ABD – Açık Pencere https://www.acikpencere.com Gençlik Düşünce ve Araştırma Kuruluşu Sun, 18 Dec 2022 16:06:39 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://www.acikpencere.com/wp-content/uploads/2020/12/cropped-kullanici-32x32.png ABD – Açık Pencere https://www.acikpencere.com 32 32 Türkiye-Amerika İlişkileri (1919-1960) https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/#comments Thu, 20 Jan 2022 17:14:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5518 Türkiye-Amerika İlişkileri’nde Türkiye’nin Oltadaki Balık Olarak Görülmesinin Etkisi

GİRİŞ

Endüstri devriminin sonucu olarak artan üretim ile yeni pazar arayışları ve yatırım alanları fabrikaların ham madde ihtiyacı ve Avrupa piyasalarının da bu mallara doymasıyla sömürgecilik hızlanmış ve bu sömürgecilik emperyalizm haline gelmişti. 1.Dünya Savaşına baktığımızda bu savaş, tüm dünyayı denetim altına almış olan büyük devletlerin ekonomik güçlerini ortaya koyarak yürüttüğü bir savaştır. 1918 yılında Avrupa’daki devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çatışmalarını da görmekteyiz. ABD’nin durumuna baktığımızda ise savaşa girmesi üçlü itilaf devletleri için avantaj olmuş ve Almanya’nın karşısına dikilmişti. (sander, 2016) ABD Hükümeti’nin ve başkan Wilson’ın 1918 yılında savaş sonrası düzen konusunda görüşlerini 14 madde ile açıklamıştır. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson Amerikan kongresinde konuşmasından, 12’inci madde ile ilgili işte şu sözleri yer almaktadır…

“Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine kısmi bir egemenlik tanınmalı, Türk Olmayan halklara bağımsızlık verilmeli ve Çanakkale Boğazı uluslararası garantilerle serbest geçişlere ve ticarete açık tutulmalıdır.” (Akın, Türkiye-Amerika ilişkileri , 2016)

Wilson’ın bu söyledikleri Osmanlı için ölüm fermanı olmuştur. Boğazlarda egemenlik kurma çabalarını Wilson’ın 12. maddesiyle de bariz görmekteyiz. ABD 1800’lü yıllardan beri Akdeniz’de serbest dolaşabilmek için 2 milyon dolar kadar haraç veriyordu. Osmanlı bu dönemlerde Kuzey Afrika eyaletlerinde büyük bir maden keşfetmişti. ABD için Osmanlı önemli bir ticaret yeriydi bu yüzden Osmanlı ABD’yi “Semiz Ördek” olarak tanımlamaktaydı. (kıssınger, 2015) Osmanlı’nın ABD’nin her türlü olanaklarından ve her şeylerinden yararlandıkları için bu tanımlama yerinde olacaktır. Yıllarca devam eden haraçlar ve ticaret alışverişleri ABD’de Türk düşmanlığının oluşmasında en önemli nedenlerden biri haline gelmiştir.Osmanlı için İzmir’in işgalinden sonra Amerikan mandası ortaya çıkmıştır. İzmir’in işgali ile Asya ve Avrupa Türkiye’sinin her yerinde manda yönetimlerinin kurulması, Türkiye’nin parçalanması ve Osmanlı’nın bağımsız bir imparatorluk olarak varlığının sürdürülmesine son verilmesi için adımlar atılmış ve İzmir’in işgali önemli olmuştur. Bu dönemde Osmanlı ekonomisi batma noktasına sürüklenmiş, ülkenin olumsuz gidişinden Amerikan Mandası fikri daha sık duyulmaya başlamıştı. Hatta Halide Edip, İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e yazdıkları mektupta da Amerikan Mandası yanlıları olduğunu belli etmektedirler.* Başkan Wilson’a yazdıkları ortak mektupta ABD’yi Osmanlı ve Ermenistan toprakları üzerinde Boğazlarda manda yönetimini kurmaya davet etmişlerdir. 24 Eylül 1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Wilson ile görüşmeler gerçekleştirmiş olup ve bu görüşmelerin sonucu Sivas kongresine de yansımıştır. Milletimizin ve devletimizin bağımsızlığı, vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, milli ilkelerimize saygılı olan vatanımıza karşı saldırı ve yayılma amacı gütmeyen herhangi bir devletin ancak ekonomik, sanayi yardımının kabul edileceği söylenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Amerikan Mandasına karşı çıkmış ve Amerikan mandası yanlılarının kendi rahatlıklarını korumak adına vatanı ve Türk istiklalini feda ettiklerini belirtmiştir. Fakat İzmir’in kurtarılmasıyla, ABD istediğine kavuşamamıştır.

Öte yandan 24 Temmuz 1923 tarihinde ABD ile Türkiye arasında imzalanan Lozan Barış Antlaşması Amerikan Senatosu’ndan onay alamamıştır. Onay alamamasındaki sebeplerden biri ABD’nin kapitülasyonları kaybetmiş olması diğeri ise Ermeni lobisini destekleyen yoğun propagandalardır. Bunlar hala günümüzde de bir pürüz olarak kalmıştır. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde, Mustafa Kemal ve başkan Roosevelt dönemine baktığımızda ilişkilerin sorunsuz bir şekilde hatta karşılıklı jestler ve hoşgörü ile ilerlediğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra dengeler değişmiş, ABD’nin çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının da önüne geçerek Türkiye’yi boyunduruğu altına almakistemiş ve gözlerini boğazlara dikmişlerdir. II. Kahire konferansında Alman ve Mihver devletlerinin başarılarından sonra Türkiye’nin de müttefiklerinin yanında savaşa girmesi istenilmiştir. İsmet İnönü bu konuda isteksiz olup aynı zamanda başkan Roosevelt’in etkisiyle tarafsız kalmasına karar verilmiştir. Türkiye kararsız politikalarının ve tarafsız kalmasının etkisini 1945’li yıllarda görmeye başlamıştır.Bu araştırma da Türkiye- Amerika ilişkilerinde, Türkiye’nin oltadaki balık olarak görülmesinin etkisi konusu, çalışmanın ana temasını oluşturmaktadır. Makalenin birinci bölümünde Türkiye-Amerika ilişkilerinde 1945-1960 yılları arasında ikili ilişkilerde izlenilen politikalar bahsedilmiş ve ikinci bölümde Menderes hükümeti dönemi ve oltanın ucundaki balık söylemine değinilmiştir. Sonuç bölümünde ise Türkiye’nin ve Amerika’nın izlediği politikalar sonucundaki durumlardan bahsedilmiştir.

  1. Türkiye-Amerika İlişkileri Dönemi: (1945-1960)

Sovyetlerin gözü Türkiye’de olup boğazlar konusundaki bazı taleplerde olmuştur. Kars, Ardahan ve Artvin’i istemiştir bununla birlikte Sovyetlere göre Boğazlar, Karadeniz bölgesinin güvenliği ve çıkarları doğrultusunda önemli olmuştur. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye bu yoğun baskıları ve askeri yığınak yapmaları, ABD’nin Türkiye’nin yanında olmasına sebep olmuştur. Sovyetler komünist ideolojilerini yaymak istemiş ve Doğu Avrupa’da komünist devletler kurmak istemiştir. Bu durum ABD için endişe yaratmış ve komünizmle mücadele için Türkiye ve Yunanistan’a ulusal bütünlüklerinin korunması açısından bazı yardımların verilmesi gerektiğine karar vermiştir. Böylelikle izlemiş oldukları politikanın temeli oluşturulmuştur. Bu kapsamda 12 Mart 1947’de Başkan Truman bu doktrini açıklamış, komünizm baskısı altında olan devletlere askeri ve mali yardım yapılmıştır. 1947’de gündeme gelen Truman Doktrini ile Marshall Planı da 1951 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. ABD’nin komünizm tehdidine karşı almış olduğu diğer bir önlem ise 4 Nisan 1949 yılında kurulan NATO (Kuzey Atlantik İttifakıdır). NATO’nun amacı ise ittifak ülkeleri bir araya gelerek güvenlik ve savunma konuları üzerinde iş birliği yapmaktır ve birine karşı yapılmış herhangi bir saldırı tüm üye devletlere yapılmış kabul etmektir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye tarafsızlığını bırakıp Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Türkiye’nin çelişkilerinden dolayı Türkiye’ye güven yoktu. 16 Eylül 1950 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya yaptığı ilk başvuru ise İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Belçika tarafından reddedilmiştir.

Türkiye’nin tekrardan güven kazanması ve NATO’ya girmesi için her yolu Menderes hükümeti deniyordu. Kuzey Kore ile ABD destekli Güney Kore arasında bu dönemde savaş başlamış olup Kore Savaşına Türkiye ABD’ye destek olmak adına askeri birlik göndermiştir. Böylelikle NATO’ya üyelik süreci gerçekleşti. Fakat ABD için Sovyetlerin nükleer silah üretmesi tehdit bir durum oluşturuyordu bundan dolayı Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak en ufak tehlikede vuruş üstünlüğüne sahip olmak istemiştir. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasını bu şarta bağlamıştır. Türkiye bu şartı kabul ederek NATO’ya üyeliği gerçekleşti ve Sovyetlerin hedefi haline geldi.

  1. Menderes Hükümeti, Darbe ve Oltanın Ucundaki Balık

Menderes hükümeti döneminde mali sıkıntıların giderek artması ve sanayi alt yapısının kurulmasında sermaye yetersiz kadığında Menderes hükümeti Amerika’dan yardım istemiştir. Amerika Türkiye’nin tarım ülkesi olduğu gerekçesiyle bu isteği reddetti. Menderes hükümeti çareler ararken Sovyetler bu krediyi verebileceklerini söylediler. Bu durumda Amerika Menderes’ten vazgeçmiş, onu gözden çıkarmıştı. Sonun başlangıcı denilen durum böyle başlamıştır. Türkiye, Amerika’ya her anlamda bağımlı olmasının sonuçları hüsrana neden olmuştur. Menderesin de bu hüsranı, Amerika’nın gözden çıkarması 27 Mayıs darbesini getirmiştir. Darbeye 2 gün içinde ABD Savunma Konseyi’nden onay verildi. Bu dönemde iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın Ucundaki Balık” benzetmesi etkili olmuş ve Türkiye’nin ABD’ye bağlı olduğu ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediğini de bu söz doğrultusunda görmekteyiz. (Türkiye-Amerika İlişkileri , 2016). Yani Oltanın ucundaki balık benzetmesi, oltaya takılan balığa yem vermeye gerek yoktur, bu da Türkiye’ye sürekli yem vermeye gerek olmadığını ve Türkiye ABD’den kurtulmak isterse boğazının parçalanmasına sebep olunacağını bu benzetmeyle açıklayabiliriz. Menderes’in darbesi de ne yazık ki bu durumda gerçekleşmiştir. Eğer ABD’nin çıkarları doğrultusunda hizmet etmeye Türkiye devam etseydi Amerika için bir sorun yoktu. Türkiye bu durumda ABD’ye bağımlı hale gelmesiyle, ABD için “Oltayı Yutan Balık’’ haline gelmiştir. Günümüzde hala Türkiye “Oltaya Takılan Balık” olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır. Türkiye askeri, ekonomi, siyasi alanda güçlü bir ülke haline gelmiş bulunmakta ve kendi üretimlerini de her alanda gerçekleştirebilecek güce sahip olmuştur. “Dünya 5’ten büyüktür.” söylemi de bunu ispatlamaya örnek olarak verilebilir.

SONUÇ

Baktığımız da Türkiye’nin dış politikasını iki önemli unsur etkilemiştir. Bunlardan ilki Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmemiş olması diğer unsur ise; Soğuk savaştan sonra dünyanın iki kutuplu sisteme girmiş olması ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği tarafından tehdit ediliyor olmasıdır. Sovyetlerin gözü bu dönemlerde Türkiye’de olup, boğazlar konusunda ki talepleri Doğu bölgesinden Kars, Ardahan ve Artvin’i istemesiyle gerginlikler başlamıştır. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye yoğun baskıları sonucunda ABD Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmiş ve yanında yer almıştır. ABD, Türkiye’nin borçlarını silmesinin yanında, Marshall Planı ve Truman doktrini ile ekonomik yardımlar yapmıştır. Marshall Planı ve Truman doktrini, NATO(Kuzey Atlantik Antlaşması); Sovyetlerin Ortadoğu ve Avrupa’da yayılma faaliyetlerine ve komünizme karşı Amerika’nın almış olduğu tedbirlerdir. Mali sıkıntılar Menderes döneminde artmış ve iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın ucundaki balık” benzetmesi etkili olmuştur. Çünkü oltanın ucuna takılan balığa yem vermeye gerek yoktur. Ne yazık ki bu dönemde Türkiye’nin tek yönlü dış politika izlemesi hatalı olmuş ve ABD dış politikasına gözü kapalı destek vermesi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu dönem Türkiye’nin askeri, siyasi, ekonomi olarak ABD’ye bağlı olduğu ve Türkiye’nin emperyalizm tuzaklarıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemdir. Günümüz Türkiye’sine baktığımızda ise her alanda kendi gücünü gösterebilecek bağımsız, yükselen bir Türkiye’yi görmekteyiz. Emperyalizm tuzakları ise hala var olmaktadır.

 

Kaynakça

  • Akın, N. (2016). Türkiye-Amerika ilişkileri. Tarih ve Gündem, 6.
    Akın, N. (2016). türki.
  • Kıssınger, H. (2015). Diplomasi. istanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
  • Sander, O. (2016). ABD’nin Politikası ve Savaşa Girişi. Ankara: imge kitabevi.
  • T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başakanlığı. (2021, Eylül 8). nutuk, amerikan mandası için propagandalar : https:// www.atam.gov.tr/nutuk/amerikan-mandasi-icin-propagandalar adresinden alındı.
  • Türkiye-Amerika İlişkileri . (2016). Türkiye Oltadaki Balık mı?, 18.

 

*Bu akımı temsil eden resmi ve gayri resmi Amerikan görüşünün altında yatan gizli düşünce şudur: Türkiye’yi parçalamamak, eski sınırları içinde bir bütün halinde olduğu gibi korumak şartıyla genel ve tek bir mandaya bağlamak. Suriye, Amerikan Komisyonu orada iken, genel bir kongre toplayarak Amerika’yı istemiştir. Suriye’nin bu isteği Amerika’da çok iyi karşılanmıştır.(Halide Edip Adıvar’ın, Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptan) (T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı , 2021) bkz.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turkiye-amerika-iliskileri-1919-1960/feed/ 59
Analiz: Donald J. Trump Dönemi ABD’nin Ortadoğu Politikası https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/#comments Sun, 18 Jul 2021 16:02:25 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3186

ABD genel olarak Ortadoğu siyaseti İran’ı etkisiz hale getirme, İsrail’i güvende tutma,, Rusya’yı uzak tutma ve petrolü yönetme eksenindedir. ABD, Ortadoğu’da birçok saldırgan politikalar izlemiştir. Saldırgan politikalar sadece askeri kuvvet kullanarak uyguladığı politikalar değildir. Birçok ülkeye sert yaptırımlar uygulamıştır. ABD başkanı Donald J. Trump bu politikaları devam ettirmiştir. Fakat diğer ABD başkanlarından farkı olarak Ortadoğu’da izlediği politikaları daha sert bir biçimde ortaya koymuştur. İsrail’e açık bir şekilde destek vermesi, İsrail’in güvenliğini tehdit eden ülkelere yaptırımlar uygulaması bunun bir örneği olarak verilebilir.

Trump, başkanlığa aday olduğu sırada Ortadoğu’ya daha temkinli yaklaşacağı, daha az müdahale edeceği, İsrail ve Filistin’e karşı tarafsız olacağı, DEAŞ sorununu Rusya’ya bırakacağı ve hatta gerekirse Rusya ile işbirliğine gideceği bir politika izleyeceğini açıklamıştır. İzlediği bu seçim kampanyası Trump’ın oy oranını arttırmıştır.

Trump’ın Ortadoğu politikası, seçimlerden hemen sonra uyguladığı politikalarla anlaşılabilir. Trump’ın Müslüman halklara karşı olan tepkileri bilinmektedir. 11 Eylül olaylarından sonra ABD’de, Ortadoğu ülkelerinden ABD’ye olan göçlere temkinli yaklaşmaktadır. 27 Ocak 2017 tarihinde Trump, Müslümanların çoğunlukta olduğu bazı ülkelere seyahat yasağı getirmiştir. Bu ülkeler İran, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Sudan’dır. Bu ülke vatandaşlarına 90 gün süre ile ülkeye giriş yasağı uygulanacak ve 120 gün süre ile mülteci kabul edilmeyecektir. Bu ülkeleri seçmesinin sebebini teröre destek veren ülkeler olarak açıklamıştır. Ayrıca bu kararının arkasında vize sürecinin yeterince denetlenemediği kararı vardır.

Trump’ın bu politikası ABD’nin kuruluşundan beri gelen Amerikan halkının güvenliği söylemleri veya enavjelist söylemleri üzerine oturtmak mümkündür. ABD tarihindeki başkanlar gibi Trump ’ta Hristiyanların önceliğini ve güvenliğini savunmaktadır. Ayrıca ABD hegemonyasını devam ettirmek ve korumak için bu tür politikalara başvurduğu söylenebilir. Bazı Ortadoğu ülkelerine uyguladığı yaptırımlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelere giriş yasağı getirmesi bunun açıkça bir örneğidir.

Trump, seçim kampanyaları sırasında İsrail’in başkentinin Kudüs olacağını ve bunu tanıyacağını sıkça dile getirmiştir. Seçim konuşmalarının birinde İsrail’in başbakanı olan Binyamin Netenyahu ile birlikte o bölgeye istikrar ve barış getireceğini açıklamıştır. Aralık 2017 tarihinde Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştır. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra Mayıs 2018 tarihinde Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştır. ABD, din ile milliyetçiliği harmanlayarak oluşturduğu ABD’nin diğer ülkelerden, diğer halklardan üstün olduğu, dünyanın ABD’nin önderliğine ihtiyacı olduğunu, bundan dolayı Dünya’nın İncil’in ve ABD’nin önderliğinde kurtulacağı fikri ile hareket etmesinin bir sonucudur. Bundan dolayı ABD başkanlarında evanjelizm söylemlerini duymak mümkündür ve Mesihçilik anlayışı ile hareket etmesi bu kararın sebebidir. Bu görüşe göre İsrail’e destek vermek zorunludur, Yahudiler bu topraklarda yaşamadıkları sürece Mesih’in gelmeyeceği inancı vardır. Trump’ın bu kararı bölgedeki şiddeti arttırmıştır. Filistinlilerin Batı Şeria’dan sürülmek istenmesi, Mescid-i Aksa’nın yıkılmak istenmesi gibi uluslararası alanda tartışmalara ve şiddete yol açacak eylemler ve söylemler gerçekleşmektedir. Trump’ın bu söylemeleri tepki toplarken ırkçı ve islamofobik olarak değerlendirilmiştir. İsrail ve ABD’nin çıkar birlikteliği devam ettiği sürece bu bölgede barışın hâkim olması söz konusu değildir.

Trump’ın İran’a izlediği politikalar İran’ı yıpratmış ve İran’da büyük sorunlara – özellikle ekonomik- sorunlara yol açmıştır. 2015 yılında İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan 2018 yılı Mayıs ayında tek taraflı aldığı karar ile çekilmiştir. Bu nükleer anlaşmadan önce İran ekonomisi küçülmeye gidiyordu. Nükleer anlaşmadan sonra 2016 yılında İran ekonomisi IMF verilerine göre %12,5 büyümüştür. Anlaşma ile İran yaptırımların kaldırılmasına karşılık nükleer silah üretmemeyi kabul etmiştir. İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasından dolayı İran ekonomisi büyümeye başlamıştır. Trump bu anlaşmadan çekildiğinde İran’a ağır yaptırımlar başlamıştır. Trump’ın bu anlaşmadan geri çekilmesinin nedeni ise İran’ın füze denemelerine anlaşmanın engel olmamasıdır. Bunun ardından Trump’ın 7Ağustos 2018 tarihinde İran’a karşı aldığı yeni yaptırım kararları İran yönetimi açısından ciddiye alınmamıştır. Bunun sebebi 2016’dan önce ABD’nin zaten İran’a sert yaptırımlar uygulamasıdır. Trump’ın uyguladığı bu yaptırımlar İran’ın nükleer faaliyetlerini engellememiştir. Nükleer faaliyetlerini kısa süre içerisinde yapamasa bile hala devam etmektedir.

Trump, 31 Ağustos 2018 yılında UNRWA’ya (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı) yaptığı mali yardımları durdurma kararı almıştır. Arap-İsrail savaşlarında evlerini kaybeden Filistinlilere yardım amacı ile BM Genel Kurulu tarafından BM ajansı olarak kurulmuştur. ABD, UNRWA’ya 1949 yılından beri yardım yapmaktadır. Trump, UNRWA için düzeltilemeyecek kadar kusurlu bir kuruluş demiştir ve bölgeye yardım için büyük maddi destekte bulunmayacağını açıklamıştır. Bunun ardından ABD’nin eski Başkanı Barack Obama’nın imzaladığı 10 yıl içerisinde kademeli olarak yapılan İsrail’e 38 milyar dolarlık güvenlik yardımını Trump’ın devam ettireceği açıklaması tartışma konusu olmuştur. ABD’nin bu yardımları durdurması üzerine Filistin başkanı Mahmud Abbas’ın sözcüsü Nabil Ebu Rudeyna bu kararı halkına karşı bir saldırı olduğu yönünde açıklamalar yapmıştır. Trump’ın bu kararı Filistin-İsrail krizinin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

Trump’ın İsrail’i desteklemek adına uyguladığı ve yine uluslararası alanda tepkileri üzerine çekmesine sebep olan bir diğer olay 25 Mart 2019 yılında ABD’nin Golan tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğini tanımasıdır. Bu bölgenin İsrail’e destek ve bölgesel istikrarı için kritik bir öneme sahip olduğu açıklamasında bulunmuştur. İsrail, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini 1967 yılından beri işgal altında tutmaktadır. ABD, Suriye topraklarında bulunan fakat İsrail’in işgali altında olan Golan tepelerinde yıllarca İsrail’in varlığını sürdürmesine destek vermiştir. Avrupa Birliği’ne yaptığı açıklamada Golan tepelerinde İsrail’in varlığını tanımadığını, bu toprakları İsrail’in bir parçası olarak görmediğini açıklamıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler (BM) Golan tepelerinin işgaline karşı çıkmış ve bu bölgede uyguladığı kanunları, yargısı hükümsüzdür şeklinde açıklaması mevcuttur.

ABD ve İran arasındaki gerilim, İran-İslam devrimine kadar yoktu. İran- İslam devrimi sonrasında ABD ve İran arasındaki kriz başlamıştır. Fakat altını çizmek gerekir ki bu dönemden önce İran’ın nükleer enerji programı ABD tarafından tehdit olarak algılanmamaktaydı ve hatta 1967 yılında ABD, İran’a nükleer füze başlığı vermiştir. Hem tehdit olarak algılamıyordu hem de destek sağlıyordu diyebiliriz. Bu devrimden sonra tüm ABD başkanlarının İran’a karşı tutumu aynı olmuş ve nükleer silah faaliyetlerinin durdurulmasını istemişlerdir ve bu konuda anlaşmalar yapmışlardır. Trump, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İran’a yaptırımlar uygulaması İran’ı ekonomik olarak zor duruma sokmuştur. Trump’ın bir diğer İran politikası da uluslararası alanda ses getiren ve bazı ülkelerin tepkilerine yol açan karar Nisan 2019 yılında aldığı İran Devrim Muhafızlarını yabancı terör örgütleri listesine almasıdır. Bu karar ile başka bir ülkenin ordusunu terör örgütü

olarak ilan etmiştir. Bununla birlikte İran Devrim Muhafızlarının, ABD vatandaşları ile ticaret yapmalarına da yasak getirilmesi bu karar içinde yer almaktadır. Trump bu kararı açıkladıktan sonra İran ABD’ye misilleme yaparak, İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi ABD’nin Merkez Kuvvetler Komutanlığını terörist ilan etmiştir ve ayrıca ABD’yi de terör destekçisi olarak nitelendirmiştir. Bu kararı ile Kudüs gücünü de terör örgütleri listesine almış oldu. İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs gücünün teröre destek verdiği gerekçesi ile ABD, 2007 yılında Kudüs gücünü yaptırım listesine almıştır. ABD başkanlarının İran Devrim Muhafızlarını terör örgütü listesine almak için çabaladığını görmekteyiz. Trump, İran Devrim Muhafızlarının teröre destek verdiği, terör kampanyaları düzenlediği gerekçesi ile terör örgütü olarak tanımıştır.

ABD’nin Suriye politikası da diğer Ortadoğu ülkelerinde izlediği politikalara benzemektedir ve bu ülkeye uyguladığı politikalarda da bir çıkarı vardır. ABD’nin çıkarı Suriye’deki petrolü ele geçirmek ama zenginleşmek için petrol istememektedir, çünkü ABD zaten gelişmiş bir ülke konumundadır. Eğer petrolü kontrolü altına alırsa diğer ülkeleri de kontrolü altına alacağını düşünüyor. ABD başbakanları Esad yönetimine de karşıdır. Öncelikle Esad, İran’ın eski cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad’ı desteklemiştir. Ahmedinejad, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra nükleer faaliyetlere devam edeceğini açıklamıştır ve İsrail’in yok edilmesi gerektiğini söylemiştir. ABD’ye karşı sert bir dış politika izlemiştir ve Suriye sorununda Esad’ı desteklemiştir. ABD’nin Esad yönetimine karşı olmasının bir diğer sebebi de Esad’ın Hizbullah ile olan ilişkisidir. Esad, Hizbullah’a silah temin etmektedir, Hizbullah ise Esad’ı iç savaş döneminde desteklemiştir. Hizbullah, ABD tarafından yabancı terör örgütü olarak kabul edilmektedir. Bu gibi sebeplerden dolayı ABD Esad rejimine karşıdır ve Esad’ın Suriye’de düzeni bozduğu iddiası ile istifa etmesini istemektedir. ABD,Suriye’de iki farklı bölgede yoğunlaşmak istiyor. İlk olarak Fırat’ın doğusuna yoğunlaşmak istiyor. Çünkü petrol bu bölgede bulunmaktadır ve ayrıca Suriye’nin ekonomisi için önemli olan tarım alanları bulunmaktadır. İkinci olarak Suriye’nin güneyine yoğunlaşmak istiyor. Bu bölgenin ABD için önemi İsrail’in güvenliğinin sağlanmasıdır. Donald Trump döneminde ABD, Suriye’deki askerlerini geri çekme kararı almıştı ve IŞİD ile mücadeleyi kazandığını duyurmuştu. Suriye’deki iç savaş nedeni ile göçmenlerin çoğu Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye ise bu sorunun önüne geçmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak için adımlar atmıştır. Fakat bu bölgede ABD’nin askerleri bulunmaktadır. Türkiye’nin de ısrarları üzerine ve görüşmelerden sonra ABD bu bölgedeki askerlerini geri çekmiştir. Amerika’daki bazı kesimler Trump’ın bu çekilme kararına tepki göstermişlerdir. Bu tepkilerin temeli PKK ile Amerika ilişkilerine dayanmaktadır. Amerika yıllarca PKK’ya destek vermiştir ve terör örgütünü değil Kürtleri desteklediğini söylemiştir. Bu tepkilerin üzerine Trump ‘’biz Türkiye’nin düşmanı olan PKK ile ittifak yapmıştık, bunun üzerine PKK ve Türkiye arasında savaş tohumları ektik ve ayrıca Türkiye’yi Rusya’ya doğru itiyorduk’’ şeklinde açıklama yapmıştır. Yani aslında bir ülkenin daha Rusya ile yakınlaşmasını ABD’ye karşı durmasını engellemek amacı ile Suriye’nin Kuzey bölgesinden çekilme kararı almıştır.

SONUÇ

ABD’nin Ortadoğu’daki devletlere müdahale etmesi, yani Ortadoğu politikası bu bölgede kaosa neden olmaktadır. ABD’nin de asıl amacının bu olduğu söylenebilir. Çünkü bu devletler gelişmiş devletler olsalardı, ya da bu kadar çok kaos ve şiddet yaşanmadan gelişmiş olsalardı, ABD bu devletleri istediği gibi kontrol edemezdi. Yani petrole bu kadar kolay ulaşamaz, İsrail’e istediği yardımı yapamazdı. Seçim kampanyaları sırasında Ortadoğu politikaları ile istikrarı, refahı sağlayacağı söylemleri ile başbakan seçildikten sonra bu bölgede tam tersine istikrarsızlığı sağlamıştır. Uyguladığı bu politikalar İsrail’in güvenliğini sağlaması, ABD’nin tüm ülkelere ve halklara önderlik edeceği inancı, petrolü kontrol etmesini ve Ortadoğu’da güç kazanmasını sağlamıştır. Trump’ın İran’a ne kadar yaptırım uygularsa uygulasın nükleer silah programını durduramaması, Filistin’e karşı daha açık bir şekilde saldırgan politikalar izlemesi ve Filistin’i zayıflatmaya çalışması gibi politika örneklerine baktığımız zaman ABD’nin gücünün azaldığını da görmekteyiz. İsrail’e açıkça destek vermesi BM ve AB gibi uluslararası örgütlerden tepkiler toplaması bu tür politikaları izlediği sürece uluslararası alanda yalnızlaşacağı söz konusudur. Özellikle Filistin’e karşı izlediği politikalar ABD’nin güvenirliliğini sarsmaktadır.

 

Kaynakça

  • Adams, P. (2021, 2 26). BBC NEWS. https://www.bbc.com/news: https://www.bbc.com/news/world-middle- east-56205056 adresinden alındı
  • ALBAYRAK, H. Ş. (2012). Tarihi ve Sosyal Bir Realite Olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Gelişen Protestan Fundamentalizmi . M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi.
  • Ali, O. (2016). Donald Trump’ın Ortadoğu Politikası ve Kürtler. Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi.
  • İNAT, K. (2019, Ekim 09). SETAV. https://www.setav.org: https://www.setav.org/trumpin-suriye-politikasini- anlamak/ adresinden alındı
  • KARAKUŞ, N. (2019). ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. Gaziantep, TÜRKİYE: HASAN KALYONCU ÜNİVERSİTESİ.
  • KİBAROĞLU, M. (2017). İRAN DIŞ POLİTİKASINDA ABD’NİN YERİ VE TRUMP DÖNEMİ. STRATEJİST.
  • KURT, V. (2019). TRUMP VE SURİYE KRİZİ. SETA.
  • ÖNCEL, M. A. (2018). ABD’NİN ORTADOĞU’YA YÖNELİK KAMU DİPLOMASİSİ: OBAMA ve TRUMP DÖNEMİ. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Dergisi.
  • ÖZTÜRK, M. (2019). Trump’ın Kudüs Kararının Bir Analizi. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi.
  • TELCİ, İ. N. (2018). Ağırlaştırılmış Ekonomik Yaptırımlar:Trump İran’dan Ne İstiyor? Seta Perspektif.
  • TOPUZ, Z. Ç. (2018). TRUMP DÖNEMİ DEĞİŞEN DENGELERİN FİLİSTİN-İSRAİL BARIŞ SÜRECİNE ETKİSİ. Akademik Ortadoğu.
  • TURAMAN, O. (2018). TÜRKİYE VE ABD’NİN ORTADOĞU DIŞ POLİTİKASI: IRAK VE SURİYE ÖRNEKLERİ ÜZERİNDEN ÇATIŞAN VE ÖRTÜŞEN DEĞERLER İKİLEMİ. Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/analiz-donald-j-trump-donemi-abdnin-ortadogu-politikasi/feed/ 3
11 Eylül Panoramasında Artan İslam Karşıtlığı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/#respond Sun, 14 Feb 2021 06:39:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2249 Kelime olarak “fobi”, korku manasına gelmektedir. Geniş anlamda fobi;belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan yersiz, temelsiz, mantık dışı ancak önlenemez korku ya da önemli bir tehlike kaynağı olmayan bir nesne veya durumla karşılaşma sırasında duyulan inatçı ve aşırı korku olarak tarif edilmektedir. Kasım 1997’de Birleşik Krallık’ta hazırlanan Runneymede’in;“İslamafobi: Hepimiz İçin Bir Meydan Okuma” raporu islamofobiyi; “Müslümanlara olumsuz ve aşağılayıcı kalıplaşmış yargılar ve inançlar atfeden bir dizi kapalı görüşün daha da kötüleştirdiği İslam ve Müslümanlara karşı korku ve nefret” olarak tanımlamıştır. Dışlama, ayrımcılık ve ön yargılar/kalıplaşmış yargılar doğurmaktadır. (Kalın & Esposita, 2021)

Avrupa ve Amerika merkezinde ortaya çıkan yabancıların ve göçmenlerin kendi gündelik hayatlarına sosyal ve kültürel açıdan bir tehdit niteliğinde olduğu anlayışı resmi olarak 11 Eylül’le birlikte yükselişe geçmiştir. Bu anlayış, netice itibariyle dışlayıcı ve kutuplaştırıcı yapısıyla tarih, kimlik, din ve etnisite açısından ayrıştırmayı barındırmaktadır. Medya eliyle toplum üzerinden spekülatif söz ve davranışlar sergilenmekte ve akabinde de dışlayıcı propagandayı sürdürülebilir kılmayı amaçlamaktadırlar. “İslamofobi”,kurgulanan ve sistematikleştirilen bir olgu yerini almaktadır. Bu çerçevede 11 Eylül saldırısından hemen sonra İslam karşıtlığı özelinde bir yapılaşma ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu yapılaşma, aslı itibariyle İslam’ın hedefe konulmasının ve Müslümanların stratejik bir tehdit olarak algılanmasının perdesini aralamıştır. Netice itibariyle de İslam karşıtlığının dünya kamuoyunda meşru bir zemine oturtulma gayreti içerisine girilmiştir. “Selam” yani barış anlamına gelen İslam kelimesinin terörle ilişkilendirilmesi başlı başına gerçeğe aykırı bir durumdur. ABD’nin Irak ile Afganistan’ı işgal etme girişimleri bu yürütülen meşrulaştırmanın neticesi niteliğindedir. İslam karşıtlığıyla müşterek yapılanma olduğu iddia edilen bir diğer düşmanlaştırılma Antisemitizmdir. “Antisemitizm, çalışmalarının da gösterdiği gibi, kelimelerin etimolojik kökeni her zaman o kelimenin tam kapsamlı manasına ya da nasıl kullanıldığına işaret etmemektedir. Bu durum İslamofobi çalışmaları için de geçerlidir. İslamofobi, (gerçek ya da uydurulmuş) bir günah keçisi ilan ederek iktidar alanı inşa etmek, genişletmek ve bu durumu istikrarlı hale getirmek isteyen dominant gruplar tarafından kullanılmaktadır. Bu dominant gruplar ilan ettikleri bu günah keçisini yine kendilerinin inşa ettiği “biz” tanımının dışında bırakmakta ve kendilerinin yararlandığı kaynaklardan ve haklardan mahrum bırakmaktadır. İslamofobi sabit ve negatif değerler atfedilmiş ve tüm Müslümanlar için genellenmiş bir “Müslüman” kimliği inşa ederek Müslümanları ötekileştirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus İslamofobinin bize Müslümanlar ve İslam’dan daha çok İslamofobik şahıslar hakkında bilgi verdiği gerçeğidir. En son olarak şunu belirtmek gerekir ki Müslümanların ya da İslam dininin makul bir şekilde eleştirilmesi ile Müslümanlara yönelik nefret söylemleri üreten İslamofobik tutumlar birbirinden net bir şekilde ayrılmalıdır.” (Bayraklı & Hafez, 2016)

The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)
The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)

Bir çatışma dili olarak üretilen İslamofobi olgusunun tarihi kökleri Haçlı Seferleri’nin de öncesine, İslam’ın ilk yayılış dönemlerinde Hristiyanlarla olan temaslarına kadar gitmektedir. İlk dönem Doğu ve Batı Hristiyanlarının İslam algısı, bugün hâlâ hâkim olan ama 19. ve 20. yüzyıllarda sekülerize edilmiş İslam algısının prototipi şeklindedir. İslam’ın ve Müslümanların değişime kapalı, batılı değerlerle uyuşmayan, irrasyonel ve cinsiyet ayrımcı telakki edilmesi, Müslüman zihnin akılcılıktan yoksunluğu, İslam’ın özü gereği şiddeti yücelttiği temaları, Müslümanlığın ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Ancak Batı ve/veya Hristiyan dünyasında her daim statik ve hep olumsuz İslam algısı ve imajının hâkim olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Olumsuz bakışın yanı sıra olumlu bakışın da var olduğu uzun dönemler de olmuştur. Dolayısıyla, “Müslümanlar ile diğerleri arasındaki kaçınılmaz ilişki biçimi çatışmadır”. iddiası gerçekçi değildir. Üstelik tarihi verilerin bu iddiayı desteklemediği, bunun İslamofobik çevrelerin iddiası olduğu açıktır. (Baştürk, 2015)

İslamofobi düşüncesi dünyanın önemli bir kısmını (Müslümanları) hedef alan bir girişimdir. ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgal girişimleri; din, kimlik ve etnisite farklılıklarıyla heterojen yapıya sahip dünyamızı tek tipleştirerek homojen bir yapıya dönüştürme amacıyla hareket edildiğinin somut örnekleridir. Batı bu durumu kolay sahiplenmiş ve içselleştirmiştir. Nitekim üstten bakan tavrı itibariyle benimsemesi Batı için kolay bir durumdur. Batı merkezci tavır, Batı dışı toplumlarında aynı zaviyeden bakmakta olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Müslümanlar bütünüyle reddedilmese bile, ‘yabancı’, ‘farklı’ ve ‘normal olmayan’ vatandaşlar kategorisinde yeni dünya düzeninde bir yerlere konumlandırılması gereken ‘özel nüfus’ olarak algılandırıldılar.” (Tekin, 2017)

İslam ile dolayısıyla da Müslümanları bir tehdit olarak tanımlayan “İslamofobi”, ABD’nin Yüzyılı Projesine alan açan ve küresel siyasette işgal girişimlerine ve müdahalelerine meşru bir zemin kazandırılması 11 Eylül ile mümkün kılınmıştır. İslam’ın ve Müslümanların varlığı Batı özelinde bir tehdit olarak nitelendiren bir takım elitist entelektüellerin yorumları 11 Eylül sonrası için Amerika’nın dış politikasında etkili olmuştur.

11 Eylül Öncesi Küresel Tehdit

II’inci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler iki kutuplu bir seyir halindeydi. Savaş sonrasında dünya, politik anlamda ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler bloğu ile Sovyet Rusya’nın başını çektiği komünist devletler bloğu şeklinde ikiye ayrıldı. Bu andan itibaren uluslararası mücadelenin yeni adı Soğuk Savaş, düşman ise Komünizm ve onun temsilcisi ise Sovyet Rusya’ydı. 1947 yılında ABD Başkanı Truman tarafından başlatılan komünizm ile mücadele, ABD’nin etkisi altında başta Avrupa olmak üzere hemen bütün dünyada kısa sürede ülkelerin iç politikalarının en önemli konusu haline geldi.(TUNA KOCAOĞLU, 2020) Uluslararası alanda da ülkelerin dış politikalarında belirleyici unsur konumunu alan komünizm, küresel bir tehdit niteliğindeydi. Kapitalist devletler ile komünist devletler bloklarında ayırt edici en önemli husus iktisadi alanlardaydı. Toplumların dini, dili, kimliği ve etnisitelerinde ayrım söz konusu dahi değildi. Bloklar içinde yüksek düzeyde ekonomik ve siyasal işbirlikleri yapılmıştır.

Sovyetlerin Afganistan’ı İşgali

Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Afgan halkı cihat sürecini ilk etapta Abdullah Azzam tarafından yönetmiştir. Dünyanın dört bir tarafından cihat için Afganistan’a binlerce kişi Afgan yerel mücahitlerle birlikte kamplarda eğitim ve doktrinasyon sürecinden geçerek bizzat sıcak çatışmalarda yer almışlardır. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme kararı almasıyla beraber cihat neticesinin zaferle sonuçlandığına kanaat getirmişlerdir. Ayrıca bu dönemdeki Afgan cihadı hem ABD ve Batı ülkeleri hem de Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından aşırı düzeyde desteklenen bir süreç olmuştur.

Afgan cihadı başladığı yıllarda Usame bin Ladin aslında Suudi Arabistan’daki resmi Vehhabi görüşe tabi olan ve Suudi ailesiyle de iyi ilişkiler içinde olan bir işadamıdır. Ayrıca cihada katılması bizzat Suudi ailesinin teşviki ile gerçekleşmiş, Suudi Arabistan’ın izlediği politikanın sahada tatbik eden en önemli kişilerden biri olmuştur. Suudilerin ABD ile olan iyi ilişkilerinden dolayı Usame bin Ladin o dönemde ABD basını tarafından da özgürlük savaşçısı olarak yüceltilmiş ve müttefik olarak görülmüştür.

Gerek ABD’nin gerekse de Avrupai devletlerin bir cihat oluşumuna desteği aslı itibariyle komünizmin şiddetli bir tehlike olması hasebiyle gerçekleşmiştir. Sovyetlerin yıkılışıyla beraber tek kutuplu yapıya bürünen dünyada, mücadele edilmesi gereken küresel nitelikte bir düşmana ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç 11 Eylül sonrasında netleşerek meşrulaştı, o da İslamofobi olmuş oldu.

11 Eylül Sonrası İslamofobi’nin Şiddetlenmesi

Tarihsel açıdan dünya kamuoyunda güç sahibi elitlerin olaylar neticesinde algılar oluşturmada başarılı olmuşlardır.  11 Eylül ve sonrası için bu durumun en somut örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Karalama ve kötüleme açısından bir nevi şiddete maruz kalan Müslümanlar, öteki olmayı kabul etmeseler de gücün temsilcilerine karşı yekvücutta mücadele edememektedir. El-Kaide’nin üstlendiği 11 Eylül 2001 tarihindeki Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan intihar saldırıları dünya tarihini derinden etkilemiş ve uluslararası ilişkilerin gidişatını değiştirmiştir. 11 Eylül saldırısına ABD ile Avrupai devletlerin yapmış olduğu en önemli ve dikkat çekici analizlerin İslam karşıtlığı noktasında ortak paydada buluşulduğunu görmekteyiz. Daha evvelden Soğuk Savaş öncesi ve sonrası olarak 1990’ların başı, uluslararası ilişkileri betimlemede en fazla kullanılan kavram iken 11 Eylül 2001 tarihi, Soğuk Savaş’ın bitimi (1991) konseptinin de üzerine oturarak yakın tarihin en önemli dönüm noktası ve konsepti haline gelmiştir. 11 Eylül saldırısı sadece Irak Afganistan işgallerini değil, etkisi on yıllar hatta yüz yıllar sürecek İslamofobi’yi güçlendirdi. (İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül, 2017) 11 Eylül sonrası Jacques Derrida’nın; “burada stratejileri ve iktidar ilişkilerini görmek zorundayız. Hâkim güç, şartlara uygun yorumu ve terminolojiyi yerel ve dünya çapında meşrulaştırmayı veya hukukileştirmeyi başaran odaktır” (Devetak, 2017) İslam düşmanlığı özelinde sergilenen bu düşünce ve söylemler aydınlanma sonrası ortaya çıkan rasyonalist kibrin tezahürüdür. Modern seküler dünyanın zıttı olarak İslam’a ve Müslümanlara saldırıp Batı rasyonalizmini küllerinden yeniden doğurmaya çalışan bir zihniyettir.

BERLIN, GERMANY – AUGUST 18: Supporters of the pro Deutschland right-wing anti-Islam group hold up signs showing a mosque with a red line through it outside the Sahaba Salafite mosque on August 18, 2012 in Berlin, Germany. Approximately 80 pro Deutschland supporters are in Berlin to demonstrate outside Salafist, Muslim and left-wing buildings over the weekend. Similar demonstrations by the group in Bonn and Solingen earlier in the year sparked violence between Salafite counter-demonstrators and police. (Photo by Sean Gallup/Getty Images)

Sovyetler Birliğinin dağılmasının akabinde Batı özelinde komünizmin yerine İslam ve Müslümanlar düşman ilan edilmişlerdir. Soğuk savaş sonrası uluslararası siyasette yok olan düşmanın yeri 11 Eylül saldırısı ile dolduruldu. (Barnett, 2005) İslam’ı korku objesi haline getirecek söylem 11 Eylül terör saldırılarıyla vücut bulmuştur. 11 Eylül 2001 ikiz kule terör trajedisi de kültürler ve medeniyetler savaşının politik kazanç olarak kullanımına bir örnek olduğunu yakın tarih gösterecektir. (Tarhan, 2015) . Jeopolitik yorumcu Barnett, 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin eski güç çıkarlarını korumak ve Pentagonun yeni haritaları için, soğuk savaş sonrası tanımlanan çevreleme stratejisi yerine postmodern jeopolitik yöntemlerle küresel askeri operasyonlara stratejik bir kılıf hazırlandığına dikkat çeker. Dünyayı yeniden şekillendiren bu postmodern yeni dönemin kimliği henüz belirlenmemekle beraber oldukça tartışmalıdır. “Tek kutupluluk”, “küreselleşme”, “terörizm”, “önleme”, “postfordizm” veya “neo-liberalizm” kavramları yanında “yeni saldırı ve sömürgecilik”, “digital devrim”, “siber güvenlik” ve “çok kutupluluktan” bahsedilebilir. (Barnett, 2005)

Sonuç

Düşmanlığı sıradanlaştırdığınızda ve ayrımcılığı içselleştirildiğinizde, tüm siyasi anlayışlar buna göre tesis edilir, kanunlar öyle yorumlanır ve toplumsal algılar ona göre şekillenir. Toplu yanlışlıklar, sıradan ve normal bir durummuş gibi lanse edilir. İslam düşmanlığı da yürütülen algı operasyonları neticesinde bir normalleştirmenin gerçekleştiği ortadadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizmin Batı için bir tehlike olmaktan çıkması ile birlikte, Batılı güçler yayılmacı ve müdahaleci politikalarını meşrulaştırmak amacıyla yeni bir düşmana ihtiyaç duydular. Eski düşmanının yerine yeni bir düşman arayışı girişimleri Müslümanları hedef haline getirdi. Böylece yavaş yavaş gelişen Müslümanların ötekileştirilmesi, akabinde 1990’lı yıllarda İslamofobi olarak adlandırılan Müslümanlara karşı bir hareketin gelişmesine olanak sağladı. Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan araştırmalar ve kamuoyu yoklamaları bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı ayırımcılık, dışlama, nefret ve saldırıların sürekli artmakta olduğunu göstermektedir. Bu karşıtlık, 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırılar ve bu saldırıları müteakiben İspanya, Londra, Paris, Brüksel, Berlin ve Manchester gibi Avrupa başkentlerinde gerçekleşen saldırıların ardından endişe verici boyutlara ulaştı. Bu saldırıların ardından popülerlik kazanarak gittikçe daha fazla tartışılmaya başlanan İslamofobi kavramı; İslam ve Müslümanlara karşı rasyonel olmayan bir tür kuşku, korku, kin, nefret ve düşmanlık besleme anlamında kullanılmaktadır. (Aktaş, 2014) 11 Eylül itibariyle dünya kamuoyunda şiddetlenen ve meşrulaştırılan İslam ve Müslüman karşıtlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Kutsal mekânlara saldırıların arttığı gibi gündelik yaşamda dini ritüelleri yerine getiren Müslümanlara karşı kin ve nefret söylemi gittikçe artmaktadır. Özgürlüğüne ve insan haklarının hiçe sayılmasını öngören anlayışlar sadece söylem boyutunda kalmayıp, fiili olarak saldırgan tavır sergilenmektedir. Bunların yanı sıra İŞİD, DAEŞ yahut El-Kaide gibi terör örgütlerinin İslam ile bütünleşik olmadığını Müslümanların gerek davranışlarıyla gerekse de söylemleriyle fikri mücadeleye sımsıkı ve güçlü bir şekilde sarılmalıdır. Uluslararası haber ajansları vasıtasıyla kara propaganda hedefinde olan Müslümanlar, bu durumu içselleştirmeden medeniyetlerine sahip çıkarak ve meşru yöntemlerle mücadeleye devam etmelidir.

Kaynakça

  • AKTAŞ, M. (2014). Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 31-54.
  • Barnett, T. P. (2005). Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış. 1001 Kitap.
  • BAŞTÜRK, L. (2015, Ocak 31). Dünya Bülteni. İslamofobi DÜBAM’da masaya yatırıldı: https://www.dunyabulteni.net/dubam/islamofobi-dubamda-masaya-yatirildi-h321092.html adresinden alındı
  • BAYRAKLI, E., & HAFEZ, F. (2016). European Islamophobia Report 2015. SETA.
  • DAĞ, A. (2014). Ölümcül Şiddet ve Baudrillard’ın Düşüncesi. İstanbul: Külliyat Yayınları.
  • Devetak, R. (2017). Post Yapısalcılık. C. R.-S. Andrew Linklater içinde, Uluslararası İlişkiler Teorileri (s. 254-255). İstanbul: Küre Yayınları.
  • İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül. (2017, Eylül 11). European Islamophobia Report: https://www.islamophobiaeurope.com/tr/islamofobinin-tasiyici-kolonu-11-eylul/ adresinden alındı
  • KALIN, İ., & ESPOSITA, J. L. (2021). İslamofobi. İstanbul: İnsan Yayınları.
  • ÖZTÜRK, S. (2019). Küresel Terör Örgütü el-Kaide’nin Gelişimi ve Ön Plana Çıkan Liderleri Bağlamında “Cihad” Anlayışının Geçirdiği Değişimler. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 167-196.
  • Tarhan, N. (2015). Şiddetin Psikososyopolitik Boyutu. C. T. Ejder Okumuş içinde, Şiddet Karşısında İslam (s. 127). İstanbul: DİB.
  • TEKİN, A. R. (2017). Postmodernizm Perspektifinden 11 Eylül ve İslamofobi: Üretilen Korkunun Temelleri. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 97-121.
  • TUNA KOCAOĞLU, C. (2020). Soğuk Savaş Yıllarında Türkiye’de Komünizm Karşıtı. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 33-51.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/feed/ 0