi kendi kültürü ile yetiştiriyor ve bunlar vasıtası ile bu ülkeler üzerinde kontrol mekanizmaları oluşturuyor. Fransa bu şekilde oluşturduğu kontrole “ahlâkî fetih” (conquête morale) ismini veriyor.( ALPAR, 2020)

 

Sonuca dair

Sömürgecilik ve sömürü kültürü geniş hatlarıyla ele alınması gereken bir konudur. Ben sadece Fransa ve Afrika özelinde bir pratik yapmaya çalıştım. Bu pratikten çıkardığım öngörüler ise, Fransa’nın temsili olarak bağımsızlık verdiği ülkelerdeki her bir çocuğun geleceği sömürülmeye devam ediyor. Afrika halkı ayağına vurulan prangalardan ötürü hareket kabiliyetine sahip değil. Yalnız değinmekte yarar var ki tarih üzerinden geriye yönelik bir okuma yaptığımızda görüyoruz ki, sağlam temeller üzerine inşa edilmeyen yani insanı ve insani değerleri merkezine almayan her türlü sistem yıkılmıştır ve  yıkılmaya da devam edecektir. Bu noktadaki temel mesele ise yıkımdan sonraki sürecin nasıl inşa edileceğidir. Bunu  da zaman içerisinde göreceğiz…

 

Kaynakça

  • Alpar, Güray. (2020), “Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali”, https://www.sde.org.tr/guray-alpar/genel/degisen-dunyada-fransanin-degismeyen-imparatorluk-hayali-kose-yazisi-17465, (23.06.2020)
  • Kavas, Ahmet.  (2019), “Fransa’nın Afrika’daki can simidi: Sömürge Frankı”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/fransa-nin-afrika-daki-can-simidi-somurge-franki/1386197, (07.02.2019)
  • Kavak, Gökhan. (2020), “Fransa’nın Afrika’daki Sömürgeciliği Devam Ediyor”, https://kriterdergi.com/dis-politika/fransanin-afrikadaki-somurgeciligi-devam-ediyor, (30.09.2020)

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/donusum-yasayan-somuru-duzeninin-degismeyen-aktoru-fransa/feed/ 0
11 Eylül Panoramasında Artan İslam Karşıtlığı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/#respond Sun, 14 Feb 2021 06:39:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2249 Kelime olarak “fobi”, korku manasına gelmektedir. Geniş anlamda fobi;belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan yersiz, temelsiz, mantık dışı ancak önlenemez korku ya da önemli bir tehlike kaynağı olmayan bir nesne veya durumla karşılaşma sırasında duyulan inatçı ve aşırı korku olarak tarif edilmektedir. Kasım 1997’de Birleşik Krallık’ta hazırlanan Runneymede’in;“İslamafobi: Hepimiz İçin Bir Meydan Okuma” raporu islamofobiyi; “Müslümanlara olumsuz ve aşağılayıcı kalıplaşmış yargılar ve inançlar atfeden bir dizi kapalı görüşün daha da kötüleştirdiği İslam ve Müslümanlara karşı korku ve nefret” olarak tanımlamıştır. Dışlama, ayrımcılık ve ön yargılar/kalıplaşmış yargılar doğurmaktadır. (Kalın & Esposita, 2021)

Avrupa ve Amerika merkezinde ortaya çıkan yabancıların ve göçmenlerin kendi gündelik hayatlarına sosyal ve kültürel açıdan bir tehdit niteliğinde olduğu anlayışı resmi olarak 11 Eylül’le birlikte yükselişe geçmiştir. Bu anlayış, netice itibariyle dışlayıcı ve kutuplaştırıcı yapısıyla tarih, kimlik, din ve etnisite açısından ayrıştırmayı barındırmaktadır. Medya eliyle toplum üzerinden spekülatif söz ve davranışlar sergilenmekte ve akabinde de dışlayıcı propagandayı sürdürülebilir kılmayı amaçlamaktadırlar. “İslamofobi”,kurgulanan ve sistematikleştirilen bir olgu yerini almaktadır. Bu çerçevede 11 Eylül saldırısından hemen sonra İslam karşıtlığı özelinde bir yapılaşma ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu yapılaşma, aslı itibariyle İslam’ın hedefe konulmasının ve Müslümanların stratejik bir tehdit olarak algılanmasının perdesini aralamıştır. Netice itibariyle de İslam karşıtlığının dünya kamuoyunda meşru bir zemine oturtulma gayreti içerisine girilmiştir. “Selam” yani barış anlamına gelen İslam kelimesinin terörle ilişkilendirilmesi başlı başına gerçeğe aykırı bir durumdur. ABD’nin Irak ile Afganistan’ı işgal etme girişimleri bu yürütülen meşrulaştırmanın neticesi niteliğindedir. İslam karşıtlığıyla müşterek yapılanma olduğu iddia edilen bir diğer düşmanlaştırılma Antisemitizmdir. “Antisemitizm, çalışmalarının da gösterdiği gibi, kelimelerin etimolojik kökeni her zaman o kelimenin tam kapsamlı manasına ya da nasıl kullanıldığına işaret etmemektedir. Bu durum İslamofobi çalışmaları için de geçerlidir. İslamofobi, (gerçek ya da uydurulmuş) bir günah keçisi ilan ederek iktidar alanı inşa etmek, genişletmek ve bu durumu istikrarlı hale getirmek isteyen dominant gruplar tarafından kullanılmaktadır. Bu dominant gruplar ilan ettikleri bu günah keçisini yine kendilerinin inşa ettiği “biz” tanımının dışında bırakmakta ve kendilerinin yararlandığı kaynaklardan ve haklardan mahrum bırakmaktadır. İslamofobi sabit ve negatif değerler atfedilmiş ve tüm Müslümanlar için genellenmiş bir “Müslüman” kimliği inşa ederek Müslümanları ötekileştirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus İslamofobinin bize Müslümanlar ve İslam’dan daha çok İslamofobik şahıslar hakkında bilgi verdiği gerçeğidir. En son olarak şunu belirtmek gerekir ki Müslümanların ya da İslam dininin makul bir şekilde eleştirilmesi ile Müslümanlara yönelik nefret söylemleri üreten İslamofobik tutumlar birbirinden net bir şekilde ayrılmalıdır.” (Bayraklı & Hafez, 2016)

The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)
The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)

Bir çatışma dili olarak üretilen İslamofobi olgusunun tarihi kökleri Haçlı Seferleri’nin de öncesine, İslam’ın ilk yayılış dönemlerinde Hristiyanlarla olan temaslarına kadar gitmektedir. İlk dönem Doğu ve Batı Hristiyanlarının İslam algısı, bugün hâlâ hâkim olan ama 19. ve 20. yüzyıllarda sekülerize edilmiş İslam algısının prototipi şeklindedir. İslam’ın ve Müslümanların değişime kapalı, batılı değerlerle uyuşmayan, irrasyonel ve cinsiyet ayrımcı telakki edilmesi, Müslüman zihnin akılcılıktan yoksunluğu, İslam’ın özü gereği şiddeti yücelttiği temaları, Müslümanlığın ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Ancak Batı ve/veya Hristiyan dünyasında her daim statik ve hep olumsuz İslam algısı ve imajının hâkim olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Olumsuz bakışın yanı sıra olumlu bakışın da var olduğu uzun dönemler de olmuştur. Dolayısıyla, “Müslümanlar ile diğerleri arasındaki kaçınılmaz ilişki biçimi çatışmadır”. iddiası gerçekçi değildir. Üstelik tarihi verilerin bu iddiayı desteklemediği, bunun İslamofobik çevrelerin iddiası olduğu açıktır. (Baştürk, 2015)

İslamofobi düşüncesi dünyanın önemli bir kısmını (Müslümanları) hedef alan bir girişimdir. ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgal girişimleri; din, kimlik ve etnisite farklılıklarıyla heterojen yapıya sahip dünyamızı tek tipleştirerek homojen bir yapıya dönüştürme amacıyla hareket edildiğinin somut örnekleridir. Batı bu durumu kolay sahiplenmiş ve içselleştirmiştir. Nitekim üstten bakan tavrı itibariyle benimsemesi Batı için kolay bir durumdur. Batı merkezci tavır, Batı dışı toplumlarında aynı zaviyeden bakmakta olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Müslümanlar bütünüyle reddedilmese bile, ‘yabancı’, ‘farklı’ ve ‘normal olmayan’ vatandaşlar kategorisinde yeni dünya düzeninde bir yerlere konumlandırılması gereken ‘özel nüfus’ olarak algılandırıldılar.” (Tekin, 2017)

İslam ile dolayısıyla da Müslümanları bir tehdit olarak tanımlayan “İslamofobi”, ABD’nin Yüzyılı Projesine alan açan ve küresel siyasette işgal girişimlerine ve müdahalelerine meşru bir zemin kazandırılması 11 Eylül ile mümkün kılınmıştır. İslam’ın ve Müslümanların varlığı Batı özelinde bir tehdit olarak nitelendiren bir takım elitist entelektüellerin yorumları 11 Eylül sonrası için Amerika’nın dış politikasında etkili olmuştur.

11 Eylül Öncesi Küresel Tehdit

II’inci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler iki kutuplu bir seyir halindeydi. Savaş sonrasında dünya, politik anlamda ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler bloğu ile Sovyet Rusya’nın başını çektiği komünist devletler bloğu şeklinde ikiye ayrıldı. Bu andan itibaren uluslararası mücadelenin yeni adı Soğuk Savaş, düşman ise Komünizm ve onun temsilcisi ise Sovyet Rusya’ydı. 1947 yılında ABD Başkanı Truman tarafından başlatılan komünizm ile mücadele, ABD’nin etkisi altında başta Avrupa olmak üzere hemen bütün dünyada kısa sürede ülkelerin iç politikalarının en önemli konusu haline geldi.(TUNA KOCAOĞLU, 2020) Uluslararası alanda da ülkelerin dış politikalarında belirleyici unsur konumunu alan komünizm, küresel bir tehdit niteliğindeydi. Kapitalist devletler ile komünist devletler bloklarında ayırt edici en önemli husus iktisadi alanlardaydı. Toplumların dini, dili, kimliği ve etnisitelerinde ayrım söz konusu dahi değildi. Bloklar içinde yüksek düzeyde ekonomik ve siyasal işbirlikleri yapılmıştır.

Sovyetlerin Afganistan’ı İşgali

Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Afgan halkı cihat sürecini ilk etapta Abdullah Azzam tarafından yönetmiştir. Dünyanın dört bir tarafından cihat için Afganistan’a binlerce kişi Afgan yerel mücahitlerle birlikte kamplarda eğitim ve doktrinasyon sürecinden geçerek bizzat sıcak çatışmalarda yer almışlardır. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme kararı almasıyla beraber cihat neticesinin zaferle sonuçlandığına kanaat getirmişlerdir. Ayrıca bu dönemdeki Afgan cihadı hem ABD ve Batı ülkeleri hem de Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından aşırı düzeyde desteklenen bir süreç olmuştur.

Afgan cihadı başladığı yıllarda Usame bin Ladin aslında Suudi Arabistan’daki resmi Vehhabi görüşe tabi olan ve Suudi ailesiyle de iyi ilişkiler içinde olan bir işadamıdır. Ayrıca cihada katılması bizzat Suudi ailesinin teşviki ile gerçekleşmiş, Suudi Arabistan’ın izlediği politikanın sahada tatbik eden en önemli kişilerden biri olmuştur. Suudilerin ABD ile olan iyi ilişkilerinden dolayı Usame bin Ladin o dönemde ABD basını tarafından da özgürlük savaşçısı olarak yüceltilmiş ve müttefik olarak görülmüştür.

Gerek ABD’nin gerekse de Avrupai devletlerin bir cihat oluşumuna desteği aslı itibariyle komünizmin şiddetli bir tehlike olması hasebiyle gerçekleşmiştir. Sovyetlerin yıkılışıyla beraber tek kutuplu yapıya bürünen dünyada, mücadele edilmesi gereken küresel nitelikte bir düşmana ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç 11 Eylül sonrasında netleşerek meşrulaştı, o da İslamofobi olmuş oldu.

11 Eylül Sonrası İslamofobi’nin Şiddetlenmesi

Tarihsel açıdan dünya kamuoyunda güç sahibi elitlerin olaylar neticesinde algılar oluşturmada başarılı olmuşlardır.  11 Eylül ve sonrası için bu durumun en somut örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Karalama ve kötüleme açısından bir nevi şiddete maruz kalan Müslümanlar, öteki olmayı kabul etmeseler de gücün temsilcilerine karşı yekvücutta mücadele edememektedir. El-Kaide’nin üstlendiği 11 Eylül 2001 tarihindeki Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan intihar saldırıları dünya tarihini derinden etkilemiş ve uluslararası ilişkilerin gidişatını değiştirmiştir. 11 Eylül saldırısına ABD ile Avrupai devletlerin yapmış olduğu en önemli ve dikkat çekici analizlerin İslam karşıtlığı noktasında ortak paydada buluşulduğunu görmekteyiz. Daha evvelden Soğuk Savaş öncesi ve sonrası olarak 1990’ların başı, uluslararası ilişkileri betimlemede en fazla kullanılan kavram iken 11 Eylül 2001 tarihi, Soğuk Savaş’ın bitimi (1991) konseptinin de üzerine oturarak yakın tarihin en önemli dönüm noktası ve konsepti haline gelmiştir. 11 Eylül saldırısı sadece Irak Afganistan işgallerini değil, etkisi on yıllar hatta yüz yıllar sürecek İslamofobi’yi güçlendirdi. (İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül, 2017) 11 Eylül sonrası Jacques Derrida’nın; “burada stratejileri ve iktidar ilişkilerini görmek zorundayız. Hâkim güç, şartlara uygun yorumu ve terminolojiyi yerel ve dünya çapında meşrulaştırmayı veya hukukileştirmeyi başaran odaktır” (Devetak, 2017) İslam düşmanlığı özelinde sergilenen bu düşünce ve söylemler aydınlanma sonrası ortaya çıkan rasyonalist kibrin tezahürüdür. Modern seküler dünyanın zıttı olarak İslam’a ve Müslümanlara saldırıp Batı rasyonalizmini küllerinden yeniden doğurmaya çalışan bir zihniyettir.

BERLIN, GERMANY – AUGUST 18: Supporters of the pro Deutschland right-wing anti-Islam group hold up signs showing a mosque with a red line through it outside the Sahaba Salafite mosque on August 18, 2012 in Berlin, Germany. Approximately 80 pro Deutschland supporters are in Berlin to demonstrate outside Salafist, Muslim and left-wing buildings over the weekend. Similar demonstrations by the group in Bonn and Solingen earlier in the year sparked violence between Salafite counter-demonstrators and police. (Photo by Sean Gallup/Getty Images)

Sovyetler Birliğinin dağılmasının akabinde Batı özelinde komünizmin yerine İslam ve Müslümanlar düşman ilan edilmişlerdir. Soğuk savaş sonrası uluslararası siyasette yok olan düşmanın yeri 11 Eylül saldırısı ile dolduruldu. (Barnett, 2005) İslam’ı korku objesi haline getirecek söylem 11 Eylül terör saldırılarıyla vücut bulmuştur. 11 Eylül 2001 ikiz kule terör trajedisi de kültürler ve medeniyetler savaşının politik kazanç olarak kullanımına bir örnek olduğunu yakın tarih gösterecektir. (Tarhan, 2015) . Jeopolitik yorumcu Barnett, 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin eski güç çıkarlarını korumak ve Pentagonun yeni haritaları için, soğuk savaş sonrası tanımlanan çevreleme stratejisi yerine postmodern jeopolitik yöntemlerle küresel askeri operasyonlara stratejik bir kılıf hazırlandığına dikkat çeker. Dünyayı yeniden şekillendiren bu postmodern yeni dönemin kimliği henüz belirlenmemekle beraber oldukça tartışmalıdır. “Tek kutupluluk”, “küreselleşme”, “terörizm”, “önleme”, “postfordizm” veya “neo-liberalizm” kavramları yanında “yeni saldırı ve sömürgecilik”, “digital devrim”, “siber güvenlik” ve “çok kutupluluktan” bahsedilebilir. (Barnett, 2005)

Sonuç

Düşmanlığı sıradanlaştırdığınızda ve ayrımcılığı içselleştirildiğinizde, tüm siyasi anlayışlar buna göre tesis edilir, kanunlar öyle yorumlanır ve toplumsal algılar ona göre şekillenir. Toplu yanlışlıklar, sıradan ve normal bir durummuş gibi lanse edilir. İslam düşmanlığı da yürütülen algı operasyonları neticesinde bir normalleştirmenin gerçekleştiği ortadadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizmin Batı için bir tehlike olmaktan çıkması ile birlikte, Batılı güçler yayılmacı ve müdahaleci politikalarını meşrulaştırmak amacıyla yeni bir düşmana ihtiyaç duydular. Eski düşmanının yerine yeni bir düşman arayışı girişimleri Müslümanları hedef haline getirdi. Böylece yavaş yavaş gelişen Müslümanların ötekileştirilmesi, akabinde 1990’lı yıllarda İslamofobi olarak adlandırılan Müslümanlara karşı bir hareketin gelişmesine olanak sağladı. Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan araştırmalar ve kamuoyu yoklamaları bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı ayırımcılık, dışlama, nefret ve saldırıların sürekli artmakta olduğunu göstermektedir. Bu karşıtlık, 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırılar ve bu saldırıları müteakiben İspanya, Londra, Paris, Brüksel, Berlin ve Manchester gibi Avrupa başkentlerinde gerçekleşen saldırıların ardından endişe verici boyutlara ulaştı. Bu saldırıların ardından popülerlik kazanarak gittikçe daha fazla tartışılmaya başlanan İslamofobi kavramı; İslam ve Müslümanlara karşı rasyonel olmayan bir tür kuşku, korku, kin, nefret ve düşmanlık besleme anlamında kullanılmaktadır. (Aktaş, 2014) 11 Eylül itibariyle dünya kamuoyunda şiddetlenen ve meşrulaştırılan İslam ve Müslüman karşıtlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Kutsal mekânlara saldırıların arttığı gibi gündelik yaşamda dini ritüelleri yerine getiren Müslümanlara karşı kin ve nefret söylemi gittikçe artmaktadır. Özgürlüğüne ve insan haklarının hiçe sayılmasını öngören anlayışlar sadece söylem boyutunda kalmayıp, fiili olarak saldırgan tavır sergilenmektedir. Bunların yanı sıra İŞİD, DAEŞ yahut El-Kaide gibi terör örgütlerinin İslam ile bütünleşik olmadığını Müslümanların gerek davranışlarıyla gerekse de söylemleriyle fikri mücadeleye sımsıkı ve güçlü bir şekilde sarılmalıdır. Uluslararası haber ajansları vasıtasıyla kara propaganda hedefinde olan Müslümanlar, bu durumu içselleştirmeden medeniyetlerine sahip çıkarak ve meşru yöntemlerle mücadeleye devam etmelidir.

Kaynakça

  • AKTAŞ, M. (2014). Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 31-54.
  • Barnett, T. P. (2005). Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış. 1001 Kitap.
  • BAŞTÜRK, L. (2015, Ocak 31). Dünya Bülteni. İslamofobi DÜBAM’da masaya yatırıldı: https://www.dunyabulteni.net/dubam/islamofobi-dubamda-masaya-yatirildi-h321092.html adresinden alındı
  • BAYRAKLI, E., & HAFEZ, F. (2016). European Islamophobia Report 2015. SETA.
  • DAĞ, A. (2014). Ölümcül Şiddet ve Baudrillard’ın Düşüncesi. İstanbul: Külliyat Yayınları.
  • Devetak, R. (2017). Post Yapısalcılık. C. R.-S. Andrew Linklater içinde, Uluslararası İlişkiler Teorileri (s. 254-255). İstanbul: Küre Yayınları.
  • İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül. (2017, Eylül 11). European Islamophobia Report: https://www.islamophobiaeurope.com/tr/islamofobinin-tasiyici-kolonu-11-eylul/ adresinden alındı
  • KALIN, İ., & ESPOSITA, J. L. (2021). İslamofobi. İstanbul: İnsan Yayınları.
  • ÖZTÜRK, S. (2019). Küresel Terör Örgütü el-Kaide’nin Gelişimi ve Ön Plana Çıkan Liderleri Bağlamında “Cihad” Anlayışının Geçirdiği Değişimler. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 167-196.
  • Tarhan, N. (2015). Şiddetin Psikososyopolitik Boyutu. C. T. Ejder Okumuş içinde, Şiddet Karşısında İslam (s. 127). İstanbul: DİB.
  • TEKİN, A. R. (2017). Postmodernizm Perspektifinden 11 Eylül ve İslamofobi: Üretilen Korkunun Temelleri. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 97-121.
  • TUNA KOCAOĞLU, C. (2020). Soğuk Savaş Yıllarında Türkiye’de Komünizm Karşıtı. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 33-51.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/feed/ 0
Ekoturizm: Şavşat Şehri Örneği https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ekoturizm-savsat-sehri-ornegi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ekoturizm-savsat-sehri-ornegi/#comments Sat, 30 Jan 2021 10:00:03 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2226 Dünya Turizm Örgütü’nün (WTO) tanımına göre turizm; gidilen bölgede sürekli kalmamak ve gelir getirici hiçbir uğraşıda bulunmamak şartı ile bireylerin geçici süre konaklamalarından doğan olay ve ilişkilerin tümüdür. Milattan Önceki dönemlerden beri insanlar turizm faaliyetleri yapmaktaydı. Bu dönemde turizm için en önemli gelişme Sümerlilerin tekerleği icat etmesidir. Tekerleğin icadı ile turizmde ilk sıçrama yaşanmıştır. Bu dönemlerde turizm daha çok sağlık amaçlı olarak kaplıcalara ya da dini amaçlı kutsal bölgelere yapılmaktaydı. Sanayi Devrimi sonrasında gelişen teknolojiyle, ulaşımın kolaylaşmasıyla, seyahat acentalarının oluşması, turizmde ikinci sıçrama dönemine neden olmuştur. Bu dönemde turizm, kitlesel olarak dinlenme temelli deniz – kum – güneş çerçevesinde gelişmiştir. Postmodern dönemde ise küreselleşmenin etkisi, bireyselleşme ve farklılaşma çabaları, boş zamanı değerlendirme amacıyla turizmde üçüncü sıçrama dönemi yaşanmıştır. Kitlesel turizm  ikinci planda kalmıştır. Bu dönemde en çok yapılan turizm türlerinden biri kalabalık şehirsel yaşamdan bunalan insanların kişisel deneyimlere dayanan doğa, kültür, eğitim ve hobiye dayalı otantik deneyim sunan kırsal bölgelerde yaptıkları turizm olmuştur. Böylece turizm coğrafyasına ekoturizm kavramı eklenmiştir.

Ekoturizm, bir yerdeki geçmiş ve şimdi var olan kültürel ifadeler kadar, doğayı, yaban hayatını ve doğal bitkisini inceleme, doğa hayranlığı, görünüşünden zevk alma gibi belli amaçlarla kısmen bozulmamış veya kirletilmemiş doğal alanlara yapılan seyahattir. Ekoturistler için en önemli olan doğayla iç içe olmak, yerel halkın kültürünü ve yaşayışını deneyimlemektir. Bu fikri benimseyen ekoturistler; Yağmur ormanları, Uzakdoğu ve Afrika gibi ülkelere özgün deneyimler yaşamak için çok fazla harcama yapmaktan çekinmeyip uzun mesafeler kat etmektedirler. Türkiye’de birçok bölge ekoturizm yapmak için elverişlidir. Gerek doğal kaynakların zenginliğinden gerek kültürel zenginlikten dolayı Doğu Karadeniz ekoturizm yapılabileceği en iyi bölgelerden biridir. Doğu Karadeniz Bölgesinde en önemli ekoturizm destinasyonlarımız Rize – Ayder yaylası ile Trabzon – Uzungöl’dür. Fakat bu bölgeler taşıma kapasitesini aşmıştır. Kırsal bölgeye ferahlamak için gelen ekoturistler yoğun nüfus ve kargaşa ile karşılaşmaktadır. Bu da bize ekoturizm için olan talebi göstermektedir. Yoğun talebi karşılamak için çevre bölgelerde ekoturizm alanları geliştirilmeli ve tanıtımı yapılmalıdır.

Tanıtımı yapılıp geliştirilmesi gereken ekoturizm kapasitesi olan şehirlerimizden biri Şavşat’tır. Şavşat, Artvin’in ilçesi olup Gürcistan, Ardahan, Artvin ve Borçka’ya komşu olan şehrimizdir. Kırsal alanları, doğal güzellikleri, kültürel öğeleri sayesinde 2015 yılında sakin şehir unvanını almıştır. Sahara-Karagöl ile Hatila Vadisi korunan milli park bölgelerdir. Ayrıca birçok nadir bulunan bitki türleri tabiat anıtı ilan edilmiş ve çeşitli sözleşmeler ile koruma altına alınmıştır. Sarp dağlardan dolayı arazi yüksek ve eğimlidir. Vadiler çok dar ve derindir.  Düz yerler yok denilebilecek kadar azdır. Topografyasının önemli kısmını Kaçkar Dağları, Sahara Dağı, Berta, Hatila, Papart ve Çoruh vadileri oluşturur. Bu önemli jeomorfolojik alanlar flora ve fauna çeşitliliği açısından çok önemlidir. 200 Ekolojik Bölgesinden biri olan “Kafkasya-Anadolu Hırkan Ilıman Ormanları”, hem de “Kuzeydoğu Anadolu Bitkisel Çeşitlilik Merkezi” içerisindedir. Özellikle vadilerde Karadeniz (Öksin) kökenli bitkiler ile birlikte çok sayıda Akdeniz kökenli bitkiler ve endemik birçok bitki topluluğu bulunmaktadır. Dağların 1300-2100 yükselti aralığında ise Iran- Turan kökenli geniş yapraklı ve iğne yapraklı ormanlardan göknar, sarıçam, meşe, ladin, porsuk, karaağaç, kestane, kayın, kavak, söğüt, huş, gürgen, orman gülü, kara mürver, alıç gibi birçok tür vardır. İçerisinde birçok endemik bitki topluluğu bulunduran sulak vejetasyonlar, tahribatlar sonucu oluşan sulpalpin vejetasyonu, kayalıklar üzerinde ise kaya vejetasyonu bulunmaktadır.

Ali Fuat GÜRSES
Ali Fuat GÜRSES

Şavşat şehrinde bulunan göller, dağ ve vadi alanlarındaki gibi hem biyoçeşitlilik hem de görsellik bakımından yine çok önemli bölgelerdir. Arsiyan Gölleri; Arsiyan Dağı’nın üzerinde 2200 – 2400 metre yükseltide üzerinde yedi adet buzul göllerinden oluşmaktadır. Göllerin üzerinde 12 tane yüzen ada bulunmasından dolayı  çok önemli bölgelerdendir. Arsiyan Dağı’nda birçok çalı ve çiçek türleri bulunmaktadır. Saklı Göl (Balıklı Göl) ve Rutav Gölü de Şavşat ilçesinde 1500 metreden daha yüksekte bulunan önemli göllerdendir. Bu göller, Arsiyan Göllerinden daha alçakta bulunduğundan, geniş yapraklı ağaçlardan Üvez, Akçaağaç, fındık gibi ağaçlarla çevrili olduklarından farklı bir görsellik sunmaktadır.

Hatila Vadisi’nin biraz ilerisinde bulunan Bazalt Sütunları,jeoturizm açısından önemlidir. Aynı zamanda jeoturizm açısından Peribacaları’nın bulunduğu bölgeler turizm açısından önemli bölgelerdir.

Bu bölgelerde ekoturizmin öğrenmeye dayalı aktivitelerinden omitoloji ( kuş gözlemciliği), doğa fotoğrafçılığı, yaban hayatı gözlem, botanik, turizm potansiyellerine sahiptir. Bu turizm türleri sayesinde; yerel halk için iş imkânları artabilir (tur rehberleri, park bekçisi). Korunan alanlardaki giriş-çıkış kontrolünün yapılması ve girişlerin ücretlendirilmesi sayesinde yerel halkın ekonomik olarak kalkınması sağlanabilir. Oluşturulacak ziyaretçi merkezlerinde verilecek eğitimler sayesinde çevresel eğitim artar. Bu sayede çevrenin ve bozulmaların farkına varılması ile toplumun davranış ve kullanım şekilleri değişir. Doğal ve kültürel miras korunmuş olur. Zengin bitkisel çeşitliliğe ve olağanüstü doğaya sahip olan Artvin ilinde, az maliyetle yöredeki bilinmeyen bitkileri popüler hale getirmek, halkın doğaya duyarlılığını artırarak halkının ekonomik ve kültürel yönden gelişmesini sağlamak, turizmi canlandırmak, ekoturizmin artmasını sağlamak mümkündür.

Sarp kayalıklardan oluşan eğimli dağlık bölgeler de ekoturizmin eğlenmeye dayalı aktiviteler olan dağcılık, safari, balon turizm, yamaç paraşütü, kanoculuk, rafting, zipline bisiklet turizm, atlı doğa gezintisi gibi birçok aktivite yapılabilmesine olanak sağlamaktadır.

Cevizli near Savsat is a small village famous for its log houses. gettyimages

Ekoturizmin en önemli unsurlarından birisi de turistlere otantik deneyim sağlanabilmesi için yörenin kendine has kültürünün bulunmasıdır. Şavşat şehri sanayi bölgesinden uzak, küreselleşme etkisinin gözükmediği bir yer olduğundan kültürlerini yöre halkı koruyabilmişlerdir. Burada birkaç kültür bulunmakla birlikte en fazla Kafkas kültürüne ait yeme-içme, dans, müzik değerleri bulunmaktadır. Ayrıca köylerdeki mimari de küreselleşmenin etkisinde bulunmamış, kendine özgü mimari süslemesi bulunmaktadır. Şavşat evleri yalnızca ahşaptan ya da altı taş,üstü ahşap olmak üzere inşa edilmiştir.

Şavşat şehri ekonomik kazanç elde edilebilecek faaliyetler açısında uygun olmayan şehirlerden biri olduğundan göç veren şehirlerimizdendir. Ekoturizmin bu bölgede gelişmesinin sağlanmasıyla hem yöre halkının geçimine katkıda bulunacaktır hem de Türkiye’de turizmin tek geliştiği bölge Akdeniz olmaktan çıkıp Akdeniz bölgesinin yükünü de alacaktır. Tabii burada dikkat edilmesi gereken nokta ekoturizmin sürdürülebilir turizm içerisinde yapıp taşıma kapasitesini aşmamak ve bölgeye özellikle endemik türlere zarar vermemek gerekir. Ekoturistlerin çevreye etkilerini en aza indirmesi ve ev sahibi kültürlere saygı duyması gerekmektedir.

Kaynakça

  • Alkan, C. (2015). Sürdürebilir Turizm: Alaçatı Destinasyonuna Yönelik Bir Uygulama, Yaşar Üniversitesi, 10/40
  • Çoruh, S. (1979). Turizm Ekonomisi. Ankara: Güven Matbaası.
  • Eminağoğlu, Ö. (2015). Artvin’in Doğal Bitkileri
  • Erdoğan, N. Erdoğani İ. (2005). Ekoturizm Betimlemeleriyle İletilenlerin Doğası
  • Nuray, T. (2012). Turist Rehberlerinin Ekoturizm Alanındaki Yeterlilikleri: Doğu Karadeniz Örneği, Balıkesir
  • Kozak, M. A. Evrem, S. Çakır, O. (2013). Tarihsel Süreç İçinde Turizm Paradigması. Turizm Araştırmları Dergisi, Cilt 24, S:7*22
  • Gürses, A. F., Karagöl-Şavşat, 2018, (https://alifuatgurses.myportfolio.com/karagol-savsat), Artvin
  • https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/56784
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/ekoturizm-savsat-sehri-ornegi/feed/ 12
Göbeklitepe Neyi Yıktı? https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/gobeklitepe-neyi-yikti/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/gobeklitepe-neyi-yikti/#respond Sun, 24 Jan 2021 19:42:34 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2213 Göbeklitepe, 12.000 yıllık büyük tarihiyle günümüzde hala birçok gizemini koruyan kazılması gereken birçok katmanı olan ve kendimizi anlamamıza yardımcı olacak insanlık tarihi hakkında deliller ve ipuçları barındıran insanlığın bugüne kadar bulunmuş en eski yapısıdır. Yapı, gerek keşfedilişiyle gerekse yıllar içinde yapılan kazılar ile gün geçtikçe daha önemli bir konuma yükselmektedir. Daha başka yeni keşifler yapılana kadar da insanlık tarihinin sıfır noktası olarak kalacaktır.

Öncelikle Göbeklitepe’nin günyüzüne çıkarılış sürecine bakmakta fayda var. 12.000-14.000 yıl önce inşa edilmeye başlandığı düşünülen ve bugüne kadar bulunmuş en eski insan yapımı tapınak olarak kabul edilen Göbeklitepe, binlerce yıl gizli kaldıktan sonra yöre halkından bir kişinin tarlasını sürerken sabanına takılan bir taşı müzeye 1983 yılında teslim etmesiyle ortaya çıktı. Göbeklitepe, arkeologlar tarafından aynı yıl incelendi ama Türkiye’nin birçok bölgesinde sıkça rastlanan Ortaçağ mezarlıklarından olduğu düşünülerek ne kadar önemli olduğu anlaşılamadı. Bu sebepten dolayı yapının gizemli tarihi üzerinde 1994 yılına kadar ciddi hiçbir çalışma yapılmadı. Şanlıurfa müzesinde çalışmalar yaptığı esnada Arkeolog Klaus Schmidt’in tesadüfen fark ettiği bir kenara kaldırılmış taş, bu önemli keşfin ilk basamağını oluşturdu. Schmidt’in bu taşın ne kadar önemli ve eski olduğunu anlaması onu bölgeye taşıdı ve alanın gerçek önemini fark etmesine sebep oldu. Böylece Schmidt 1994 yılında bölgede kendi araştırmalarına başladı. Schmidt’ın başlattığı kazılar bugün hala devam etmekte ve uzun yıllar devam edecek gibi görünmektedir. Kazılar kimi otoriteler tarafından insanlık tarihinin bugüne kadar yapılmış en büyük arkeolojik keşfi olarak gösterilmektedir.

Göbeklitepe’nin tarih sahnesinden silinişi, çıkışı kadar ilginç ve sır doludur. Şuanki bulgulara göre tepedeki yapılar bir zaman sonra bilinçli bir şekilde çakıl veya toprak dolgularla gömülmüş ve ardından üzerlerine yenileri inşa edilmiştir. Tabii ki nesiller boyunca devam eden bu işlemler tepenin doğal olmayan yollarla yükselmesine neden olmuştur. Tepe, insanlar tarafından son kez gömüldükten veya son yapının zaman içinde doğal yollarla toprak altında kalmasından sonra 10.000 yılı aşkın bir süre boyunca toprak altında kalmıştır. Yapının uzun yıllar toprak altında bulunmasına rağmen yöre halkı üzerinde gizemli bir şekilde varlığını ve etkisini koruduğu söylenebilir.  Yapının fiziksel varlığı yeni keşfedilmiş olsa da aslında yapı binlerce yıldır varlığını ve etkisini korumuştur. Örneğin Göbeklitepe’ye çok yakın olan ve çocuğu olmayan kadınların dua etmek amacıyla götürüldüğü alanda yapılan incelemede toprak altından doğum yapan kadın tasviri işlenmiş taş bulunmuştur. Bu da yapının nesiller boyunca kültürel hafıza yoluyla taşındığının kanıtlarındandır. Buradan hareketle şunu ifade edebiliriz ki, halk arasında varlığını sürdüren sözlü kültür sadece hurafeler ve efsaneler olarak algılanmamalı. Çünkü belki bunlar büyük bir keşfin şifrelerini taşımaktadırlar.

Göbeklitepe’nin mimari yapısındaki gizemi zaman içinde çözüme kavuşturulacaktır. Fakat bugün elimizdeki veriler bize şunu göstermiştir ki ; dönemin insanları dini bir takım ritüeller yapmak maksadıyla bu yapıları inşa etmişlerdir. Yapılardaki ifadelerin/şekillerin anlamı ve o dönemki insanların neye taptıkları bugün bir sırdır ve büyük ihtimalle yarın da sır olarak kalmaya devam edecektir. Çok katmanlı bir özellik taşıyan Göbeklitepe kazıldıkça daha da derinleşecek ve içinde barındırdığı sıralarla bizleri daha da şaşırtacaktır. Bildiğimiz ve bu güne kadar insanlık tarihi adına inandığımız birçok bilginin değişeceği görülmektedir. Belki de evren ve varlığa ilişkin inanç ve görüşlerimizi değiştirecek ve çok farklı bir paradigmanın oluşmasına yol açacak sırlar ile yüz yüze geleceğiz veyahut eski bildiklerimiz somut kanıtlar ile desteklenecek ve tarih öncesi dönemle ilgili olarak tahmin ettiğimiz tüm görüşler yanlışlanacaktır.

Mimari açıdan Göbeklitepe’nin en önemli tabakasında büyük dairesel planlı odalar yer almaktadır. Şu ana kadar gün yüzüne çıkarılan dört oda bulunmasına rağmen jeo radar taramalarında tespit edilmiş olan ve hala toprak altında olan en az 16 odanın daha olduğu düşünülmektedir. Gün yüzüne çıkarılan ve Göbeklitepe ile özdeşleşen ve yapının merkezinde bulunan T şeklindeki dikili taşların dini bir takım ritüeller yapmak maksadıyla inşa edildiğini göstermektedir. Merkezdeki T şeklinde taşlar karşılıklı bir şekilde yere gömülmüş ve destek almaksızın dik dururken kenarlardaki T şeklindeki taşlarının arasına duvarlar örülmüştür. Merkez taşlarda kabartma kol ve eller bulunurken bu taşlara herhangi bir yüz tasviri bulunmamaktadır. Kenar taşlarının üzerinde ise yılan, tilki, yaban domuzu ve kuşlar gibi çeşitli hayvanların tasvirleri bulunmaktadır. Merkez taşlardaki el-kol tasvirinin bulunup herhangi bir yüz tasvirinin bulunmaması, taşların insanüstü varlıkları veya farklı bir boyutun varlıklarını temsil ettiklerinin düşünülmesine neden olmuştur.

Göbeklitepe’de yapılan kazılardan elde edilen bulgulara göre; dönem, insanların sosyal yaşamları hakkında da bizlere bir fikir vermektedir. Göbeklitepe halkının avcılık ve hayvancılıkla yaşamlarını sürdürdüğünü, henüz tarımın yapılmadığı dönemde bu yapıyı inşa ettiği düşünülmektedir. Kazılardan elde edilen bulgular arasında çok sayıda yabani hayvan kemiğine rastlanması da insanların avcılık ve toplayıcılık ile uğraştığının büyük bir kanıtıdır. Yani daha Neolitik dönemi yaşayan bu insanlar, en ilkel aletler olan taşlarla bölgede bulunan kireçtaşlarını kesmiş, işlemiş ve yontmuş, tonlarca ağırlığındaki bu taşları 2-3 kilometre öteden taşıyarak tepeye çıkarmış ve dikmişlerdir. İnsanların dini bir takım ritüel ve inanışlarla yerleşik hayata geçtikten sonra inanmaya ve uygulamaya başladıklarına ilişkin bu güne kadarki kabul edilen görüşün aksine elde edilen bulgular, zincirleme bir şekilde insanlık tarihini etkileyebilecek bilgiler sunmaktadır.  Sadece bu ihtimalin var olma olasılığı bile insanlık tarihi ve insanlığın kendisi için çok şaşırtıcı ve büyük bir olaydır.

Öte yandan Göbeklitepe’nin bulunduğu alanın konumu, keşfedilen devasa boyutlu taşlar ve bu taşların getirildiği mesafenin uzaklığı ve devasa bir inşaat alanı; dönemin insanlarının, sanıldığının aksine büyük bir organizasyon yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir. Bununla birlikte uzun bir zaman dilimini kapsayan çağın ilerisinde bir mühendislik bilgisine ve aynı zamanda taşların şekillendirilmesi için gerekli olan jeoloji bilgisine de sahip oldukları yorumunu güçlendirmektedir.

Sonuç olarak bulunduğu tarihten itibaren bilim dünyasında büyük tartışmalara neden olan Göbeklitepe uzun yıllar daha bu tartışmalara merkez olacak gibi görünmektedir. Tüm gizemi; hakkındaki soru ve cevaplardan çok daha önemli olarak bilim dünyasında neredeyse kesin olarak kabul edilen teorilerin sadece bir arkeolojik kazı ile nasıl yerle bir olabileceğini ve bu teoriler yerine hızlı bir şekilde yeni ve daha doğru teorilerin nasıl kurularak bilim dünyasının insanlık tarihini araştırmaya ve aydınlatmaya devam ettiğini en yakın örnekleriyle görmüş ve öğrenmiş oldum. İnsanlık tarihi konusundaki kesin diye ifade ettiğimiz yüzyıllara dayanan araştırma ve bu araştırmalara dayalı birçok bilim insanının oluşturduğu açıklamaların ve kabullenin, bir çiftçinin bulduğu bir taş ile bir anda değişmesi asıl sarsıcı olandır.

Son olarak belki de asıl ironik olan, Anadolu’nun ücra bir köşesinde yaşayan sıradan bir çiftçinin tarlasını sürerken bulduğu taşın önemini anlayarak müzeye götürmesi ama bilim insanları tarafından taşın gerçek değerinin anlaşılmasının on yılları almasıdır.

 

KAYNAKÇA

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/gobeklitepe-neyi-yikti/feed/ 0
Yorum: İslamofobinin Türkiye Yansımaları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/#respond Thu, 21 Jan 2021 12:52:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2172 Türkiye’deki İslamofobiyi anlatmadan önce genel manada İslamofobiyi açıklamamız gerekir. İslamofobi; İslam’a, Müslümanlara ve Müslümanların değerlerine nefret ve kin beslemek İslam’dan ve Müslümanlardan korkmak anlamlarına gelir. İslamofobi, kelime olarak ilk defa 1991 yılında kullanılmış olup 11 Eylül saldırılarıyla da lügatimizde iyice yer edinmiştir. Tabi ki İslamofobinin başlangıcı 1991 yılı değildir. İslam’ın doğuşuyla beraber Mekkeli müşrikler islamofobik bakış açısına sahip olmuşlardır. Daha sonra Tarık Bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethiyle Avrupa’da da İslamofobik hareketler görülmüştür.

İslamofobinin ülkemize giriş zamanı olarak Osmanlı’nın son dönemlerini işaret edebiliriz. Osmanlı, yıkılış dönemindeyken devleti tekrar ayağa kaldırmaya çalışanlar, bazı önerilerde bulunmuşlardır. Bu düşüncelerin en önemlileri ise İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Batıcılıktır. Buradaki Batıcılık anlayışını açmak gerekirse bizi Doğu’ya bağlayan her şeyden bağlarımız koparıp yüzümüzü sadece Avrupa’ya çevirmemiz gerektiği anlamına geldiğini iddia edebiliriz. Bu Batıcılık anlayışını ortaya atan kişi, Abdullah Cevdet isimli Osmanlı siyasetçisidir. Abdullah Cevdet aynı zamanda İttihat ve Terakki partisinin kurucularındandır

İslamofobinin ülkemize ilk girişi bu Batıcılık anlayışıyla gerçekleşmiştir diyebiliriz çünkü daha sonraki zamanlarda bu Batıcılık anlayışı modernleşmenin tek kapısı olarak görülmüştür. Cumhuriyet döneminde ülke siyasetine yön veren gerek aydınlar gerekse siyasetçiler modernleşmek için Avrupa’ya benzemenin gerektiğini söylemeye devam etmişlerdir. Avrupa’ya benzemek için Doğu’dan kopmamızı ısrarla ifade ederek bunun için Osmanlıyı ve onunla beraber geçmişimizi unutmak gerektiği sonucuna varmışlardır. Çünkü zamanında Haçlı Seferleri’ne hedef olan bir devletin düşünce dünyasını Avrupa elbette ki kabul etmeyecekti. Peki geçmişimizin unutulması için ne yapılması lazımdı? Tabi ki İslam’dan kopmak ya da İslam’dan uzaklaşmak lazımdı çünkü Haçlı Seferlerini yapanlar bu seferleri bir ülkeye veya bir zümreye yapmamıştı. Haçlı Seferleri direkt İslam’a karşı yapılmıştı ve bu yüzden Batıcılara göre İslam’dan uzaklaşmak gerekiyordu. Bu gereklilik, zaman içinde Müslümanlara karşı çeşitli şekilde üstü açık veya kapalı şiddete neden oldu. Bu şiddet bazen hakaret bazen gerekli hak ve özgürlüklerin kısıtlanması bazen de gerçek bir fiziksel şiddet olarak dile getirildi. Gelin bu şiddetlere birkaç somut örnek verelim.

Bu şiddet örneklerinden ilki ve bence en önemlisi Türkiye siyasetinden ve gündeminden en uzak olan kişinin dahi bildiği 28 Şubat olayıdır. Çünkü 28 Şubat olayı İslam düşmanlığının ilanıdır. 28 Şubat süreci İslam’la yaşayan Müslüman halkının hak ve özgürlüklerine, psikolojisine hatta vücuduna saldıracak kadar ileri gitmiş bir süreçtir. Namaz kılanın fişlendiği, dininin gereği diye başını örtenin devlet dairesine hatta hakkıyla kazandığı okula alınmadığı bu dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz karası dönemlerinden biri olarak yerini almıştır.

Burada parantez açmak isterim. İslam ve İslam’ın değerlerine saldırı bu süreçte başlamamıştır. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında şapka takmak zorunlu hale gelince dininin gereği olarak şapka takmayıp sarık takan onlarca alime zulmedilip onlarca alim öldürülmüştür. Ezanlar Türkçe okutulmuş hatta TBMM‘de Kur-an’ı Kerim’deki sure isimlerinin değiştirilip bazı ayetlerin çıkarılması gündem olmuştur. Yani 28 Şubat süreci ilk değildir ve biz İslam’ı her platformda savunmazsak sonda olmayacaktır.

İslamofobinin önemli ayaklarından biri medyadır. Çünkü medya insanı manipüle edebilecek bir güçtür ve manipüle etmektedir de. Gerek sinema filmleriyle gerek çıkarılan dergiler veya gazetelerle İslam, Türk halkına kötülenmektedir. Hepimizin gülerek izlediği Yeşilçam filmleri buna örnektir. Yeşilçam filmlerinin bazılarında hiçbirimizin sevmediği insanları kazıklayan ve dolandıran bir bakkal figürü vardır. Bu bakkal figürü daima hacı olur veya evlere temizliğe giden kadın daima türbanlı olur. O türbanlı kadın hiçbir zaman önemli mesleklerde olmaz ya da din adamları, bakkal figüründe olduğu gibi halkı dolandıran kişiler olarak gösterilmiştir. Tabi bu örnekler sadece buzdağının görünen yüzüdür.

Penguan Dergisi,14 Şubat 2011

Bir de bu zihniyetin dergi ve gazete ayağı vardır. Bu zihniyet dergi ve gazeteleriyle yeri geldiğinde alenen, yeri geldiğinde ise üstü kapalı bir şekilde İslam’a ve İslam’ın değerlerine hakaret etmekten geri durmamıştır.  Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi bu zihniyet, İslam ve İslam’ın değerleriyle dalga geçmeyi kendine vazife edinmiştir. Yeri geldiğinde “Allah yok, din yalan” demiş, yeri geldiğinde Müslümana mikrop demiş ve yeri geldiğinde başörtü takan kadını köpeğe benzetecek kadar ileri gitmişlerdir ve bunlar daha nicelerinden birkaçıdır. Zaman zaman yayınladıkları şeyler tepki çektiği için özür dilemişlerdir ama özürlerinin timsah gözyaşlarından bir farkı yoktur.

Bütün bu anlattıklarımız kalın bir ansiklopediyi doldurabilecek bir konunun sadece bir iki yaprağı mahiyetindedir. İslam’ın doğuşundan günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan hak batıl mücadelesinde her zihniyet zihin dünyasının gereğini yapmaya çalışacaktır. Burada önemli olan bu mücadelede safını doğru belirlemek ve inandığımız değerler uğruna en az batıla inananlar kadar mücadele edebilmektir. Özellikle İslam dünyasının mihenk taşı olan ülkemizde sahip olduğumuz en büyük değer olan İslam’ı bütün zararlı akımlara karşı müdafaa etmektir. Bunun için önce zihin dünyamızı bütün kötülüklerden arındırmalı, çağın sorunlarına cevap verecek ilmi bir birikimi oluşturmalı ve inandığımız değerleri hayatımızda tatbik etmeliyiz. Etmeliyiz ki bizi öldürmeye gelen her şey bizde hayat bulsun.

KAYNAKÇA

 

 

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/feed/ 0
Öz Şefkat ve Anne-Baba Tutumu https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/oz-sefkat-ve-anne-baba-tutumu/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/oz-sefkat-ve-anne-baba-tutumu/#comments Sat, 09 Jan 2021 13:36:24 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2141 Kişilik ve benlik gelişiminin oldukça büyük bir kısmının şekillendiği çocukluk yıllarında anne-baba tutum ve davranışları öz şefkat düzeylerinde belirleyici rol oynamaktadır. Mead’e göre çocuk, önce ebeveynlerinin tutum ve davranışlarını gözlemleyerek model almakta ve sonrasında bu tutum ve davranışları içselleştirerek kendi kişiliği ve benliğine dâhil etmektedir. Dâhil ettiği bu tutum ve davranışları ise ilerleyen dönemlerde hem kendisine hem de diğer insanlara yansımaktadır. Nitekim anne baba tutum ve yaklaşımları, çocukların yetişkinlik döneminde kendisine ve diğer insanlara olan şefkat, anlayış ve nezaket düzeyini belirlemektedir.

Öz şefkat düzeyinde etkisi olan anne-baba tutumları çeşitli sınıflara ayrılmaktadır. Bunlar demokratik/dengeli anne baba tutumu, koruyucu anne baba tutumu, otoriter anne baba tutumu ve ihmalkâr/ilgisiz anne baba tutumu olarak gruplandırılmaktadır. Demokratik anne baba tutumu, çocukların kişilik ve benlik gelişimleri açısından en sağlıklı olan tutumdur. Bu tutumu sergileyen anne babalar çocuklarına karşı duygusal destek vererek özgürce yaşamaları için koşullar sunmaktadır. Belli sınırlar dâhilinde anne babalar çocuklarını denetlemekte, izin vermekte ve çocuklarının sorumluluk duygusunu kazanarak öz güvenli yetişmelerine olanak sağlamaktadırlar. Çocuğun kendini gerçekleştirmesine izin veren bu tutum aynı zamanda öz şefkat düzeylerinin gelişiminde oldukça etkilidir. Koruyucu anne baba tutumunda, çocuklar üzerinde çok fazla ilgi ve sevgi olmasına rağmen oldukça fazla müdahale ve korumacı tavır da bulunmaktadır. Çocukların yerine getirebilecekleri sorumlulukların bile önüne geçilerek bu sorumluluklar anne baba tarafından yapılmaktadır. Bu sebeple koruyucu anne baba tutumuna sahip bireylerin çocukları, kendine güvensiz ve başkalarına bağımlı yetişmektedirler. Otoriter anne baba tutumu katı bir disiplin ve yetersiz duygusal destek sebebiyle öz şefkat düzeyini en olumsuz etkileyen tutumdur. Anne babalar çocuğun hiçbir istek ve arzusunu dikkate almadan tamamen kendilerine uygun şekilde düşünmesi, hareket ve itaat etmesini istemektedirler. Sık cezaya başvurulan bu tutumda saldırganlık düzeyinin arttığı ve özsaygı ile öz şefkat düzeyinin olumsuz etkilendiği ifade edilmektedir. İhmalkâr anne baba tutumu ise duygusal desteğin ve disiplinin bulunmadığı tamamen ilgisiz anne babadan oluşması dolayısıyla riskli ve olumsuz tutum olarak dile getirilmektedir. Yapılan araştırmalarda bu tutumu sergileyen anne babaların yetiştirdiği çocuklar da alkol-madde kullanımları ve suç yatkınlığının diğer tutumlara göre daha fazla olduğu sonucuna varılmıştır. Aynı zamanda çocuğun görmezden gelindiği bu tutum içerisinde ilgi ve sevgi hissetmemesinden kaynaklı öz şefkat düzeyinin oldukça düşük olduğu ifade edilmektedir.

İlgili alanyazın incelendiğinde yapılan bir çalışmada, öz şefkat ile erken çocukluk dönemi deneyimleri ve bağlanma arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu araştırmada iki ayrı çalışma yürütülürken ilk yapılan araştırma sonucunda aşırı korumacı ebeveyn, ebeveynin çocuğa yönelik tutumunun soğuk olması ve anne-baba reddi yüksekliğinin düşük öz şefkat düzeyini ortaya çıkardığı görülmektedir. İkinci çalışma sonucunda ise çocukluk döneminde oluşan güvenli bağlanma stilinin öz şefkat düzeyini arttırdığı sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveyn tutumlarının öz şefkat düzeyine etkisinin incelendiği bir diğer araştırmada ise demokratik anne-baba tutumlarının öz şefkat düzeyini arttırdığı saptanırken otoriter anne-baba tutumlarının öz şefkat düzeyini olumsuz yönde etkilediği bulunmuştur. Bahsedilen araştırma bulgularından yola çıkılarak ebeveyn tutumları ve  çocukluk yılları deneyimlerinin öz şefkat düzeyi üzerinde oldukça etkisi olduğu söylenebilir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde çocukluk yıllarında ebeveynlerinden gereken ilgi, sevgi ve şefkati gören çocukların yetişkinlik döneminde kendisine ve diğer insanlara da gördükleri sevgi ve şefkati yansıttıkları söylenebilmektedir. Aynı zamanda çocukluk yıllarında ebeveynleri tarafından şefkat gösterilmeyen, fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan çocukların yetişkinlik döneminde bunu hem kendisine hem de diğer insanlara yansıttıkları, şefkat düzeylerinin düşük olduğu ifade edilmektedir.  

Öz şefkat gelişimi, bireyin kendisine karşı eleştirel ve yıkıcı olmasını engelleyerek daha şefkatli ve dengeli bir şekilde yaklaşmasını sağlamaktadır. Bu sebeple öz şefkatli bireyler, düşüncelerinin olumlu olmasına özen göstererek yaşadıkları olumsuz düşüncelerin etkisini hafifletir. Ayrıca öz şefkat, bireyin yaşadığı olumsuz durumlar ile başa çıkma kaynağı olabilirken öz şefkatli bireylerin olumsuz olayları bir deneyim olarak gördüğü varsayılmaktadır. Aynı zamanda öz şefkat düzeyi gelişmiş bireyler kendilerine olduğu gibi diğer insanlara karşı da anlayışlı, şefkatli ve nazik davranmaktadırlar. Bu bağlamda kişinin yaşamında öz şefkat gelişiminin önemli etkileri bulunabilmektedir.  Anne ve babaların çocuklarına yönelik yansıttıkları tutumlar, çocukların öz şefkat düzeyini, öz şefkat düzeyi ise çocukların güçlükler karşısında kendileriyle olan ilişkisini belirlemektedir. Anne babaların  çocuklarına yönelik tutum ve davranışları hususunda demokratik tutumu benimsemeleri oldukça önem taşımaktadır.  Ebeveynlere gerekli bilgilendirmelerin yapılması ve bu bilgilendirmelerin ebeveynler tarafından göz önünde bulundurulması sonucu sevgi ve şefkat dolu bireyler yetiştirecekleri öngörülmektedir.

 

KAYNAKÇA
• Allen, A. B., & Leary, M. R. (2010). SelfCompassion, stress, and coping. Social and personality psychology compass4(2), 107-118.
• 
Andiç, S. (2013). Ergenlik döneminde zihni meşgul eden konularla ilişkili değişkenler: Bağlanma tarzları, öz-şefkat ve psikolojik belirtiler (Doctoral dissertation, University of Ankara).
• Germer, C. K., & Neff, K. D. (2013). Self‐compassion in clinical practice. Journal of clinical psychology69(8), 856-867.
• 
Gözübüyük, N. (2016). Okul öncesi dönem çocuklarında davranış sorunlarının anne-baba tutumu ve öz-kontrol ile ilişkisinin incelenmesi (Master’s thesis, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
• 
Kaya, M. (1997). Ailede anne-baba tutumlarının çocuğun kişilik ve benlik gelişimindeki rolü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi9(9), 193-204.
• 
Kır Demirhan, A. (2020). Beliren yetişkinlerin iyi oluşlarının öz şefkat ve bağlanma özellikleri bakımından incelenmesi (Master’s thesis, Maltepe Üniversitesi).
• 
Küçük, M. (2020). Yetişkinlerin öz şefkat, bağlanma stilleri ve psikolojik iyi oluş özelliklerinin incelenmesi (Master’s thesis, İstanbul Gelişim Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü).
• 
Sezer, Ö. (2010) Ergenlerin kendilik algılarının anne baba tutumları ve bazı faktörlerle ilişkisi. Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi. 1-19
• 
Sümer, N., Gündoğdu Aktürk, E., & Helvacı, E. (2010). Anne-baba tutum ve davranışlarının psikolojik etkileri: Türkiye’de yapılan çalışmalara toplu bakış. Türk Psikoloji Yazıları13(25), 42-59.
• 
Yılmaz, M. T., & Kesici, Ş. (2014). Anne baba tutumları ve kardeş sırasının üniversite öğrencilerinin öz-anlayışlarının gelişimine etkisi. OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 4(6), 131-157.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/oz-sefkat-ve-anne-baba-tutumu/feed/ 7
Analiz: Genel Hatlarıyla Azerbaycan Ekonomisi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/genel-hatlariyla-azerbaycan-ekonomisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/genel-hatlariyla-azerbaycan-ekonomisi/#respond Mon, 04 Jan 2021 05:39:25 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2094 1990 yıllarına doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılma süreci hızlanmıştır. Uzun yıllar boyunca SSCB’nin hegemonyasında kalan ve dış müdahalelere kapalı olan Kafkas coğrafyası, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dış etkilere açık bir hale gelmiştir. Bu çerçevede Kafkasya tehlikeli bir bölge haline gelirken bu durumu fırsat bilen Azerbaycan, Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde bağımsızlık harekatı başlatmıştır. Bu bağımsızlık mücadelesi kısa sürede sonuç verdi ve Azerbaycan Cumhuriyeti fiilen kuruldu.

Azerbaycan; 1991 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra önemli siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik problemlerle karşı karşıya gelmiştir. Bu problemlerin arasında sürekli dünyanın gözü Azerbaycan’ın üzerinde olmasına sebep olan problem de ekonomik problemdir. Yeraltı zenginliklerin ve gaz-petrol boru hatlarının geçtiği önemli bir jeopolitik konumu olması hasebiyle dünyanın diğer süper güçlerinin de gözünün buralara kaymasına sebep olmuştur.

Azerbaycan’ın da içinde bulunduğu Kafkasya bölgesi, Rus ekonomisi için tam anlamıyla bir ham madde kaynağıydı. Kuzey Kafkasya’da Rusya’nın içinde bulunan Çeçenistan, Dağıstan, Tataristan gibi özerk cumhuriyetler Rus petrolünün yarıya yakın kısmını üretmektedirler. Güney Kafkasya’daki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sahip olduğu petrol yatakları da mevcut zenginliğin doğal gaz, altın, gümüş, demir, alüminyum, bakır, çinko, kurşun, uranyum, kobalt, kömür gibi kaynaklar, Rus hükumetleri tarafından, Rus milletinin kalkınması için zamanında epey sömürülmüştür. Diğer taraftan bölgeden geçen boru hatları ve enerji koridorları etnik ve toprak sorunlarıyla örtüşmekte, boru hatlarının yönü ise sorunların çözümünde oluşan bloklaşmalarla paralel bir şekilde gelişmektedir.

SSCB döneminde sistemli olarak Cumhuriyetler arasında bağımlılığı bir anlamda zorunlu kılan ekonomik yapının ani çöküşü, pazar ekonomisine geçişte; ekonomik, siyasi, hukuki bir altyapının olmaması, teknolojinin eski olması, serbest piyasa modelinin bilinmemesi, Ermenilerin işgalci tutumu sonucu topraklarının %20’sinin kaybedilmesi, 1.2 milyon kişinin kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmesi ve benzeri sebeplerle üretim durma noktasına gelmiş, sonuç olarak da ekonomi üzerinde inisiyatif tamamen kaybedilmiştir.

Zamanla yürütülen politikanın neticesinde ve Ermenilerle geçici ateşkese varılmasından sonra dikkatler tekrar ekonomi üzerine yoğunlaşmıştır. Azerbaycan 20 Eylül 1994 tarihinde ‘’Asrın Anlaşması’’ olarak adlandırılan Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ile dünyanın önde gelen petrol şirketleri arasında ‘’Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait bölümünde Azeri, Çırağ, Güneşli Yataklarının Birlikte İşlenmesi ve Paylaşılması Hakkında’’ ilk antlaşma imzalandı.

Azerbaycan’ın tam anlamıyla ekonomisine yoğunlaştığı yıldan yani 1996 yılından itibaren başlayan büyüme hızı 2020’ye kadar artış ivmesinin sürekli değişmesi, iniş-çıkışlı olması suretiyle arttırmıştır. Özellikle 2010-2015 yılları arasında GSYİH( Gayrı safi yurt içi hasılası) zirvede olduğunu görüyoruz. Son günlerde yaşanan Dağlık Karabağ Savaşı’nın beraberinde getirdiği maddi zarar ve covıd-19 sebebiyle ülkenin ekonomisi ciddi anlamda etkilenmiştir. Bu sebeple GSYİH artış oranı son günlerde %2-3 sularında gezmektedir. GSYİH dağılımı ise şu şekildedir: Tarım:%6,2, Endüstri:%51,7, Hizmetler:%42,1 ‘den oluşmaktadır.

Görüldüğü üzere Azerbaycan ekonomisinin en önemli kaynağı endüstriden oluşmaktadır. Bu da bizi Azerbaycan’ın en önemli geliri olan petrol ve gaz üretimine götürmektedir.

Azerbaycan Cumhuriyeti petrol üretimin 1996’dan itibaren ciddi anlamda arttırmış ve petrol ihracatını önemli ölçüde arttırmıştır. Azerbaycan’dan en çok ithal ürün alanlar ise şöyle sıralanabilir: İtalya, Fransa, İsrail, ABD gibi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkeye ihracatı devam etmektedir.

(Veriler BBL/D/1K yani varil sayısı üzerinde grafiklenmiştir.)

Görüldüğü üzere petrol üretimi 2008’lere doğru hat safhaya çıksa da 2010’dan itibaren kademeli bir üretim düşüşü yaşanmıştır.

Azerbaycan, doğal gaz rezervi için de dünyada önemli bir yere sahiptir. Diğer doğal gaz üreten ülkeler arasında 1.723 milyar metreküplük hacimle 21. sıradadır. Bu nedenle jeopolitik konum itibariyle dünyada doğal gaz ve petrol çeşitliliği açısından önemli bir yere sahiptir.

Azerbaycan’ın dış borçlanması gelişimiyle ters orantılı bir şekilde artarak devam etmektedir. Ülkeni kuruluşundan itibaren dış borçlanma devam ederken 2020 senesinde dış borçlanma 18.7 milyar dolar olarak kayda geçmiştir.

Ülkenin refahı konusunda önemli yer tutan bir diğer önemli husus ise enflasyon oranıdır. Azerbaycan hiper enflasyon yaşamış bir ülkedir. Kuruluşundan itibaren %25’leri gören enflasyon oranlarıyla mücadele etmiştir. Ermenistan ile yapılan savaş sırasında ülkede sürekli para basılmasından dolayı enflasyon 1994 yılında ciddi anlamda yükselmiş ancak 1995 yılından itibaren uygulanan sıkı politikalarıyla fiyatlar kontrol altına alınmış ve 2020 yılında enflasyon oranı %2,8’e inmiştir.

Genel hatlarıyla Azerbaycan ekonomisini ele aldığımız bu yazımızda elimizden geldiğince Azerbaycan’ın ekonomik durumunu anlatmış bulunmaktayız. Tüm burada anlattıklarımızı özetleyecek olursak yer altı zenginlikleri açısından Orta Doğu’dan sonra en önemli zenginliklere sahip olan Kafkasya’da bulunması ve bu sebeple diğer barbar ülkelerin pençesinde bulunmasına rağmen Azerbaycan gelişme aşamasında olan bir üniter devlettir. Türkiye ile yakınlığı bilinen böyle bir ülkenin ekonomik açıdan çok üstün bir ülke olmasını barbar ülkeler istemeyecektir. Bu anlamda bugün Azerbaycan dış borçlanmayı arttırdığı sürece kendisini tehlikeli bir boyuta sokmaya devam edecektir. Çünkü Azerbaycan ülkesi gelişmekte olan bir ülkedir ki Kafkasya bölgesinde güçlü dediğimiz barbar ülkelerden bağımsız bir güçlü devlet oluşmasına izin verilmemek için elinden geleni yapacakları mutlaktır.

 

KAYNAKÇA:

https://tr.tradingeconomics.com/azerbaijan/wages
http://www.mfa.gov.tr/azerbaycan-ekonomisi.tr.mfa
https://www.investopedia.com/terms/b/bd.asp#:~:text=Barrels%20per%20day%20(B%2FD)%20is%20a%20measure%20of,to%20represent%20this%20production%20measure.
https://www.enerjiatlasi.com/rezerv/dunya-dogalgaz-rezervi.html
İbrahim Yıldırım, Azerbaycan-Ermeni İlişkileri ve Dağlık Karabağ Sorunu, Babıali Kültür Yayıncılığı,2018

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/genel-hatlariyla-azerbaycan-ekonomisi/feed/ 0
Türk Sinema Tarihi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/#comments Fri, 01 Jan 2021 11:51:42 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2039 Ülkemizde ilk toplu film gösterimi 1896 – 1897 yılları arasında Sigmund Weinberg tarafından İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. İlk toplu gösterim ise Lumière Kardeşler yapımı “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Gelişi” filmi olmuştur. Bu tarihten 14 Kasım 1914 yılına kadar özellikle Lumière Kardeşler’in yaptığı filmler başta olmak üzere yabancı yapım filmler gösterilmiştir.

Ülkemizde çekilen ilk film ise Ayestefano Anıtı’nın yıkılışı ile ilgili Fuat UZKINAY’ın çekmiş olduğu belgesel filmidir. Bu filmle beraber Fuat UZKINAY, “İlk Türk Sinemacı, çekmiş olduğu”, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmi ise “İlk Türk Filmi” unvanlarını almıştır.

1916 yılında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti aldığı bir kararla sinema çalışmalarına başlamış, Almanya’dan getirttiği aletlerle film çekimlerine başlayan cemiyet, savaştan görüntülerin de yer aldığı haber filmi niteliğinde filmler hazırlamıştır.

Türk sineması, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra film üretimini arttırmıştır. 1945 yılından sonra önemli gişe gelirleri getiren Mısır filmleri, Amerikan macera ve güldürü filmleri ve Türk sinemasının kendi köklerinden beslenen edebiyat uyarlamaları ve tarihsel filmler belirli bir sinema anlayışını beraberinde getirmiş ve sonraki yıllarda çekilen filmler ise bu ana temalar üzerinde durularak çekilmiştir.

1950’li yıllardan itibaren artan film üretimi Türk sinemasının daha fazla istihdam sağlanabileceğinin ve daha fazla üretim yapılabileceğinin sinyallerini vermiştir ve bu sinyaller Türk sinemasının “altın çağı” olarak nitelendirebileceğimiz 1960-1975 yıllarının temellerini atmıştır.

Türk sinemasının üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olan 1960’lı yıllar, aynı zamanda da düzeyli ve kaliteli Türk filmlerinin birbiri ardına vizyona girdiği, ulusal bir kimliğe büründüğü yıllardır. Türk Sineması 1963’ten itibaren renkli film üretmeye başlamıştır. 1967’den itibaren hızla artan renkli filmler, piyasaya hakim olmuştur. Türkiye’de 1960’lı yılların bir diğer özelliği de Türk sinemasının Amerikan sinemasının önünde olmasıdır. 1960’lı yıllarda sinema giderek daha kârlı bir sektör haline gelince, yeni yapımcıların ve yapımevlerinin ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştur. 1966 yılında Türk sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırada yer almıştır. Yapım, üretim ve dağıtım gücü hesaba katıldığında 1960’lı yıllar, Türk sineması için altın bir çağ olarak kabul edilmektedir. Pek çoğumuz Yeşilçam’ı biliriz. Yeşilçam tarihsel olarak 1914 yılında başlamış olsa bile çoğu araştırmacı Yeşilçam’ı Türk sinemasının altın çağı olarak gördüğümüz 1960-1975 yılları arasında saymaktadır.

1970’li yıllara gelindiğinde gerek ülkemizde görülen siyasi olaylar gerek halkın ekonomik sıkıntıları, sinema sektörünü kötü etkilemiştir. 1970’li yılların bir diğer darbesi ise ülkemize yavaş yavaş girmiş olan televizyonlardır. Televizyona artan ilgi, kitleleri sinemadan uzaklaştırmış, hatta bu uzaklaştırma bazı sinema salonlarının kapanmasına yol açmıştır. 1977 yılında, Türk sinemasına yasal düzenlemeler hazırlamak, yurt dışında film haftaları düzenlemek, yurt dışındaki festivallere katılacak filmlerin alt yazı kopyalarını üretmek gibi görevleri yerine getirmesi maksadıyla Kültür Bakanlığı’na bağlı Sinema Daire Başkanlığı kurulmuştur.

80’li yıllarda sinema seyircisi “ailelerden” “bireylere” geçişini tamamlamış, “yıldız sistemi” çökmüş, başrol oyuncusuna göre belirtilen filmlerden, yönetmenine göre anılmaya başlanılan sinemaya bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Devlet doğrudan müdahalelerle sinema sektörünü düzenlemeye çalışmış; 1986 yılında sinema, video ve müzik eserleri yasası çıkartılmıştır. Film festivalleri kendi seyirci kitlesini yaratmaya başlamış, Türk filmleri yabancı festivallerde yarışıp ödüller kazanmaya başlamıştır.

Türk Sineması, 90’lı yılları krizle karşılamıştır. Bu süreçte yılda 10 filmden az film çıkmış ve sinema salonları bir bir kapanmaya , özel televizyon kanalları ise birer birer açılmaya başlamıştır. 1995’ten sonra sırasıyla Video – VCD – DVD formatları yaygınlaşarak alternatif izleme alanları ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllarda genç bir yönetmen kuşağı belirmiş, önceleri kısa filmlerle ve senaryolarla hayatını geçindiren bu kuşak, Türk sinemasına yeni bir soluk getirmiştir. İzleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır.

2000’li yıllardan sonra ise izleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır. Türk filmlerinin teknik düzeyi Dünya standartlarını yakalamış; sinemaya, sinema okullarından yetişmiş eğitimli gençler hâkim olmaya başlamıştır. Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolarlık, seyirci sayıları da milyon kişilik rakamlara ulaşmaya başlamıştır. 2004 yılında, 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” çıkarılmış, bu yasa Türk sineması için bir dönüm noktası olmuştur. Film üretiminde ve seyirci sayılarında artış yaşanmıştır. 2005 yılında 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı 2019 yılında 59 milyonu aşmıştır. 2019 yılında sadece gişe gelirleri 976 milyon ₺ büyüklüğüne ulaşmış, film sektörünün toplam büyüklüğü 7 milyar ₺’nı aşmıştır.

Türk Sinemasındaki Bazı İlkler:

– İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapıldı. (1896)
– Sürekli film gösterilen ilk salon Beyoğlu’nda Sigmund Weinberg tarafından “Cinema Pathe” adıyla açıldı (1908).
– Afişi basılarak yurt dışına satılan ilk Türk filmi “Binnaz” oldu (1919).
– İlk konulu Türk filmleri Sedat Simavi tarafından çekilen “Pençe” ve “Casus” (1917).
– İlk özel yapım şirketleri Kemal Film (1922) ve İpek Film (1928).
– İlk sesli Türk filmi “İstanbul Sokaklarında” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1928).
– İlk film festivali “Yerli Film Yapanlar Cemiyeti” tarafından düzenlendi. ‘Unutulan Sır’ adlı film en iyi film seçildi (1948).
– İlk renkli Türk filmi “Halıcı Kız” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1953).
– İlk uluslararası ödülü Metin Erksan’ın yönettiği “Susuz Yaz” aldı. Film, Berlin Film Şenliği’nde ‘Altın Ayı’ büyük ödülünü aldı (1964).

Şu ana kadar yazdıklarım, Türk sinemasının tarihsel gelişimi için yazdığım objektif bilgilerdi ama benim şahsi fikrime göre Türk sineması her geçen gün kötüye gidiyor. Zaman zaman çok iyi filmler çıkarsak da genel olarak ürettiğimiz filmler, ortaya güzel bir şey çıkarmak amacıyla değil, para için oluyor. “Birincisi izlendiyse ikincisini, üçüncüsünü çekmeliyiz, bu film çok izlendi hemen bir benzerini de biz yapalım” düşüncesi yüzünden dünya sinema sahnesinde gün geçtikçe geriliyoruz. Sinemamızda daha güzel eserler görmek umuduyla…

KAYNAKÇA
1. Doç. Dr. Şükrü Sim, Türk Sinema Tarihi, s.27-78 (http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/turksinematarihiu128.pdf)
2. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, (https://sinema.ktb.gov.tr/)
3. www.technopat.net

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/feed/ 2
Dosya: Karabağ Meselesinin Arayüzü https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/#respond Thu, 31 Dec 2020 09:43:58 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2004 19’uncu yüzyıllarda doğuda yükselen Rusya ile İran, Kafkasya topraklarına karşın bir rekabete evrilmişlerdir. Rusya’nın Kafkasya bölgesine yayılmasından en fazla rahatsız olan ülke, bölge ile iki bin yıllık bağı olan İran’dır. Bu rahatsızlığın da etkisiyle, 1812 yılında Rusya, Avrupa’da Fransa ile mücadele ederken, İran, Rusya’ya saldırdı. Ancak bu saldırıda yenik düşen İran kuvvetleri, 13 Ekim 1813 tarihinde Karabağ’ın Gülistan kentinde barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı. (Özyılmaz, 2013) Gülistan Antlaşmasıyla sonlanan savaş neticesinde Güney Kafkasya’da bulunan bereketli Karabağ toprakları Rusya yönetimine geçmiştir. Ardından Ruslar ile İranlılar arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması uyarınca; Revan Hanlığı, Nahçıvan Hanlığı ve Talış Hanlığı Rusya’ya verilmiş ve Aras Nehri’nin bu iki devlet arasındaki sınırı oluşturmasına karar verilmiştir. Gülistan Antlaşması’yla birlikte İran’ın imzaladığı en kötü hezimetlerden biri olarak da kabul edilmektedir. Türkmençay Antlaşmasıyla beraber Azerbaycan toprakları ikiye bölünmüştür. Kuzey Azerbaycan Rusların, Güney Azerbaycan’da İranlıların hâkimiyeti altına girmiştir.

Rusya yalnızca Kafkasya’da hâkimiyet kurma gayreti içerisinde değildi. Rusların “sıcak denizlere inme” politikası ve hedefleri içinde Osmanlı Devleti ile çatışma halindeydi. Bölgesel açıdan Ruslar, Ermeniler ile strateji kurarak sistematik olarak idare etmeyi de planlamaktaydı. Çarlık Rusya’sının Slav topluluklar üzerinde uyguladığı Panislavizm siyaseti, millet-i sâdıka olan Ermenilerle Türklerin arasının açılmasına neden olmuştur. Bölgede hâkim güç konumuna gelmek isteyen Çarlık Rusya’nın uyguladığı bu politika neticesinde “Ermeni Sorunu” ortaya çıkarmıştır. Rusya’nın 1828-1829 Türk-Rus Savaşı’nda Ermenilerin yaşadığı bir kısım toprakları ele geçirmesi, yine Ermenilerin yaşadığı diğer vilayetleri de ilhak etme düşünce ve eğilimlerini cesaretlendirmişti. (Lewy, 2005) Bu süreçte, Rusya’nın kendilerini Türk boyunduruğundan kurtaracağını ümit eden Osmanlı Ermenileri arasında Rus yanlısı fikirler hızla yayılmaya başlamıştır. Netice itibariyle Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmaya başlamış ve 93 harbinin zuhur etmesine yol açmıştır. Doksan üç Harbi’nde hızla ilerleyen Rus orduları Doğu Anadolu’da bazı sınır vilayetlerini işgal edince, buralarda yaşayan Ermenilerle temasa geçmiş; ayrıca Rus ordusundaki Ermeniler de Osmanlı Ermenilerini kışkırtmaya başlamıştır. (Karal, 1995)

Çarlık Rusya, Güney Kafkasya’da ele geçirdiği Türk topraklarını “Ermenileştirme” programına başlayacaktır. Ermenileri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve İran’dan Güney Kafkasya’ya göç etmeye zorlayacaktır. Gerçekleşen Osmanlı – Rus Savaşları ardından Rusya; büyük sayılardaki Ermeni nüfusunu hassaten Karabağ bölgesine yerleştirir. Karabağ bölgesine Çarlık Rusya’sı döneminde Ortadoğu’dan göç eden özellikle İran’dan göç ettirilen Ermeni aileleri yerleştirilmeye başlamıştır. (İsmayılov, 2020). 1828 yılında Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençay ve 1829 Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Edirne Antlaşmalarından sonra, Güney Kafkasya’ya özellikle Erivan, Nahçivan, Karabağ bölgesine Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu vilayetlerinden ve İran’ın kuzey bölgelerinden Ermeniler göç ettirilmiştir. 1828 yılında İran’dan 8.249 Ermeni ailesi, yani 40.000’den fazla kişi, Osmanlı Devleti’nden ise, yaklaşık 90.000 Ermeni Güney Kafkasya’ya göç ettirilmiştir. 1831 yılında Karabağ’da Ermeni nüfus 20.00 civarındaydı. Ancak yapılan göç nedeniyle bu rakam 1916 yılında 100.000’i aşacaktır. Böylelikle yüz yıllık süre içerisinde bölgede mukim Azerbaycan Türk nüfusu yüzde 80’lerden yüzde 20’lere düşmüş, Ermeni nüfus baskın hale gelmiştir. Nitekim Rusya’da, ele geçirdiği topraklara Ermenileri yerleştirmeye devam etmektedir. Göçlerle beraber azınlık durumuna düşen Türklerde, ata topraklarından ayrılmak zorunda kalırlar. Bu sayede Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki çatışmanın temelleri atılmıştır. 1980’lerin sonu itibarıyla ise bölgenin statüsü sorun teşkil etmeye başlamış, çoğunluk hale gelen Ermeni nüfusu hak talep etmeye başlamıştır. Bu süreç Dağlık Karabağ’da günümüzde de devam eden çatışmaların altyapısını hazırlamıştır. (Güler, 2020)

Ekim 1917 yılında Rusya’da yaşanan devrimle Çarlık rejimi yıkılmıştır. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleri Kafkasya’da tedirginlik yaratmıştır. (Mustafayev, 2013) Çar II. Nicolay’ın yerine Lenin gelmiştir. Yıkılan Çarlık Rusya’nın ardından esir konumda olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan bağımsızlıklarını kazanmak için çatışmaya girer. Bolşeviklerin iktidara gelişiyle beraber ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanmaya çalışmışlardır. Ruslar, merkezde kontrolü ele aldıktan sonra Güney Kafkasya’da ki hareketlenmeye müdahil olmuştur. Bölgede ki üç büyük devleti temsilen üç delege seçilerek Kafkasya Yürütme Meclisi kurulur.  Buna mukabil hararetlenen bölgenin sakinleşmesi öngörülmektedir Bu meclisle beraber Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topraklarında fedaratif özelliğe sahip Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kurulmuştur. Böylelikle Moskova, SSCB’nin yıkılışı ile her açıdan kaybettiği güç ve itibara rağmen stratejik çıkar alanı olarak tanımladığı “yakın çevre”de halen etkisini büyük oranda devam ettirmektedir. Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Kafkasya Yürütme Meclisi içinden bir hükümet kurulmuş olup bu hükümetin beş bakanı Gürcü, üç bakanı Ermeni ve üç bakanı da Türk kökenliydi. (Bozkuş). Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek için Osmanlı Devleti’ne barış teklif etmesinin ardından, iki devlet arasında 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk antlaşması imzalanmış ve Osmanlı Devleti Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum’u Ruslardan geri almıştı. Bu durum Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’ni oluşturan üç ülke arasında büyük bir anlaşmazlık doğmasına neden olmuştur. Özellikle Ermeniler, Osmanlıların geri aldıkları toprakların kendilerine ait olduğunu ileri sürerek diğer iki toplumun bu konuda sessiz kalmasına tepki göstermişlerdir. Bu anlaşmazlık neticesinde devrimcilerin kendi aralarındaki çatışmaları fırsat bilerek Ermenilerin baskısıyla 1918 yılının Mayıs ayında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti dağılmıştır. Bu gelişme üzerine Gürcistan ve Azerbaycan 26 Mayıs’ta, Ermenistan ise 28 Mayıs’ta bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylelikle ömrü yalnızca iki yıl olan Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bağımsız olarak kurulan Azerbaycan Devleti, neticesinde Rusya’yı rahatsız etmektedir. Ayrıca Bakü halen Bolşeviklerin etkisi altındadır. Bakü Sovyet ordusu Gence şehrine hareket emri vermiş ve Azerbaycan Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunmuştur. Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa’ya yeni bir ordu kurdurarak Bakü’ye gönderdi. Kurulan Kafkas İslam Ordusu Rusya başta olmak üzere diğer devletleri de tedirgin etmiştir. Nitekim petrol zengini Bakü’nün Türklerin kontrolüne geçmesi sıkıntı arz edecek bir durumdur. 1918 yılının 15 Eylül’ünde Nuri Paşa’nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan Milli Meclisi ve Musavat Partisi güçlerince Bakü, Bolşevik-Taşnak-Bakü Sovyeti güçleri ve İngiliz ordusu işgalinden kurtarılarak tarihi bir başarıya imza atmıştır. Azerbaycan’da zaferin ardından başkentini Gence’den Bakü’ye taşır. Ayrıca sözleri büyük düşünür ve şair Ahmet Cevad tarafından 1914 yılında yazılan, zaferin kesinleştiği gün dönemin büyük musikisi Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenen “Çırpınırdın Karadeniz” şarkısı ilk defa bugün söylenmiştir. (15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı, 2020)

12 Ocak 1920 tarihinde Rusya Devleti dışında toplamda 23 devlet, Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını resmen tanımıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti, Rusya için tehdit niteliğindedir. Nitekim Rusya’nın Panslavizm politikasından ödün vermesi beklenemezdi. Bundan dolayı Rus ve Ermeniler tarafından kurulan 11’inci Kızıl Ordu, 28 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan’ı ele geçirmiştir. Bolşevik yönetim için artık Azerbaycan tehdit olmaktan çıkmıştır. 11’inci kızıl ordu daha sonrasında Ermenistan’da da Bolşevik iktidarı kurmuştur. 30 Aralık 1922 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen kurulmuştur. Böylelikle Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da SSCB’nin üyeleri olarak birliğine katılmışlardır. Yaklaşık bir yıl sonra SSCB’nin lideri Stalin, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin toprakları olan Dağlık Karabağ’da Ermeni özerk bölgesi oluşturmaya karar verir. Bunun için farklı bölgelerden çok sayıda Ermeni’yi buraya yerleştirir ve Rusların bu politikası kanlı meyvelerini 90’lı yılların sonunda vermeye başlayacaktır.

Sovyetler Birliği 1980’lerde parçalanmaya başladığında yeni önlemler almaya başlamıştır. Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) politikalarıyla bir dizi siyasi ekonomik ve sosyal haklarla halkın Sovyet rejimine karşı güveninin artırılması amaçlanmıştır. Sovyetler Birliği zayıflamaya başlayınca, Ermeniler Karabağ’ın Sovyet Azerbaycan’dan Sovyet Ermenistan’a devredilmesine ilişkin taleplerini dillendirmeye başlamışlardır. Ekim 1987’de Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bu talebi desteklemek maksadıyla kalabalık gösteriler düzenlenmiştir. Gösterilerden birkaç gün sonra, 18 Ekim 1987’de, bugün hâlâ sınır bölgesinde zaman zaman yaşanan çatışmaların ilk temeli atılmıştır. Dağlık Karabağ’ın Çardaklı Köyü’ndeki Ermeniler, Bakü yönetiminden çıkmayı talep ederek bölgedeki Azeri nüfusa çeşitli saldırılar düzenlemişlerdir. (Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı?, 2020) İki ülke arasındaki düşmanlık gittikçe hat safhaya çıkmıştır. Buna mukabil iki ülke arasında karşılıklı göçler meydana gelmiştir. 20 Şubat 1988 Stalin tarafından kurulan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinin Ermeni vekilleri bir karara imza atmışlardır. Bu kararla beraber Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine katılmaları yönündedir. Ancak Bakü ve Moskova yönetimi bu kararı sert bir dille reddetmiştir. İki devlet arasında yükselen gerginlik giderek artmıştır. Artan bu gerginlik bölgesellikten çıkıp küreselleşme seyrini almıştır. Bu nedenle iki devleti karşı karşıya getirmemeye çalışılmıştır. Böylelikle Dağlık Karabağ’da Hankendi’den Azerbaycan Türkleri, Şuşa’dan ise Ermeniler çıkarılır. 1989 yılında Moskova, Dağlık Karabağ bölgesinin özerkliğini kaldırarak doğrudan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bağlanır. Bu ani kararı Ermeniler tanımazlar hatta Ermenistan Parlamentosu Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlandığı kararını ilan etmişlerdir. İki toplum arasındaki anlaşmazlık çatışmaya, 1990’lı yılların başlarında da geniş çaplı savaşa dönüşmeye başladı. Ermeni Ulusal Hareketi ve Azerbaycan Halk Cephesi oluşturulmuştur. Azerbaycan halkı yükselen tansiyon içerisinde bağımsızlık mücadelesine girişmiştir. Kontrolü kaybetmek istemeyen Sovyet Rusya ordusu, 20 Ocak 1990’da Bakü’ye girmiştir. Sovyetler Birliğinde uygulanan yeni ve özgürlükçü politikalar yüzünden tüm bastırılmış düşünceler ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme adına atılan özgürlük mantığı ülke içindeki muhalif grupların daha da güçlenerek, devletin kısa sürede iç karışıklıklarla çalkalanmaya başlamıştır. Kendi içerisinde istikrarsızlık ve darbelerle boğuşan Sovyet Rusya için yıkılma çanları çalmaya başlamıştır.

Azerbaycan ve Ermenistan arasında süren Dağlık Karabağ çatışmaları, savaşa döner. Rusların desteğini de alan Ermeniler, 1991’de Hankendi’ni, 1992’de Şuşa ve Hocalı’yı işgal etmiştir. Daha sonra Laçın, Hocavend, Kelbecer ve Ağdere’yi de ele geçiren Ermeniler, 1993’te Ağdam’a girdi. Ağdam’ı, Cebrayıl, Fuzuli, Gubadlı ve Zengilan İllerinin işgali izledi. Ermeniler bu süreçte Azerbaycan Türklerine karşı katliamlar yaptı. Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si işgal edildi, 1 milyona yakın Azerbaycanlı da yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise tamamen dağılmıştır. Ermeniler ise işgal ettikleri topraklarda sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyetini ilan ederler. Ancak hiçbir ülke ve uluslararası örgüt tarafından tanınmaz ve Dağlık Karabağ bölgesinin Azerbaycan’a ait olduğunu kabul ederler. Azerbaycan’ın bağımsızlık sonrası Dağlık Karabağ’ın Sovyet döneminde elde ettiği otonom statüsünü kaldırması da bölgenin bağımsızlığı ve Ermenistan tarafından işgali ile sonuçlanmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Dağlık Karabağ Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprağı olarak tanınmakta, Ermenistan’ın her türlü girişimi ise uluslararası hukuka aykırı olarak kabul edilmektedir. (Güler, 2020)

Yaşanılan bu gerginlik neticesinde iki devlette faturasını ağır ödemiştir. Ekonomik ve askeri açıdan aşırı derecede yıpranmışlardır. Azerbaycan Cumhuriyeti, 1991 ila 1995 yılları arasında toplamda altı hükümet değişikliğine gitmiştir. Dış borçlarını ödeyemeyen Ermenistan ise tüm endüstriyel kurumlarını yönetimini Rusya’ya devreder. Enerjiden askeriyeye kadar nerdeyse bütün alanlarda Ermenistan Devleti çöküntü yaşayarak Rusya’nın gölgesine sığınmıştır.

19 Eylül 1992 tarihindeyse Sovyet Rusya Güney Kafkasya’dan geri çekilmiş ve dolayısıyla otorite boşluğu doğmuştur. Doğan bu boşluğu doldurmak maksadıyla İran Devleti kuzeyinde bulunan yoğun Azerbaycan Türk nüfusunun ayaklanması ihtimaline karşılık Ermenistan’ı destekler. Yaklaşık 35 milyona yakın bir Türk nüfusundan bahsedilmektedir. Bu nüfus, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toplam nüfusuna oranla üç katıdır ve İran için tehlike arz etmesi de bu nedenledir. 1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşmasına kadar tek bir parça olan Azerbaycan, yeniden birleşme isteği uyanabilir. Halihazırda Azerbaycan’ın üç temel hedefi vardır. Birincisi, Türkiye ile olabildiğince yakınlaşmaktır. İkincisi, Rusya’nın ikiyüzlü politikaları nedeniyle mesafeli durmaktır. Üçüncüsü ise, Güney Azerbaycan ile birleşmektir. Azerbaycan’ın bu hedeflerini bilen Rusya ile İran, alttan alttan Ermenistan’ı desteklemeye devam etmektedir. Nitekim bu üç hedefin gerçekleşmesi, zengin petrol ve doğalgaz yataklarının Türk egemenliği altına geçmesi demektir.

Azerbaycan’ın girişimleri sonucunda Birleşmiş Milletler ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde çalışmalar başlar. Dağlık Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunmasını teşvik amacıyla 24 Mart 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubunu oluşturmuştur. Grubun eş başkanlıklarını Rusya, Fransa ve ABD üstlendi. Sorunu çözmek için AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur. Pek tabi Rusya bu durumdan rahatsızdır. Buna mukabil Güney Kafkasya’da güç dengeleri sarsılmaya başlayan Rusya, Dağlık Karabağ mevzusuna doğrudan müdahil olur. Rusya bir yandan çözüm grubunun eş başkanlığını yürütürken diğer yandan da belirsizlik yaratarak tarafları elinde tutma politikası gütmüştür. Azerbaycan ve Ermenistan devletlerini Soçi’de bir araya getirir ve geçici ateşkes antlaşması imzalanır. Ancak Ermenistan bu ateşkese uymaz. Nahcıvan ile Karabağ bölgelerine saldırılar düzenler. Bu durum üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dağlık Karabağ Bölgesinin Azerbaycan toprağı olduğu ve Ermenistan’ın bu bölgeyi işgal ettiği kararını alır.

Azerbaycan’da iktidara gelen Haydar Aliyev, savaşı durdurmak maksadıyla bir fiil çalışmalar başlatır. 12 Mayıs 1994 tarihinde Ermenistan ile tekrardan ateşkes antlaşması imzalanır. Ermenistan-Azerbaycan arasında 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasından önce ve sonra Rusya’nın Ermenistan’ı silahlandırması sürekli gündeme gelmiştir. Geçmişte imzalan ateşkeslerle birlikte bu ateşkesi de Ermenistan bozmuştur. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi aldığı kararla Ermenistan’ı “saldırgan” devlet olarak nitelendirir. Dünya kamuoyunda da haklılığı ispatlanan Azerbaycan’a saldırgan tavrından ödün vermeyen Ermenistan, Rusya’nın bir politikası olduğu aşikardır. Nitekim Rusya, 1993 ila 1996 tarihleri arasında Ermenistan’a toplamda 1 milyar liralık silah yardımında bulunmuştur. Ayrıca Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, 2010 ila 2018 yılları arasında Rusya’nın Ermenistan’a 50 bin ton silah gönderdiğini söylemiştir. Nitekim Ermenistan, Rusya’nın Kafkasya’da ki en önemli stratejik ortağıdır. Bu bağlamda Rusya’nın politik çizgisi; Azerbaycan’da huzursuzluğun yerleşmesine, eski nüfuzunun burada tekrar kazanılmasına ve gelecekte Azerbaycan’ın tekrardan Rusya’nın kolonisi olmasına yönelik ve bu maksatla da Ermenistan’ı destekler niteliktedir. (Şıhaliyev, 2011)

16 Ağustos 2010 tarihinde, Azerbaycan ile Türkiye arasında “Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalanmıştır. 23 Aralık 2015 tarihinde ise Ermenistan ile Rusya arasında “Ortak Hava Savunma Sistemi” kurulması antlaşması imzalanmıştır. 2016 yılında Ermenistan Dağlık Karabağ bölgesinde ateşkesi tekrar bozmuştur. Toplamda dört gün süren çatışmada Azerbaycan, bölgede ki stratejik tepeleri geri almıştır. Azerbaycan’ın bazı stratejik tepeleri geri almasından sonra Rusya, Ermenistan’a İskender-M füzelerini yerleştirmiştir.

Ermenistan Karabağ’da, yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü işgali ve Azerbaycan topraklarında kurduğu sözde cumhuriyeti hiçbir ülke ve uluslararası kuruluş tanımamıştır. Bu süreçte, BMGK, Ermenistan’ın işgal altındaki bölgeleri derhal boşaltmasını içeren dört karar kabul etmiştir. Ancak Erivan yönetimi bu kararların hiçbirini gerçekleştirmemiştir. Azerbaycan tarafı ise çözüm sürecinin başlaması ve barışın tesis edilmesi için Ermeni askerleri tarafından işgal edilen bölgelerden çekilme şartını öne sürmektedir. Bakü yönetimi, Dağlık Karabağ’a yüksek statülü özerklik vadederken, Ermenistan bu bölgenin Azerbaycan’dan ayrılarak bağımsız olmasını istiyor. Ancak Ermenistan’ın işgalci tavrı hasebiyle çatışmaların yeniden başladığı Karabağ bölgesinde, Ermenistan’ın çekilme kararından sonra Azerbaycan’ın mutlak zaferiyle mesele sonuca bağlanmıştır.

 

Kaynakça

• 15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı. (2020, Eylül 15). Qırım Haber Ajansı: https://qha.com.tr/haberler/15-eylul-1918-nuri-pasa-kumandasindaki-kafkas-islam-ordusu-baku-yu-kurtardi/247466/ adresinden alındı
• Bozkuş, Y. D. (tarih yok). Ermenistan Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu ile İlişkileri. Türkler ve Ermeniler, Tarih boyunca Türk-Ermeni İlişkileri: https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermenistan-cumhuriyeti-ve-osmanli-imparatorlugu-ile-iliskileri/ adresinden alındı
Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı? (2020, Eylül 28). BBC News: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54330024 adresinden alındı
• Güler, M. Ç. (2020). 5 Soru: Dağlık Karabağ Çatışması: Azerbaycan – Ermenistan İlişkilerinde Bir Kırılma mı? SETA.
• İsmayılov, S. N. (2020). Dağlık Karabağın Tarihsel Süreci. Kriter, 26-34.
• Karal, E. Z. (1995). Osmanlı Tarihi (Cilt 8). Ankara.
• Lewy, G. (2005). The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: a Disputed Genocide. Utah.
• Mustafayev, B. (2013). Resulzade Hükümeti Dönemi ve Yaşanan Terör Olayları (1918-1920). Avrasya İncelemeleri Dergisi , 205-231.
• Özyılmaz, E. V. (2013). Geçmişten Günümüze Dağlık Karabağ. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 191-208.
• Sapmaz, A. (tarih yok). Rusya’nın Transkafkasya Politikası ve Türkiye’ye Etkileri. Ötüken: https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Transkafkasya.pdf adresinden alındı
• Şıhaliyev, E. (2011). Uluslararası İlişkiler Boyutuyla Ermenistan-Azerbaycan Çatışması. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 139-160.
• Tomar, P. D. (2019, Şubat 05). Rusya, en sıcak denizler ve Ortadoğu. Anadolu Ajans: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/rusya-en-sicak-denizler-ve-ortadogu/1383721 adresinden alındı
• Yeşilot, O. (2010). Türkmençay Antlaşması ve Sonuçları. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 187-199.
• Palabıyık, M. S.ve Y. Deveci Bozkuş (2009), “Turkish – Armenian Relations (1918-2008)”, (Der.) Ömer Engin Lütem, The Armenian Question, Basic Knowledge and Documentation. Ankara:Terazi Publishing.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/feed/ 0
Küresel İttifak İhtiyacı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/#comments Wed, 30 Dec 2020 10:10:21 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=1982 Uluslararası alanda her ülkenin önemli kırılmaların yaşandığı, dünyanın her köşesinde siyasi, ekonomik ve sosyokültürel açıdan yeniden dizaynının söz konusu olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Koronavirüs salgının gölgesinde ortaya çıkan ekonomik krizler, yoksulluk, enerji kaynakları üzerindeki tahakküm gibi birçok mesele ülkeleri ve toplumları etkisi altına almıştır. Bunların yanı sıra birçok ülke için tehlike arz eden; FETÖ, DAEŞ. BOKO HARAM gibi terör örgütlerinin terörizmi şiddetli bir şekilde yürüttüğü faaliyetler ağır enkazlar bırakmaya devam etmektedir. Terörizm, giderek artan bir durum halini almakla beraber küresel barış ve huzuru ekarte etmektedir. Halihazırda ülkemiz, bölgesel açıdan terör örgütlerinin hedefi haline gelmiştir. Türkiye hem içeride hem dışarıda bütün yuvalanmış terör örgütleri ve onları destekleyen güçlerle hayati bir mücadele yürütmektedir. FETÖ başta olmak üzere diğer terör örgütleri de din ve dindarlığı istismar ederek hareket etmişlerdir. DEAŞ ve FETÖ, eski Roma’nın sembollerinden Janus’un biri doğuya, diğeri batıya bakan iki yüzü gibidir. Bir başka ifadeyle, bu iki örgüt Müslümanların arasına sokulmuş, içine de fitne gizlenmiş Truva Atı’dır. Her ikisinin amacı toplumu ifsat etmek, iman ve itikadımızı zehirlemektir.

Koranavirüs salgını, iklim değişikliği, çevre kirliliği, göç, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi sorunlar da küresel gündemin meşguliyetleri arasında önde gelen meselelerdir. Ortaya çıkan bu sorunlar yalnızca birtakım ülkeleri baz alan yahut tehdit eden sorunlar değildir. Nitekim bu meseleler küresel anlamda tüm dünyayı tehdit eder boyuttadır. Ülkelerden en gelişmişinden en geri kalmışına kadar küresel bir uzlaşıyla kurulacak ittifak ile bu sorunların üstesinden gelinebilir. Uluslararası çok taraflı kurumlar gerçek manada bir güç birliği yaparak tüm bu sorunlarla mücadele etmesi gerekliliği ortadadır. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere diğer uluslararası kurum ve kuruluşlar tüm insanlığı tehdit eden bu sorunlar karşısında yeterli düzeyde tedbir almamaktadır. Küresel anlamda yeniden dizayn edilen dünya düzeninde BM başta olmak üzere diğer uluslararası örgütlerin de vakit kaybedilmeden reforme edilmesi gerekmektedir. Bu reforme; uluslararası tarafsızlıkla beraber, adalet, hukuk ve insan haklarını ciddi ciddi işlemelidir. Nitekim dünya ekosisteminde güçlünün haklı değil, haklının güçlü olması için her ülkenin elini taşın altına koymaktan imtina etmemesi gerekmektedir. 193 ülkenin üye olduğu Birleşmiş Milletlerde kararları yalnızca beş daimi üyenin alması, BM’nin adaletini sorgulatır kılmaktadır. Buna mukabil küresel sorunlar karşısında insani ve vicdani bir duruşun ziyadesinde, ekseriyetinin çıkar odaklı olan bir duruşun sergilendiğini görmekteyiz. Bu durum da BM’nin meşrutiyetini sorgulatmaktadır.

Ortaya çıkan küresel sorunlara karşısında kayıtsız kalmak, o sorunların büyümesine teşvik etmek demektir. 2011 yılında “Arap Baharı” diyerek başlatılan zulüm, halen sonlanmış değildir. Ortadoğu’da ilk başta demokratik halk hareketi olarak başlayan eylemler yerini şiddet ve zulme bırakmıştır. Uluslararası çifte standart, adaletsiz tutum ile İslam düşmanlığı ne yazık ki bu bölgeyi terörün yaşam alanına dönüştürmüştür. Bunun yanı sıra antidemokratik bir şekilde ülkelerin yönetimini devralan kişiler de mevcuttur. Bu durumda uluslararası kamuoyu, antidemokratik yönetimlere müdahale yapmaktan yoksun olarak hareket etmektedir. Filhakika uluslararası kamuoyu; demokrasinin, insan haklarının ve adaletin yanında yer almak yerine oligarşik, otoriter ve darbeci hükümetlerin yanında yer almaktadır. En bariz örnek Mısır’dır. Halkın seçilmiş meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren Sisi’nin yanında yer almıştır uluslararası kamuoyu. Hakeza Libya’da darbeci Hafter’in peşinde olan zahirde demokratik ve hukuk ülkeleri mevcuttur. Yoksul, çaresiz ve haksızlık ile mücadele eden ülkeler bu şekilde darbeci ve terör örgütlerinin istismarına uğramaktadır. Unutulmamalıdır ki bölgesel terör yoktur. Terör, uluslararası bir tehdittir. Irkçılık, İslamafobi ve iklim değişikliği küresel bir sorundur, yerel bir sorun olarak görmek yanlıştır.

Suriye’de başlayan iç savaş neticesinde; muhaliflere yakın İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye devriminin 15 Mart 2011’den başlayarak 9 Aralık 2020 şafağına kadar Suriye topraklarında 387.118 kişinin hayatını kaybettiğini, öldürüldüğünü ve öldüğünü belgelemiştir. (Gözlemevi, 2020). Dünya şayet siyaset ve adalet üzere kurulu olursa, onun bir anlamı vardır. Ancak siyaset adaletten kopuksa orada bir netice almak mümkün değildir. Nitekim Suriye özelinden hareketle bu durumu dünya olarak birebir yaşamaktayız. Halihazırda yönetimde olan Şam rejimi meşrutiyetini kaybetmiştir. Ancak Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgüt ve devletlerin bu duruma müsamaha göstermesi ve kayıtsızlığı tarihin en büyük dramlarından birine yol açmıştır. Mısır’da az önce belirttiğim üzere halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanının darbeyle indirilmesi, ardından toplu katliamların yapılması hangi hukuk sistemine uymaktadır? Günaşırı binlerce insanın katledildiği bir yeri yerel sorun olarak nasıl değerlendirebiliriz? Günümüz dünyasının bu duruma kayıtsız kalması halihazırda mümkün değildir. Nitekim artık Mısır ve bölge ülkelerinde bu savaş, insanların vicdanlarında tamiri zor yaralar açmıştır.

Yaklaşık bir asırdır süregelen Filistin meselesi, içimizde derin yaralar açmıştır. Bölge insanlarının geleceğe umutla ve güvenle bakmasına ipotek koyan Filistin meselesi çözüm bekleyen en önemli konulardan biridir. Batı dünyasının süper güç ülkesi ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, başlı başına bir hezeyandır. Irak’ta ise devrilen rejimin ardından başlayan süreç, adeta Irak halkını huzur ve demokrasiye hasret bırakacak düzeyde yüksek trajedinin ev sahipliğine bürünmüştür. Gün geçtikçe Ortadoğu ateşi alevlenip büyümektedir. Şuan omuz silkercesine bu duruma kayıtsız kalan devletler unutmamalıdır ki, o ateş onlara da sıçrayabilir. Krizin olduğu yer dolayısıyla istikrarsızlığında merkezi halini almaktadır. Ortadoğu, lokal bir sorun değildir. Ortadoğu küresel düzeyde tüm devletleri kapsayan bir sorundur. Bu ateş daha da kızışmadan dünya kamuoyu küresel ittifak kurup, el birliğiyle müdahale etmelidir.

Türkiye ise bu denli büyük çatışmaların yer aldığı; zulmün, şiddetin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü ortamda bölgesel işbirliği dinamiklerini hareket ettirmeye öncülük etmiştir. Balkanlardan Kafkaslara, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar bölgesel aktörleri ortak projeler etrafında bir araya getirerek bölgesel lider konumunu somutlaştıran adımlar atmıştır. Enerjiden ulaşıma, ticaretten turizme kadar her alanda işbirliklerini güçlendirmiştir. Uluslararası alanda diplomasisini oldukça başarılı bir şekilde yürüten Türkiye, bölgesel barışın öncüsü konumundadır. Bu nedenle oluşturulması gereken “Küresel İttifak”ın en önemli aktörleri arasındadır. Dünyaya bu ittifakı kabul ettirecek yegâne ülkedir.

Terör, İslamofobi, ırkçılık gibi çeşitli sorunlarla küresel siyasal sistem gittikçe çok kutuplu bir yapıya bürünmektedir. Bu çok kutuplu yapı dolayısıyla istikrarsızlığı doğurmaktadır. Dünyanın önde gelen ülkelerinden ABD, Çin ve Rusya’da bu durumdan kendisini soyutlamaya çalışmaktadır. Hindistan, Avrupa ülkeleri, Japonya ve Brezilya gibi ülkeler de yeni küresel sistem içerisinde geniş bölgeye hitap etme gayreti içerisindeler. Türkiye ise bölgesel güç olma yolunda ciddi yol kat etmiş ve küresel arenada; sağlıktan, askeriyeye, dış politikadan, ekonomiye kadar güçlenerek hareket etmektedir.

Güç hegemonyasında birleşen dünya ülkelerinin küresel hukuku yok sayması neticesinde de ortaya adaletsizlik çıkmaktadır. Samimi olmayan dünya ülkeleri insan hakları ve demokrasi alanlarında söz söylemeye hakkı yoktur. Ancak ekonomik ve askeri gücün gölgesinde birçok bölgede adeta tek yetkili ülke/ülkeler konumunda durmaktadır. Uluslararası kamuoyunda bu durumu minimalize etmek yalnızca oluşturulacak küresel bir ittifak ile mümkündür.

Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya ve Uzak Doğu’ya kadar yerküremizin tamamındaki ülkeler arasında ortaya çıkan terör ve iklim değişikliği tehditlerine karşı yekvücut olmamız gerekmektedir. Sözde demokrasi ve hukuk sözcülüğü yapan ülkelerin bu duruma karşı daha samimi olmaları gerekmektedir. Küresel İttifak, dünya kamuoyunda bir ihtiyaçtır. Neticesinde insan haklarından demokrasiye, adaletten özgürlüklere kadar her alanda bir uzlaşı gerçekleşecektir. Farklı anlayışlar ve kültürlerin medeniyet özelinde birleşerek ortaya bir ittifak çıkarılacaktır. Bu ittifak, tüm insanlığı tehdit eden meseleleri bertaraf etme noktasında hareket edecektir.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/feed/ 3
Medeniyet Anlayışındaki Farklılıklar https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/#comments Sun, 27 Dec 2020 16:28:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=1839 Medeniyet söylemi, aslı itibariyle kendine has kültürü, bakış açısı ve yaşam biçimini barındırdığı geniş kapsamlı bir anlam içeriğine sahiptir. Tarihi, kültürel altyapısı ve coğrafyasının mevcudiyetiyle esastır. Son yirmi yıldır medeniyet kelimesini birçok kez Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi bağlamında duyduk.  Samuel Huntington’un , Soğuk Savaş yıllarına ve sonrasına tekabül eden 1990’lı yıllardan itibaren küresel boyutlu ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojilerin olmadığı buna mukabil medeniyetlerin olmaya başladığını savunduğu bir tezdir. “Medeniyetler Çatışması” tezi, aslı itibariyle 21’inci yüzyılın odak noktası olacağını öne sürmektedir. Aslında Huntington’ın medeniyet kavramını açıklamanın ziyadesinde siyasi bir gündemle çatışma üzerine odaklanan bu tezinde çok da dikkat çekmeyen önemli bir tespit bulunuyordu.

Medeniyetlerin 21. yüzyılda da insanların aidiyetlerini belirleyen ve bu çerçevede uluslararası ilişkileri şekillendiren ana kavramlardan birisi olmayı sürdüreceği, ulus devlet sisteminin hâkim olduğu bir çağda medeniyet gibi ulus devlet sınırlarını aşan bir kavramın yaşamaya devam edeceğini dile getiriliyordu. Yani sonucu itibariyle tek yönlü olmayan medeniyet kavramını evrenselliğe yoğrulacağı fil hakika küresel çapta artık muhtelif şekillerde kaşımıza çıkacağını ikrar etmektedir ki yaşadığımız dönemde bu durumu birebir yaşamaktayız. Bu çatışma odaklı formülasyonun karşısında konumlandırılabileceğimiz bir başka teşebbüs de 2005 yılında ortaya çıkan Medeniyetler İttifakı Girişimi oldu. Girişimin temeli, adından da anlaşılabileceği üzere medeniyetlerin ittifak edebileceği, bir arada yaşayabileceği ve farklılıklarına rağmen ortak olarak iyi şeyler için çalışabileceği fikriydi. Medeniyetler İttifakı Girişimi çatışma paradigmasının derinleşmesini önleyici bir misyon üstlendi. Bu derinleşme temelinde uluslararası sosyal ve ekonomik statünün zarar göreceği aşikâr olan bir durumdu. Neticesinde bu girişim bu durumu minimalize etme gayreti içerisindeydi.

19’uncu yüzyılda Avrupa sömürgeciliğinin kullandığı en yaygın nosyonlardan biride medeniyet nosyonudur. Fransızların “la mission civilisatrice” dediği yani medenileşme, Osmanlı aydınları tarafından da “vazife-i temeddün” olarak tercüme edilmiştir. Medeniyet götürüyoruz başlığı altında Avrupa’nın; Afrika’yı, Asya’yı, Latin Amerika’yı ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirdiklerini görmekteyiz. Medeniyet olarak lanse edilen ancak fiili olarak barbarlığın tezahürü olacak onlarca hadise mevcuttur. Yakın dönemde ise Avrupa’nın gerek mülteci krizi ve ırkçı faşist yaklaşımıyla da gerekse de İslamofobi birer barbarlık örneğidir. Son üç asırdır Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için kullanılan medeniyet kavramının bu istismardan ve hegemonik çağrışımlarından kurtarılması pek önemlidir. Öncelikle kelimenin tarihî, siyasi ve toplumsal anlamlarının yanı sıra ikinci olarak da medeniyet tanımının dayandığı felsefî çerçevenin temellendirilmesi gerekmektedir. Medeniyet tasavvuru; varlık, bilgi, estetik konuları özelinde hareket etmektedir. İslam dünyasının “medeniyet”ten bahseden ilk düşünürlerinden Farabî’nin “erdemli şehir” modeli ve İbn Haldun’un “umran” teorisinde bu tasavvur geniş bir şekilde gerçekleşmiştir.

Medeniyet kavramının bir toplumun ancak muayyen bir dünya görüşü, varlık tasavvuru, bilgi anlayışı ve estetik duyuşu ile hasıl kılınabilir. Her alanda bütüncül ve tutarlı bir tasavvura sahip olmanın akıl ve erdeme dayalı, insancıl ve sürdürülebilir bir medeniyetin vazgeçilmez şartıdır. Bunun için de varlık dairesinin farklı mertebeleri arasında doğru ve otantik ilişkiler kurmanın ve her şeyi yerli yerine koymanın gerekliliğini de esas olarak kabul etmeliyiz. Varlıkla ilişkimizi yeniden tanımlamamız, bilgi tasavvurumuzu yeniden inşa etmemiz ve güzellik ilmini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bu formülasyonda medeniliğin teknik imkânlarla, zenginlik veya büyük şehirler kurmakla ilgisi olmadığını görmekteyiz.

Bilakis medenilik varlık, insan, eşya karşısında bir duruşu ifade eden tutumları kapsayan bir bütün, bir değerler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı’nın artık halihazırda medeniyet kavramı üzerine söyleyeceği bir sözü de kalmamıştır. İslam dünyası ise kendine has ve geniş derinliğe sahip medeniyet anlayışına söyleyecek lafız aramaktadır/aramalıdır. Kendimize has medeniyetimizin; estetik, kültür ve anlam değerlerinden yoksun olarak İslam dünyasının kendi sorunlarına gerçekçi bir çözüm üretebilmesi ve insanlığa fayda sağlayabilmesi mümkün değildir. Buna mukabil sahih çözümlerin üretilmesi bir takım öze dönüş ile mümkünlük kazanması aşikardır. Bu öze dönüşün ise 21’inci yüzyıl ile entegre edilerek hayata geçirilmesi esastır.

Türkiye’de medeniyet kavramı üzerine, Cumhuriyetle beraber fevkalade radikal bir süreç başlamış oldu. Modernleşmek adına geleneğin tarihin hafızanın bir kenara konulması fikri çok baskın çıktı. Ve bu bir nesli kendi tarihine ve coğrafyasına yabancılaştırdı. Bunun çok ağır sosyolojik ve siyasi sonuçları oldu. Kendi şartları içerisinde Cumhuriyet dönemi farklı bir modernleşme yolu izleyebilirdi. Biraz daha kendi tarihiyle, Anadolu irfanıyla, İslam’la, dini gelenekle, Osmanlıyla daha barışık bir modernleşme gerçekleştirebilirdi.

Bizlere dayatılan modernleşme hikâyelerinin iki ana unsuru vardır. Biri Avrupa merkeziyetçiliği, diğeri ise oryantalizmdir.  Avrupa merkeziyetçiliği sadece siyaseti değil; tarihi, estetiği, kültürü, müziği, sanatı, yeme kültürünüzü, yaşama kültürünüzü Avrupa merkeziyetçi zaviyesinden tanımlayan bakış açısıdır. Avrupa merkeziyetçiliği; hukukun, medeniyetin, ilerlemenin, kalkınmanın, yüksek kültürün kriteri Avrupa’da üretilen değerlerdir diyen bakış açısıdır. Bu nasıl gerçekleşti? Kadim tarihi 6-7’inci yüzyılda başlatarak. Bilim, düşünce ve mantık kadim Yunanda başladı diyerek. Bilime tabii ki de Yunanlılar önemli katkılarda bulunmuştur. Hatta İslam medeniyetini de etkilemiştir. Yani bizim hiçbir filozofumuz; Eflatunsuz, Aristosuz felsefe konuşmamıştır. 1000 yıl neredeyse Eflatun’un ve Aristo’nun eserleri Arapçaya çevrildi ve muhafaza edilmiş oldu.

Bizler ne yazık ki Avrupa merkeziyetçi bakış açısından vazgeçmiş değiliz. Hâlâ bu tarihi-zihni arka planla hareket etmekteyiz. Medeniyet, 150 yıldır gündemden hiç düşmeyen ama bir o kadar da örselenen, hırpalanan ve suistimal edilen bir kavram. Tarihi arka planı unutmadan, medeniyet kavramını bu sömürgeci anlamlarından kurtarıp, yeni bir çerçevede tanımlamamız gerekiyor. Medeniyet; insancıllık, medenilik, rasyonellik, ahlaklı, erdemli olma anlamında bir değerdir. Toplumların kendi tarih ve geleneklerine uygun bir şekilde yaşamaları, barış içinde bir dünya düzeni kurmaları için önemli bir zemin teşkil etmektedir.

Medeniyeti tek bir kadrajda incelememizin mümkün olmadığı gibi dönemsel farklılıklarında olduğunu unutmamalıyız. Nitekim her medeniyet başlığı altında yapılan hareketin ve olayın aslı itibariyle medeniyet ile ilişkilendirilmemesi gerekmektedir. Tek perspektif olarak medeniyeti değerlendirmemizde yanlıştır. Çünkü medeniyet dediğimiz tek mercekten farklı olayları incelemek olarak nitelendirebileceğimiz bir nosyondur.

KAYNAKÇA

  • KALIN, İBRAHİM, “Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar”, İnsan Yayınları, 2018
  • HUNTİNGTON, SAMUEL P. , “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, Okuyan Us Yayınları, 2011
  • YILMAZ, MURAT, “Medeniyetler Çatışması ve Samuel P. Huntington”, Vadi Yayınları, 2014
  • YUMAK, SÜMEYRA, “Barbar, Modern, Medenî: Medeniyet Üzerine Notlar”, İbrahim Kalın, İstanbul: İnsan Yayınları, 2. Baskı, 2018, 299 sayfa. . Usul İslam Araştırmaları, 32 (32) , 224-227. (https://dergipark.org.tr/tr/pub/usul/issue/49556/634930)
  • ŞİŞMAN, SULEYHA, “Medeniyet üzerine notlar”, https://www.yenisafak.com/hayat/medeniyet-uzerine-notlar-3407607), E.T. 10 Kasım 2018
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/feed/ 2