Hasan Faruk ORAL – Açık Pencere https://www.acikpencere.com Gençlik Düşünce ve Araştırma Kuruluşu Sun, 18 Dec 2022 16:08:08 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://www.acikpencere.com/wp-content/uploads/2020/12/cropped-kullanici-32x32.png Hasan Faruk ORAL – Açık Pencere https://www.acikpencere.com 32 32 Bir Medeniyet Tartışması: Türkiye’nin Değişen Batı Algısı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/#comments Thu, 31 Mar 2022 14:29:07 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=5931 Türkiye’de Batı tartışmaları, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi itibariyle başlamış, Cumhuriyetten sonra ise yoğunlaşarak artmıştır. Tartışmaların temelinde ise Batı’nın; askeri, ekonomik, teknolojik ve siyasi alanlarda gitgide yükselen eğilimini nasıl başardığı sorusudur. Batı tartışmaları, geneli itibariyle ülkede süregelen istikrarsızlıklara çözüm bulma kaygısı tarafından şekil almıştır. Gayet tabiidir ki Batı tartışmaları aslı itibariyle tek taraflı bir “anlaşılma” sürecidir. Nitekim bu anlaşılma süreci, Batı’ya karşı zihinlerde bulunan görüşlerin bir nevi “evrimleşmesi” olarak da görülebilmektedir.

Batı dünyasının gerçekleştirdiği gelişimin anlamlandırılması süreci, 19’uncu yüzyılın başlarından günümüze kadar ülkemiz insanlarını meşgul etmektedir. Batı’nın yükselen eğiliminin anlaşılmaya çalışılması, en geniş bağlamda dünya genelinde kaç tür medeniyetin olduğu meselesi, tartışmaların başlangıç noktasıdır. Bu çerçevede tartışmalar, üç ana başlığa bölünebilmektedir.

İlk yaklaşım, dünya üzerinde “tek medeniyet” anlayışıdır. Bu anlayış, baskın olarak Batı medeniyeti ekseninde şekillenmektedir. Batılı aydınlardan, Andre Gide ve Ernest Renan gibi isimlerin “dünya üzerinde bulunan tek medeniyet, Batı medeniyetidir.” sözleri gerek Osmanlı’da gerekse de günümüzde bazı aydınlar tarafından destek görmüştür. Bu görüşe destek sağlayan ve en önemli savunucusu ise Osmanlı’daki “Batılıcılık” hareketlerinin önemli liderlerinden ve İctihad isimli dergi çıkaran Abdullah Cevdet’tir. Abdullah Cevdet’e göre tek bir medeniyet vardır ve bunu iyisiyle kötüsüyle, tatlısıyla acısıyla almamız gerekmektedir. Aksi durumda ise Batı tarafından işgal edilmemizin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir (BÜLBÜL, Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak, 2016).

Bariz bir şekilde tezahür eden ikinci yaklaşımsa, “medeniyet”i, beşeri anlayışın tüm unsurlarını içeren tek bir başlığa indirgememektir. Yani medeniyetin çeşitleri olduğu anlayışıdır. Yine dönemin önde gelen Batıcı düşünürlerinden Celâl Nuri’ye göre iki çeşit medeniyet vardır. Bunlar; medeniyet-i sınaiye(sanayi) ve medeniyet-i hakikiye (İLERİ, 1915, s. 25). Bu görüşe göre sanayi medeniyetinin tek kaynağı Batı’dır ve bundan başka medeniyet yoktur. Medeniyet-i hakikiye açısından ise Batı’nın ahlâk bakımından eksik olduğunu ve diğer milletlere zulmettiğini belirten Celâl Nuri, Japonya’nın Batı’dan sanayi medeniyetini aldığı ancak kendilerinin de medeniyet-i hakikilerini koruduklarının altını çizmiştir.  O’na göre“medeniyet-i hakikide ‘bu nokta-i nazardan’, şark, âlem-i İslâm, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın fevkindedir. … Binaenaleyh medeniyet-i hakikiyemizi terk etmek, Avrupa medeniyet-i gayr-i sınaiyesini temessül etmek şöyle dursun ahlâk ve tabayiimizi alâ halihi muhafaza etmeliyiz. Onların yine kendi dairelerinde mazhar-ı feyz-i tekâmül olmasına bakmalıyız” (İLERİ, 1915, s. 30).

Üçüncü yaklaşım ise “çoğul medeniyet”tir. Bu anlayışa göre, “medeniyet” kavramı, kültür yahut hars kavramından soyutlanarak yalnızca bir “teknik ilerleme”yle kısıtlanamaz. Yani “çoğul medeniyet” yaklaşımıdır. Medeniyetin geniş bir anlam dünyasının var olduğu çoğul medeniyet yaklaşımı, günümüzde de diğer yaklaşımlara göre daha fazla benimsendiği söylenebilmektedir. Samuel P. Huntington’un dünya üzerinde “yedi veya sekiz” (KUMRU, 2018) medeniyetin var olduğu görüşü de çoğul medeniyet yaklaşımının kabul edilebilirliğini teyit etmektedir.

Cemil Meriç’e göre medeniyet tekil bir olgu değil, çoğuldur. Meriç, İbn-i Haldun’un tabiriyle medeniyet kelimesi yerine “umran” kavramını önerir. Umran en geniş anlamıyla “içtimai hayat”tır ve kültür ve medeniyeti birlikte içermektedir (MERİÇ, 2015, s. 88). Cemil Meriç, Batı medeniyetinin evrensel bir niteliğinin olmadığını, yalnızca bir medeniyetten ibaret olduğunun altını çizmektedir. Roma ve Yunan medeniyetlerinin ise Avrupa değil, Akdeniz medeniyetleri olduğu görüşünü savunmaktadır. Kendisini insanlık tarihinin merkezi konumuna yerleştiren Avrupa, zamanı çağlara bölerek ayırmaktadır. Oysa her büyük medeniyetin ayrı bir eski çağı, ortaçağı ve yeniçağı vardır (MERİÇ, 2015, s. 114). Cemil Meriç bu çerçevede insanlık tarihinin ortak birikimini tek bir medeniyete indirgemeyerek farklı medeniyetlerin varlığına vurgu yapmaktadır.

Üç Muamma adlı eserin yazarı olan Haşim Nahit ise birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı olan toplumların medeniyetleri birbirlerine uymadığı görüşünü savunmaktadır.

Batı medeniyeti tartışmalarının başladığı Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine kadar birçok aydınların Batı’ya ilişkin değerlendirmelerinde ciddi düzeyde farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Abdullah Cevdet için Batı medeniyeti, “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” olarak ortaya atılmışken Mehmet Âkif içinse “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” benzetmesine muhatap olmuştur.

Batı’dan Ne Alınmalı? Sorunsalı

Batı’nın yükselen konumundan dolayı ortaya çıkan Batı medeniyeti tartışmalarında Batı’nın, maddi-manevi gelişmişlik özelinde sınıflandırılması yalnızca ideolojik bir bakışla değil aslında Batıdan ne alınması gerektiğiyle de alakalı olan bir sorunsaldır.

Yukarıda da medeniyet tartışmaları ekseninde gerçekleşen farklı yaklaşımları ele aldık. Meşrutiyet dönemi Batı tartışmalarında iki ana temel ve farklı yaklaşımın somutlaştığı görülmektedir. Bunlardan ilki her türlü “Avrupai” kurum, anlayış ve değerlerin bütüncül olarak “Batılaşma”sı; ikincisiyse İslâmcıların başını çektiği ve bazı Türkçülerin yanı sıra diğer farklı ideolojik tercihlere sahip birçok aydının da katıldığı, Batı’nın teknolojik gelişiminden yararlanıp kültürel alanlardaysa kendi has değerlerimize sahip çıkmayı öngören imtiyazlı “modernleşme” anlayışıdır.

Batılaşmayı öngören yaklaşım, “medeniyet”i her ne koşulda ve nedende olursa olsun bölen, ayıran yahut sınıflandıran bir bakışa karşıdır. Nitekim bu görüşte Batı, parçalanamaz bir bütündür (HANİOĞLU, 1985). Meşrutiyet dönemi İslamcılık görüşü, Batıcılıkla görüşünün tam karşısındadır. İslamcılar Batı’nın ekonomik, teknolojik ve sanayi alanlarında ki başarısını takdir etmekle beraber, kültürel ve yaşam tarzı özelindeyse de yoğun bir şekilde eleştirmektedirler. İslamcı düşünceyi savunanların önemli düşünürlerinde biri olan Said Halim Paşa’ya göre tüm hatlarıyla Batılaşma, ülkeyi anarşizme götüreceğini söylemektedir. Bu minvalde ne kadar Batılaşırsak, o kadar felaketimiz büyük olacaktır (PAŞA, 1920, s. 75).  Ancak Said Halim Paşa bununla birlikte Batı’dan yararlanılması gerektiğini kaçınılmaz olduğunun altını çizmektedir. Lakin bu yararlanma,fiili açıdan realiteden yoksundur. Nitekim yararlanılması öngörülen medeniyetin unsurlarını kendi medeniyetine de uydurarak tatbik etmekle mümkündür.

Türkiye’de deneysel sosyal psikolojik çalışmalarıyla tanına Mümtaz Turhan’a göre; Batı’ya ilişkin yaklaşımda, maddi-kültürel ayrımı konusunda Türkçülerde İslamcılardan çok farklı görüşlere sahip değildir. Her iki akım da Avrupa’dan yalnızca ilim ve tekniğin alınması ile yetinilmesi konusunda ortak bir vizyona sahiptir (TURHAN, 2015, s. 244).  Bu yaklaşımda fiili açıdan realiteden yoksun kalmıştır. Çünkü ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarında, Cumhuriyet döneminin yönetici elitlerin Türkçülüğü resmi bir görüş haline getirmesi, doğal olarak diğer görüşlerin sona ermesine sebebiyet vermiştir. O dönemden itibaren izlenilen “moderneleşme” programı, “Batılaşma” özelinde gerçekleşmiştir.Batı’nın yalnızca ilim ve fenninin alınması görüşü dışında “medeni ve modern bir ulus” anlayışı çerçevesinde “Batılı yaşam biçimi”ne has kültürel formlarda aktarılmıştır. “Modernleşeme” tanımının, “Batılaşma”yla entegrasyonu söz konusu olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi İtibariyle Batı Algısı

Bu dönem geçmiş dönemlerin aksine Batı, olumlu ve olumsuz yönleri özelinde sınıflandırılmamıştır. Ülkede çare olarak “Modernleşme” başlığı adı altında “Batılaşma” düşüncesi her alanda ağırlık kazanmıştır. Geleneksel kurum, kuruluş ve değerler lav edilerek, toplumun gündelik hayatında köklü entegrasyon sürecine girilmiştir. Değişim gösteren kültürel değişimler gitgide radikal bir “Batılaşma”ya evrilmiştir. Sancılı olarak geçen “Batılaşma” sürecindeyse, “Batı” algısı da yönetici elitlerin “Modernleşme” programının toplumsal açıdan yansımalarında değişiklik göstermektedir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008). Cumhuriyet dönemi itibariyle Batı algısı, siyasi, kültürel ve konjonktürel boyutlarıyla farklılaşması, toplumsal kutuplaşmanın hareket noktasını kesinleştirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı süreciyle beraber yaşanan kayıplar, Sevr Antlaşması, gerçekleşen işgalin ardından Yunanistan özelinde Batıya karşı verilen Kurtuluş Savaşı, toplumun Batı algısını şekillendiren yakın tarihi unsurladır. Toplumun işgaller sürecinde yaşadığı acılar ilgili hatıralarda ve zihinlerde önemli bir yerdedir. Bu süreçte özellikle Kurtuluş Savaşı’nda devlet, ulusal kimlik oluşturmada bu birikimden yararlanmıştır. Siyasal anlamda “Batı”, toplumsal hafızada; “zalim, işgalci, kötü niyetli ve tehlikeli” olarak kaydedilmiştir.

Kurulan yeni devletteki elitlerle şekillenen toplumsal bilinç, medeniyet ve kültür bağlamında anlamına karşılık gelmiş, “Batı” ise yukarıda ki anlama karşın olumlu bir nitelik taşımaktadır. Nitekim “Batı”ya, “muasır medeniyet”in beşiği anlamı verilmeye çalışılmıştır. Geçmiş dönemlerde olumlu-olumsuz bağlamda değerlendirilen “Batı”, artık bir bütün olarak tüm hatlarıyla kabul edilerek bir devlet politikası haline evirilmiştir. Bu evrimleşme neticesinde “Batı”lı bir toplum statüsü için bu değişime engel niteliğinde olan yahut algılanan geleneksel her türlü kurum ve değerler adeta devlet eliyle endoktrinasyon uygulamalarıyla tasfiye edilmiştir. Gerçekleşen endoktrinasyon uygulamalar, “Radikal Batılaşma” olarak da adlandırılan bu sürecin iki temel yansımalarından bahsedilebilir.İlki toplum özelinde gerçekleşen tepkinin bir ürünü olan içe kapanma ve reddediş şeklindeki tutumlardır. İkincisi ise “modernleşme” programının yürütülme biçimi, tersi niteliğinde aykırı bir tutumla Batı’dan kopartıcı etkisinin varlığından söz edilebilir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008).[1]

Cumhuriyet dönemi itibariyle toplumda değişimlere uğrayan Batı algısı, yalnızca devletin uygulamaları perspektifinde şekillenmemiştir. Uluslararası konjoktür nedenleriyle de Batı’yla tesis edilen ilişkilerin etkisinde oldukça büyüktür. İkinci Dünya Savaşıyla birlikte tek kutuptan, çift kutuba dönüşen küresel sistemde Türkiye, Batıya daha da yakınlaşmıştır. İlerleyen yıllarda 2000’lere gelindiğinde Türkiye, AB ile bütünleşme çalışmaları ciddi manada dönüm noktasıdır. Türkiye, AB’nin tam üyelik için sunduğu “Kopenhag Kriterleri”ni koşulsuz bir şekilde tamamına yakınını ivedilikle tamamlamıştır. Türkiye’nin AB’ye karşı tutumu “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” anlayışıyla hareket etmiştir. Ancak AB,Türkiye’ye yönelik uygulamış olduğu politikası ciddi manada farklılaşmış ve aynı zamanda Fransa ve Almanya devletlerinin başını çektiği “tam üyelik” sözleri, yerini “imtiyazlı ortaklığa” bırakmıştır. Hatta o dönemde birçok Batılı lider ve dini otorite liderleri, “Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığı” ve arada “din ve kültür farkı” olduğu söylemleriyle Türkiye ötekileştirilmiştir. Bu ötekileştirmede ise kuşkusuz Türkiye, toplumu itibariyle Batıya karşı olumsuz bir karşılığı olmuştur.

Türkiye’de, Ekim-2006 ve Haziran-2007 tarihlerinde gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasında Türk toplumuna yöneltilen, “Günümüzde Batı neyi ifade ediyor?” sorusuna ilişkin olarak katılımcıların kendi ifadeleri ve öne çıkardıkları kavramlar, olumludan olumsuza şu şekilde özetlenebilmektedir:

“Medeniyet”, “uygarlık”, “sanayi, teknoloji ve kültürel olarak gelişmişlik”, “özgürlük ve insan hakları”, “demokrasi”, “rahatlık”, “yaşam standartları”, “modern yaşam”, “sosyal hakları ve güvenceleri oturmuş bir sistem”, “eğitim düzeyinin yüksekliği”, “iş-çalışma”, “çalışma disiplini”, “eğlence”, “tatil”, “kanunların oturduğu, güçlünün güçsüzü ezmediği bir düzen”, “farklı gelenekleri, kültürleri olan ülkeler”, “farklı bir kültür”, “gelişmiş ama sorunlu”, “medeni görünen ama medeni olmayan bir topluluk”, “kendi benliğini kaybetmiş, sadece çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş bir sömürü düzeni”, “kendi menfaatleri için her şeyi yapabilen bir topluluk”, “dejenere olmuş bir ülke”, “Haçlı Seferleri”, “Batı’nın bombaları”, “sömürgecilik” “ikiyüzlülük”, “kapitalist düzen”, “esir kampı”, “ukalalık”, “soğukluk”, “kayıtsızlık”, “hiçbir şey”(BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, 2008).

Sonuç

Sonuç itibariyle Türkiye’de, “Batı”cı anlayış ile “Batı” karşıtı olarak çift kutuplu bir anlayışın varlığından söz edebiliriz. Türkiye’nin “Batı”ya karşı hayranlık düzeyinde ki bakış açısının, AB’nin Türkiye’yi kültürel bağlamda dışlayıcı politikasına binaen oldukça gereksiz olduğunun teyidi niteliğindedir. Avrupa’da yaşayan birçok insanın dini, kültürel ve ırki nedenlerden ötürü ayrımcılıkla karşı karşıya kalındığı gerçeği gözler önündedir. Ancak Batı’nın sosyal meseleler haricinde ekonomik ve teknolojik alanlardaki başarısını da hiçbir surette göz ardı edilmemesi esastır. Bu nedenle “iyisiyle kötüsüyle Batılaşmalıyız” söz ve söylemleri nasıl abesse, “biz Batılaşamayız” söz ve sözlemleri de abestir. Nitekim “Batılaşmak” kavramı, ülkemizde uygulanan anlayışın tam tersine, ekonomik, teknolojik ve de sanayi açısından gelişimi öngören bir anlam bütününe hitap etmektedir.

 

 

Kaynakça

  • ARSLAN BİLGİN. F. (2020). Ziya Gökalp ve Batı Algısı, Medeniyet ve Toplum Dergisi , 4 (1) , 100-112 .           Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1172461
  • Avrupa’da değişmeyen ben ve ‘öteki Türkiye’ algısı. (2020, Şubat 29). Intell4: https://www.intell4.com/avrupada-degismeyen-ben-ve-oteki-turkiye-algisi-haber-184483 adresinden alındı
  • BÜLBÜL, K. (2016). Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak. Ankara: Tezkire Yayınları.
  • BÜLBÜL, K., ÖZİPEK, B. B., & KALIN, İ. (2008). Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı. Ankara: SETA Yayınları.
  • HANİOĞLU, M. Ş. (1985). Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. “Batıcılık”. İstanbul, Fatih, Türkiye: İletişim Yayınları.
  • HUNTİNGTON, S. P. (1993). The Clash of Civilizations?, Foreign Affairs, Summer; Aynı makale için bkz: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/1993-06-01/clash-civilizations , E.T. Ekim 2021
  • İLERİ, C. N. (1915). İttihad-ı İslam. İslamın Mazisi, Hali, İstikbali. İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaas.
  • KUMRU, C. (2018). Huntıngton’ın “Medeniyetler Çatışması” Üzerine Değerlendirmeler. Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 603-614.
  • MERİÇ, C. (2015). Umrandan Uygarlığa. İstanbul: İletişim Yayıncılık.
  • PAŞA, S. H. (1920). İslâmda Teşkilât-ı Siyâsiye. Sebîlü’r-Reşâd, 75.
  • TURHAN, M. (2015). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Altınordu Yayınları.
  • https://www.unaoc.org/repository/report.htm , E.T. Ekim 2021

[1] Bu yaklaşıma göre, kendisini Batılı toplumlarla aynı “İbrahimi” gelenek içinde tanımlayan geleneksel/Osmanlı tarih kavrayışının resmi düzeyde terk edilerek yerine tarihi Orta Asya’dan başlatan “Türk tarih tezi”nin ikame edilmesi, aslında felsefi ve sembolik anlamda Batılı toplumlarla ortak bağın da kopması anlamına gelmiştir.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-medeniyet-tartismasi-turkiyenin-degisen-bati-algisi/feed/ 3
Politika Yapıcılar ve Düşünce Kuruluşları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/#respond Wed, 27 Oct 2021 09:52:30 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3774  Giriş

Dünya genelinde düşünce ve araştırma kuruluşları (think-tank); siyasal liderler, bürokratlar gibi politika yapıcılar ve karar alma mekanizmalarında yer alan kişiler için ciddi manada önem arz eden oluşumlardır. Politika yapıcılara danışmanlık hizmetinde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları, yaptıkları akademik ve bilimsel perspektifli rapor, analiz vb. diğer yayınları, kanun yapıcılara aktarılarak ilgili politikaların oluşmasına ve uygulamasında önemli rol oynamaktadırlar. Düşünce kuruluşları, güncel ve yakın vadede ülkelerin kendi çıkarlarını ve dünya kamuoyunu ilgilendiren konularda yalnızca fotoğraf çekmeyen, aynı zamanda politika önerileri de geliştiren kuruluşlardır. Üniversitelerde, genellikle “ne yapılmalı” sorusuna çok girilmemektedir. Düşünce kuruluşlarının farkı da burada ortaya çıkmaktadır. Medya çok hızlı, akademi ise yavaş çalışmaktadır. Bu minvalde düşünce kuruluşları medyaya daha yakındır (DURAN, 2019). Yaptığı akademik ve bilimsel çalışmalar ile kamu politikalarının teknik ve stratejik manada ülke ve dünya kamuoyunu bilgilendirme görevi de düşünce kuruluşları üstlenmektedir. Bilgiye ve veriye dayalı iş yapma, politikaları buna göre oluşturma en önemli paradigmaları arasındadır.

Düşünce ve araştırma kuruluşları aslı itibariyle Soğuk Savaş sonrasında özellikle uluslararası ilişkiler alanında giderek etkisini bir o kadarda önemini arttıran konuma gelmiştir. Dünya üzerinde aktif faaliyetlerde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları bulundukları ülkenin iç ve dış politikalarını şekillendiren/yönlendiren önemli çalışmalar yapmışlardır.  Özellikle ABD’de faaliyet gösteren düşünce ve araştırma kuruluşları gerek Amerika’nın iç ve dış gerekse de dünya politikasını yönlendirme adına ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Bu minvalde Türkiye özelinden incelediğimizde “düşünce fakirliği” yaşandığı görülmektedir (KARABULUT, 2010). Küreselleşme bağlamında bilgi toplumunun artışı, bilgiyi üreten mekanizmalara karşın ilgiyi arttırmış buna mukabil düşünce ve araştırma kuruluşlarının etki ve nüfuzları artmıştır.

Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Çalışma Prensipleri

Kanun yapıcılar; yönetiminde oldukları toplumun ve ilişki içerisinde oldukları devletler hakkında sosyal, siyasi, ekonomik ve istatiksel açıdan malumat sahibi olmak ve uygulamaya koydukları politikaların etkili sonuçlar verip vermediği hususunda uzman kişilerce hazırlanmış verilere ihtiyaç duymaktadırlar. Buna mukabil siyasal karar alma süreçleri esnasında sürekli ve güvenilir bilgiye duyulan ihtiyaç, bağımsız düşünce ve araştırma kuruluşlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Düşünce ve araştırma kuruluşları ülkemiz özelinde oldukça fazla ihmal edilmiş bir alandır.

Düşünce kuruluşları; araştırma, analiz ve çeşitli yayınlar ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına akademik danışmanlık hizmetlerinin verildiği statik sivil toplum kuruluşlarıdır. Aslı itibariyle “Entelektüel Girişimciler” tanımına muhatap olan düşünce kuruluşları, özgür ve bağımsız yapılarıyla[1] ülke içi yahut ülke dışında kronikleşmiş sorunlara yeni fikirler ve çözüm önerileri sunmaları birincil manada çalışma prensibidir. Ürettikleri politikalar vasıtasıyla ulusal ve uluslararası arenada yankı uyandırmaktadırlar. Özellikle uluslararası ilişkiler alanında aktif politika üreten düşünce ve araştırma kuruluşları, faaliyette bulundukları ülkenin ulusal gücünü yükseltme noktasında oldukça önemlidir. Düşünce kuruluşlarının tam manasıyla literatür anlamına karşılık gelebilmesi, ne kadar bağımsız çalışmalar icra edebildiğinden geçmektedir.

Düşünce kuruluşları yapmış oldukları yayınlar ile ilgili ülkelerin dış politikalarını ve Dünya politikasını yönlendirebilmektedirler. Bu duruma verilecek en önemli örnek ise George Kennan’ın, Council of Foreign Affairs’ın (CFR) bizatihi yayını olan Foreign Affairs’da, 1947 yılında yayımlanmış olan “Mr. X” başlıklı makalesi, Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisini şekillendiren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Düşünce ve araştırma kuruluşlarının yayımlamış oldukları makalelerin etkinliğine, Stocholm International Peace Research Institute’ün (SIP- RI) her yıl düzenli olarak yayınlamakta olduğu yıllık örnek olarak gösterilebilir. Düşünce kuruluşlarının ülkelerin politikalarında etkin rol üstlendiğini destekler nitelikte bu tip birçok örnek mevcuttur. Devletlerin; dış politikada yeni düşünceler ile alternatifler üretmelerini, üst düzeyde tartışma ortamı hazırlamalarını, ilgili ülke vatandaşlarını Dünya hakkında bilgilendirmelerini ve arabuluculuk ile çatışmaların çözülmesi konusunda resmi çabalara tamamlayıcı imkanlar sağlamaları noktalarını karşılamaktadırlar.

Türkiye ise düşünce ve araştırma kuruluşları çerçevesinde başta ABD olmak üzere diğer Avrupai devletlere göre hem niceliksel hem de niteliksel açıdan oldukça geridedir. Bu durumun ortaya çıkmasındaki en temel faktör ise toplumu itibariyle Türkiye, düşünce ve araştırma kuruluşlarının önemine haiz olmamasıdır. Türkiyede düşünce kuruluşları yarım yüzyılı geride bırakarak özellikle konjonktürün elverişli olduğu 2000’li yıllardan itibaren sayı ve etki bakımından önemli bir aktör haline gelmiştir (BABUR, 2021). Türkiye’de düşünce ve araştırma kuruluşlarının niceliği oldukça artmış, netice itibariyle de neden ortaya çıktıkları ve nasıl uluslararası alana yayıldıkları, siyasal karar alıcıları nasıl etkiledikleri ve küresel dünya ile nasıl bir etkileşim içinde oldukları, gibi soruların cevaplanması gerekliliği ortaya çıkmıştır (Alper Tolga BULUT, 2014).

Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Tarihsel Gelişimi

Dünya özelinde düşünce ve araştırma kuruluşları ilk olarak 20’nci yüzyılların başlarında ABD’de ortaya çıkmıştır. Akademik ve bilimsel çalışmaların öneminin oldukça yüksekte olduğu bu dönemde Russel Sage Foundation 1907 yılında, 1910’da Russell Foundation, 1911’de Carnegie Endowment ile Twentieth Century Fund ve 1916’da Hoover Institution kurulmuştur. Bu durum Dünya özelinde özellikle Soğuk Savaş döneminde artarak devam etmiştir. Öyle ki ABD’de 1907 ila 1950 yılları arasında 25’i aşkın düşünce ve araştırma kuruluşu kurulmuşken bu durum 1950 yılından sonra katlanarak artmıştır (McGANN, 2009) (bkz. Tablo 1). Giderek endüstrileşmeye başlayan düşünce ve araştırma kuruluşları, ABD’nin uluslararası alandaki stratejik çıkmazlara karşın,ihtiyacına binaen odak noktası olmaya devam etmiş ve en önemli çözüm merkezleri konumunu almıştır. Bu duruma cevaben, RAND Corporation (1948), Foreign Policy Research Institute (1955), Center for Strategic and International Studies (1962) gibi enstitüler kurulmuştur. Halihazırda Dünya üzerinde en fazla düşünce kuruluşunun bulunduğu ülke ise ABD’dir. Soğuk Savaş Dönemi’nde kurularak aktif çalışmalarda bulunan birçok düşünce kuruluşunun bağımsız olmadığı kanaati bugün itibariyle hâkim olan bir görüştür. Realitenin baskın olarak karar mekanizmalarının etkisi altına alındığı bu Soğuk Savaş Dönemi’nde tüm Dünya olduğu gibi düşünce kuruluşları da ideolojik propaganda merkezlerine dönüşmüştür. Dönemin havası itibariyle düşünce kuruluşları ciddi manada strateji ve güvenlik alanlarında faaliyetler yürütmüştür. Bu dönem, birçok kişi tarafından “Strateji Çalışmalarının Altın Çağı – Age of Strategy Studies” ile “Güvenlik Çalışmaları Rönesansı – The Renaissance of Security Studies” olarak nitelendirmiştir (STEPHEN, 2003). Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber yeni sorunlarla karşı karşıya kalan Dünya kamuoyu, düşünce ve araştırma kuruluşlarına bakış açısını ve anlayışını ciddi manada değiştirmiştir. Nitekim insan hakları, küreselleşme, kuraklık ve ekonomik-politik gibi konular özelinde sorunlar oldukça artmış ve bu sorunlara karşın çözüm stratejilerinin arandığı yer ise düşünce ve araştırma kuruluşları olmuştur.

Tablo 1: Yıllara Göre Kurulan Think Tank Sayısı

Kaynak: James G. McGann, “The Global ‘Go-To Think Tanks’”, RAND, 2008, s.10. pdfadresi: https://repository.upenn.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1000&context=think_tanks

Düşünce Kuruluşlarının Sınıflandırılması

Düşünce ve araştırma kuruluşları; Etkinlik Derecesine Göre: Küresel, Bölgesel ve Ülkesel, Bağımsızlık Kriterine Göre: Tam Bağımsız, Yarı-bağımsız/bağımlı, Tam Bağımlı ve İşlevlerine Göre olmak üzere üç ana temel başlık üzerine sınıflandırılmıştır. Buna ek olarak “İşlevlerine Göre”, Bölgesel ya da Ülkesel Çalışmalar Yapan (Avrupa, ABD, Kafkasya v.b) ve İşlevsel Çalışmalar Yapan (Güvenlik, İnsan Hakları, Enerji, Çevre v.b) olmak üzere de ikiye ayrılmaktadır.

Foreign Affairs tarafından yayınlanan düşünce ve araştırma kuruluşları indeksinde ise aşağıda belirtildiği üzere bir sınıflandırma yapılmıştır (McGANN J. , 2009);

1- Politika Yapıcılar: RAND, Urban Institute, Overseas Development Ins- titute v.b.

2- Partizanlar: Heritage Foundation, Center for American Progress, Adam Smith Institute v.b.

3- Fantomlar: China Development Institute, Institute for Democracy and Cooperation (Russia) v.b.

4- Bilim Adamları: Brookings Institution, Council on Foreign Relations, Chatham House v.b.

5- Aktivistler: Human Rights Watch, Centre for Conflict Resolution (South Africa),Amnesty International

Diane Stone ise düşünce ve araştırma kuruluşlarını yukarıda bahsedilen kurumlardan ayıracak altı temel özellik ortaya koymuştur (STONE, 1996). Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibidir:

a) Organizasyonel Bağımsızlık ve Devamlılık: Düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak kamu sektörünün dışında kendi yasal statüleri ile kurulurlar. Bağımsız olmaları, kâr amacı gütmeyen kurumlar olmalarının doğal sonucu olarak görünmektedir. Bunun yanında düşünce kuruluşları sürekliliği olan kuruluşlardır.

b) Araştırma Gündemini Bağımsızca Belirleme: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının  sabit veya bağımlı bir politika gündemleri yoktur ve entelektüel olarak bağımsızlardır (STONE, Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes, 2002).

c) Politika Odaklı Olma: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının en önemli özelliği kanun yapıcıların karar alma süreçlerini etkilemeye yönelik faaliyetler yürütmeleridir. Faaliyet alanları bulundukları toplumdan bağımsız değildir. Buna mukabil ilgili kanun yapıcılarla müşterek mesai halindedirler. İlgili kanun yapıcı kurmaylar ile aralarındaki diyalog mesafesi etkin, yararlı ve yerinde politikalar üretme odaklıdır.

d) Kamu Yararı Gözetme: Düşünce ve araştırma kuruluşları yürüttükleri faaliyetlerde kamu yararının faydasına hareket etmektedirler. Bu bağlamda düşünce ve araştırma kuruluşları teorik de olsa, kamuoyunda tartışma başlatma ve toplumu eğitme gibi amaçlarla çalışmalar yürütmektedirler. Bu duruma ek olarak düşünce ve araştırma kuruluşları, herhangi bir oluşumun yahut zümrenin arka bahçesi konumunda bulunmak maksadıyla hareket edemezler/etmemelidirler. Toplumsal huzur ve refahı arttırıcı niteliğindeki çalışmaları ve diğer bilumum meselelere karşın çözüm stratejileri; çoğunlukla araştırma, analiz, panel ve sempozyum şeklinde halka açık olması, aynı zamanda yalın, özgün ve anlaşılır bir dille kaleme alması önem arz etmektedir.

e) Uzmanlık ve Profesyonellik: Düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan personel genellikle, politika veya sosyal bilimler üzerine eğitim almış ya da çalıştığı/çalışacağı alana hakimiyeti, ilgisi ve motivasyonu oldukça yüksek olmalıdır.

f) Ortaya Konulan Çıktılar: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının aktif olarak yürütmekle mükellef olduğu faaliyetlerin en temel üç sonucu araştırma, analiz ve tavsiyedir. Politika tavsiyeleri, kitaplar, belirli aralıklarla çıkarılan dergiler, köşe yazıları, radyo ve televizyon mülakatları gibi geniş bir yelpazeye yayılan araçlarla siyasal karar alıcılara ve topluma ulaşma maksadıyla hareket etmektedirler. Bunlara ek olarak da seminerler, atölye çalışmaları, konferans ve panel toplantıları gibi faaliyetler yürütmektir. Bu faaliyetler sayesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan uzman ve akademisyenler ile karar alıcılar, kanaat önderleri ve sponsorlar bir araya gelmekte ve ilgili tavsiyeler sözlü olarak aktarılmaktadır.

Sonuç

Düşünce kuruluşları demokratik toplumlar için en önemli aktörlerden biridir ve toplumların entelektüel kesimlerinin bilgi temelli hareket ettiği bir ekosistemdir. Aslı itibariyle düşünce kuruluşları, devletlerin bir nevi yumuşak gücü (soft power)’dür (KARABULUT, Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz, 2010). Düşünce merkezleri, Batı’da sistem içidir ve politika oluşturulan bir nevi mutfaktır. Bu nedenle, Batı’da (özellikle ABD’de) düşünce merkezleri ile kamu, medya, üniversite, özel sektör ve siyaset arasındaki geçişkenlik oldukça fazladır. Türkiye’de ise düşünce merkezleri karar alıcılara yakın olmasına rağmen sistem dışıdır. Kamu, özel sektör ve siyaset ile arasındaki geçişkenlik çok azdır. Geçişkenlik, akademik Dünya ve kısmen medya ile bulunmaktadır. Ülkemizde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak seminer, panel, ulusal ve uluslararası konferanslara ve internet yayını ile gerek kamuoyunu gerekse de kanun yapıcıları bilgilendirmekte, ürettikleri bilgiyi çıkarttıkları hakemli dergide yayınlayarak yaymakta ve bilimsel bilgi üretmektedirler. Bu etkinliklerinin yanında uyguladıkları staj programları ile uzman yetiştirmekte ve en önemlisi bilginin ulusal yollarla üretilmesini sağlamaktadırlar (Alper Tolga BULUT, 2014). Ancak ulusal ve uluslararası arenada ne kadar etkin oldukları en önemli tartışma konusudur. Ülkemizin en önemli düşünce ve araştırma kuruluşlardan biri olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)’nın 2019 yılında yayımladığı “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” raporu uluslararası alanda ciddi manada ses getirmiştir. Ayrıca SETA, yurt içerisinde karar alma süreçlerinde etkin bir konumdadır.

Netice itibariyle düşünce ve araştırma kuruluşları bir ülkenin gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda yönetim başarısını bazen doğrudan bazense de dolaylı olarak etkileyen ciddi öneme sahip kuruluşlardır. Kâr amacı gütmeyen, hükümetten, siyasi partilerden ve diğer muhtelif çıkar zümrelerinden bağımsız olarak hareket ederek iç ve dış politikaya yönelik çalışmalar yapan/yapması gereken kuruluşlardır. Yaptığı çalışmaların entelektüel zeminde tartışmalarla ilgili kanun yapıcı kurmaylara tavsiye niteliğinde yorumlarını akademik ve bilimsel bir perspektifle sunarlar. Ancak günümüz dünyasında birçok düşünce ve araştırma kuruluşu, yukarıda da belirtildiği üzere olmalı/taşıması gereken birçok özelliği kendilerinde barındırmamaktadırlar. 20. Yüzyıl’ın başlarında ortaya çıkan ve önemli bir çoğunluğunun ABD’ye has bir anlam literatürü olduğu düşünce ve araştırma kuruluşları, özellikle ABD’nin dış politikasında etkin bir rol üstlenmiştir. Gayet tabiidir ki hâlihazırda ABD’nin siyasal, ekonomik ve kültürel dinamikleri düşünce ve araştırma kuruluşları için önemli bir habitattır. Ülkemizde ise uzun yıllar süregelen siyasi istikrarsızlık neticesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarının temel paradigmaları babında reaksiyon gösterebilecek bir altyapıyı kendisinde barındıramamıştır. Geçmiş dönemlerde geleneksel Türk dış politikalarının oluşumu ve uygulanma süreçleri de düşünce ve araştırma kuruluşlarına kapalı bir pozisyona sahipti. Son yıllarda ülkede değişen rejim vasıtasıyla ise bu durum değişmiştir. Ancak ülkenin sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik özellikleri bakımından düşünce ve araştırma kuruluşlarının gelişiminin önünde ciddi bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 

Kaynakça

  • Alper Tolga BULUT, F. A. (2014, Mart 30). Think-Tankler ve Dış Politika: Türkiye ve ABD Örne ği. Centre for Strategic Research and Analysis: https://cesran.org/think-tankler-ve-dis-politika-turkiye-ve-abd-ornegi.html adresinden alındı
  • BABUR, M. M. (2021). Bir Temsil Alanı Olarak Türkiye’de Düşünce Kuruluşları. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1-19.
  • DURAN, B. (2019, Temmuz 29). Düşünce Kuruluşları Türkiye’nin Önünü Açar. (S. DURSUN, Röportaj Yapan)
  • KARABULUT, B. (2010). Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz. Gazi Akademik Bakış, 91-104.
  • McGANN, J. (2009, Ocak – Şubat). Foreign Policy. Pennsylvania: University of Pennsylvania ScholarlyCommons.
  • McGANN, J. G. (2009, Ocak 19). The Global ‘Go-To Think Tanks. The Global ‘Go-To Think Tanks. Philadelphia, Amerika Birleşik Devletleri: Penn Libraries University of Pennsylvania .
  • STEPHEN, M. W. (2003). Güvenlik Çalışmaları Rönesansı. Avrasya Dosyası ( Güvenlik Birimler Özel), 71-106.
  • STONE, D. (1996). Capturing the Political Imagination: Think-tanks and the Policy Process. London: Routledge.
  • STONE, D. (2002). Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes. Governance, 45-70.

[1] Dünya üzerindeki birçok düşünce ve araştırma kuruluşlarının özgür ve bağımsız bir yapıya sahip oldukları tam anlamıyla gerçeği yansıtmayarak, teorik olarak bağımsız oldukları varsayılmaktadır.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/politika-yapicilar-ve-dusunce-kuruluslari/feed/ 0
Bir Dünya İdeolojisi: Popülizm https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/#comments Sun, 27 Jun 2021 16:29:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=3139 Popülizm çok yaygın kullanılan, bununla birlikte, son derece tartışmalı da bir kavramdır (Roberts, 2006). Buna göre, popülizm Kuzey Amerika’da veya Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da veya Batı Avrupa’da, Rusya’da veya Uzak Doğu’da farklılaşabilmektedir. Yine 19. Yüzyılda köylü hareketleri şeklinde kendini gösterirken, 21. Yüzyılda göçmen karşıtı bir yapıya bürünebilmektedir (Taggart, 2004). “Popülist” nitelemesi toplumsal hareketler, partiler, liderler, politikalar ve yönetimler için kullanıldığı gibi, aynı zamanda belli bir siyaset tarzı, retorik ve iletişim stratejisi, örgütlenme yolları, söylem biçimi ve ideoloji için de kullanılmaktadır. Bu çeşitlenmeye bir yandan popülizmin farklı tarih ve mekanlarda hayat bulması, diğer yandan konu üzerinde çalışanların meseleyi farklı teorik ve metodolojik enstrümanlarla ele almaları, meselenin farklı boyutları üzerine odaklanmaları ve nihayet değişen paradigmalara yol açmış görünüyor (Uslu, 2021). Popülizm kelime anlamı olarak “halkçılık” olarak adlandırılmaktadır. Aslı itibariyle siyasi bir söylem olarak karşımıza çıkan popülizmin tarih içerisinde birçok muhtelif türleri ve anlamlarının olduğu da bilinmektedir. Popülizmi tarihsel açıdan inceldiğimizde son 150 yılda üç önemli kırılma noktası yaşamıştır. Bunlar sırasıyla; 19’uncu yüzyılda Çarlık Rusya’da ortaya çıkan “tarımsal popülizm”, 20’inci yüzyılın ortalarında Latin Amerika’da “sosyo-ekonomik popülizm” ve 20’inci yüzyılın ikinci çeyreğinde Nazi Almanyası’nın başını çektiği “yabancı düşmanı popülizm”dir.

19’uncu yüzyılın sonlarında birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan ABD’deki “Halkın Hareketi” (İng. “People’s Movement”), 1892-1912 yıllarında başkanlık seçimleri sırasında Demokrat-Cumhuriyetçi tekelini kırmak için var gücüyle çalışmış olan ve neticede partileşen bir harekettir. Amerikan Popülizmi, tarım fiyatları ile endüstri fiyatları arasındaki farkı protesto eden bir halk hareketinden ibarettir. Yerleşik Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin, azınlık durumda olan Amerika’nın finans ve sanayi seçkinlerinin çıkarlarına hizmet ettikleri iddiasındalardır. Ürünlerini daha ucuza nakledebilmek için demiryollarının devletleştirilmesini, ürün fazlasını pazardan çekebilmeleri için devlet kredisi uygulamasını, faizlere devlet müdahalesini, aracıların kârlarını makul seviyede tutacak önlemlerin alınmasını ve işsizliği azaltacak bir devlet alt-yapı projesinin gerçekleştirilmesini istemekteydiler. Popülistlerin aslı itibariyle en önemli amaçları, altın standardı özelinde bir finans sisteminin oluşturulmasıydı. Netice itibariyle Amerikan Popülizmi, modern Amerikan siyasetinde Federal Hükümet’in halkın çıkarlarını savunan ve halk için reformlar gerçekleştirmesini isteyen politik hareketlerden ilkidir. Amerika tarihinde popülistler hiçbir zaman iktidarı ele alamıyor ancak amaçları içerisinde olan birçok meseleye karşın öne attıkları çözüm stratejileri yerine getiriliyor. Buna ek olarak Popülist akımın neticesinde Amerika’nın 21’inci yüzyılda demokrasi ve adalet sembolü olarak ortaya çıktığı söylemleri yaygın olarak dile getirilmektedir.

Popülizmi ciddi bir siyasi hareket olarak bir de Rusya’da görmekteyiz. Rusya’daki popülist hareket “Narodniki”, sanayileşme ve kentleşme neticesinde değişen ekonomik ve toplumsal düzene tepki olarak ortaya çıkmış, köylü kesim “gerçek halk” olarak tanımlanmıştı (Dizman, Popülizm Nedir?, 2019).  Narodniki terimi 1860-1880 döneminde yeraltı muhalefet hareketine katılanları ve yandaşlarını tanımlamakta kullanılmıştır. Amerikan popülistlerinden çok daha farklı olarak bunlar evlerini terk etmiş entelektüellerdir (Alatlı, tarih yok). Rus popülistlerinin asıl amaçları, köylünün eşitlikçi ve imeceye dayanan, aile bağlarının önemli olduğu, kendine özgü yaşam biçimleri olan (mir’lerini/bağımsız tarımsal komünlerini), insanı insanlıktan çıkaran bürokratik hükümetlerden ve pazarlardan korumaktır.

Popülist Söylem

İki asır önce toplumların dönüşmesine yol açan seri üretim, makineleşme, yeni ulaşım araçları ile sanayileşme ve şehirleşme köylüler tarafından reddediliyor ve geleneksel köylü toplumu kırsal düzenin egemenliğini kentsel yaşama terk etmeyerek geleneksel köylü toplumu yenilik karşıtı tepkisini gösteriyordu. Bugün küreselleşme sonucu gittikçe artan göç dalgaları ile toplumların etnik yapısının değişmesi, yerli olmayanların ise düşmanlaştırılıyor olması söz konusu. İki örnekte de popülist söylemin oluşmasındaki ana unsur, kurulu olan düzenin bozulması korkusudur.

Popülist söylemin önemli bir parçasıysa oluşturulan siyasi atmosferdir. Binlerce kişinin katıldığı mitingler, hararetli konuşmalar, seçmenlerin coşkulu sloganları, buralarda kullanılan basit dil, halkın siyasetle bütünleşmesini sağlayan, popülist söylemin temel unsurlarından birkaçıdır. Bu durumda popülizm, Latin Amerika ülkelerinde yoğun olarak gözlemlenirken, son yıllarda Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya gibi, siyasetin çok fazla ilgi odağı olmadığı ülkelerde de son dönemlerde oldukça artmıştır. Halka açık hararetli konuşmalar, yoğun slogan ve pankartların seçim dönemlerinde sokakları süslemesi, hemen her hafta düzenli ve yoğun katılımlı gösterilerin organize edilmesi bunun en açık örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Popülizm, aslı itibariyle kendine has ideolojilerin siyasal argümanlar ile desteklenerek popülerleşmesine denmektedir. Avrupa ülkelerinde “Avrupalılık” veya “yerlilik” kavramları üzerinden yabancı düşmanlığı çerçevesinde kimlik siyaseti güden partiler ile Güney Amerika’da zengin ve üst sınıf elitlere karşı “ezilen” halk kitlesini savunan ve mobilize eden anti-elitist siyasi parti veya liderlerin ortak özelliği popülist olmalarıdır (Dizman, Popülizm nedir?, 2019). Marksist ve sosyalist ideolojiyi incelediğimizde de her iki anlayışında “gerçek halk” olduğunu, müşterek ideolojiyi temsil etmeyenlerin ise yerli olmadığı hatta işaret edilen “gerçek halk”ın aleyhine hareket edildiği inancı iddia edilmektedir. Bununla birlikte marjinal yapılı iki politik anlayışı ortak paydaya getiren en önemli argümanlar; anti-elitizm, yerlilik ve millilik söylemleridir. Ne kadar muhtelif sebeplerle yahut değişik sosyal sebeplerle ortaya çıkmış olsalar da popülistler müşterek bir söylemle hareket etmektedirler. Başka bir yönden tarımsal yahut yabancı düşman popülizminde tespit edildiği üzere popülist yaklaşımlara bakıldığında aslında popülizm tanımı muhafazakâr bir söylemle “yeni” ve “dışarıdan” olanı reddederek kendini var eder/ifade eder/ varlığını korur.

Sonuç

1930’larda Hitler, Mussolini ve Franco gibi liderler faşist yaklaşımlarıyla ırkçılık söylemlerinin muhatabı olmuştur. Günümüzde de devam eden ırkçılık, İslam düşmanlığı ve yabancı düşmanlığı sağ popülizmin yükselen konumuna ivme kazandırmaktadır. Bununla birlikte popülizm tıpkı faşizm gibi pejoratif bir niteliğe sahip olduğuna da işaret etmektedir. Netice itibariyle popülizm; bir tarafı faşizm ile diğer tarafı gerçek demokrasi olan birbirine tamamen zıt iki hattın sentezi şeklinde de adlandırılabilir. Genel hatlarıyla popülist kişilikler yalnızca siyasiler değildir. Toplum nazarında “Popülizm”, son derece muhtelif bir anlamlandırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslı itibariyle popülist ideolojiler, “gerçek halk” benzetmesine muhatap oldukları iddiasında hareketle bir kesim olarak bir kesimi küçümseme politikası gütmektedir. Güdülen bu politika netice itibariyle yanlış anlamlandırmalara ön ayaklık etmektedir. Popülizmin her geçen gün artan bir ivme ile yükselişi, popülizmin ne olarak ele alınacağı veya nasıl tanımlanacağı konusunu daha önemli hale getirmektedir. Popülizmin diğer ele alınış biçimlerinin; çeşitli dönemleri (örneğin modernleşme), çeşitli bölgeleri (örneğin Latin Amerika), çeşitli alanları (örneğin kutuplaştırıcı iletişim stratejisi), çeşitli demokrasi pratiklerini (vesayetçi demokrasiler) açıklama konusunda katkı sunduğuna şüphe yoktur (Uslu, 2021).  Gelişen son yıllarda birçok farklı anlamlandırmalara muhatap olan popülizm; otoriter ve pejoratif anlamlarından sıyırıldığı, sol/sağ eğilimli politik kuramlarından ayrıştırılarak her bireyin (özellikle siyasilerin) kullanımında meşru zemin oluşturulmaya çalışılmıştır.

Popülist söylemlerle toplumu şekillendirmeye çalışarak gerçekleşen siyasi yahut sosyal içerikli eylemlerde “gerçek halk biziz” söylemlerini telaffuz etmektedirler. Bu da toplumsal kutuplaşmanın en önemli argümanıdır.

 

Kaynakça

  • ALATLI, A. (tarih yok). DEMOKRATİK BİR GÜÇ OLARAK “POPÜLİZM”. Alev ALATLI: https://www.alevalatli.com.tr/demokratik-bir-guc-olarak-populizm/ adresinden alındı
  • DİZMAN, A. S. (2019, Ocak 25). Popülizm nedir? Perspektif: https://perspektif.eu/2019/01/25/populizm-nedir/ adresinden alındı
  • TAGGART P., Y. B. (2004). Popülizm. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • ROBERTS, K. M. (2006). Populism, Political Conflict, and Grass-Roots Organization in Latin America. Comparative Politics, 127-148.
  • USLU, C. (2021). Bir İdeoloji Olarak Popülizm. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 217-230.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/bir-dunya-ideolojisi-populizm/feed/ 4
11 Eylül Panoramasında Artan İslam Karşıtlığı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/#respond Sun, 14 Feb 2021 06:39:18 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2249 Kelime olarak “fobi”, korku manasına gelmektedir. Geniş anlamda fobi;belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan yersiz, temelsiz, mantık dışı ancak önlenemez korku ya da önemli bir tehlike kaynağı olmayan bir nesne veya durumla karşılaşma sırasında duyulan inatçı ve aşırı korku olarak tarif edilmektedir. Kasım 1997’de Birleşik Krallık’ta hazırlanan Runneymede’in;“İslamafobi: Hepimiz İçin Bir Meydan Okuma” raporu islamofobiyi; “Müslümanlara olumsuz ve aşağılayıcı kalıplaşmış yargılar ve inançlar atfeden bir dizi kapalı görüşün daha da kötüleştirdiği İslam ve Müslümanlara karşı korku ve nefret” olarak tanımlamıştır. Dışlama, ayrımcılık ve ön yargılar/kalıplaşmış yargılar doğurmaktadır. (Kalın & Esposita, 2021)

Avrupa ve Amerika merkezinde ortaya çıkan yabancıların ve göçmenlerin kendi gündelik hayatlarına sosyal ve kültürel açıdan bir tehdit niteliğinde olduğu anlayışı resmi olarak 11 Eylül’le birlikte yükselişe geçmiştir. Bu anlayış, netice itibariyle dışlayıcı ve kutuplaştırıcı yapısıyla tarih, kimlik, din ve etnisite açısından ayrıştırmayı barındırmaktadır. Medya eliyle toplum üzerinden spekülatif söz ve davranışlar sergilenmekte ve akabinde de dışlayıcı propagandayı sürdürülebilir kılmayı amaçlamaktadırlar. “İslamofobi”,kurgulanan ve sistematikleştirilen bir olgu yerini almaktadır. Bu çerçevede 11 Eylül saldırısından hemen sonra İslam karşıtlığı özelinde bir yapılaşma ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu yapılaşma, aslı itibariyle İslam’ın hedefe konulmasının ve Müslümanların stratejik bir tehdit olarak algılanmasının perdesini aralamıştır. Netice itibariyle de İslam karşıtlığının dünya kamuoyunda meşru bir zemine oturtulma gayreti içerisine girilmiştir. “Selam” yani barış anlamına gelen İslam kelimesinin terörle ilişkilendirilmesi başlı başına gerçeğe aykırı bir durumdur. ABD’nin Irak ile Afganistan’ı işgal etme girişimleri bu yürütülen meşrulaştırmanın neticesi niteliğindedir. İslam karşıtlığıyla müşterek yapılanma olduğu iddia edilen bir diğer düşmanlaştırılma Antisemitizmdir. “Antisemitizm, çalışmalarının da gösterdiği gibi, kelimelerin etimolojik kökeni her zaman o kelimenin tam kapsamlı manasına ya da nasıl kullanıldığına işaret etmemektedir. Bu durum İslamofobi çalışmaları için de geçerlidir. İslamofobi, (gerçek ya da uydurulmuş) bir günah keçisi ilan ederek iktidar alanı inşa etmek, genişletmek ve bu durumu istikrarlı hale getirmek isteyen dominant gruplar tarafından kullanılmaktadır. Bu dominant gruplar ilan ettikleri bu günah keçisini yine kendilerinin inşa ettiği “biz” tanımının dışında bırakmakta ve kendilerinin yararlandığı kaynaklardan ve haklardan mahrum bırakmaktadır. İslamofobi sabit ve negatif değerler atfedilmiş ve tüm Müslümanlar için genellenmiş bir “Müslüman” kimliği inşa ederek Müslümanları ötekileştirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus İslamofobinin bize Müslümanlar ve İslam’dan daha çok İslamofobik şahıslar hakkında bilgi verdiği gerçeğidir. En son olarak şunu belirtmek gerekir ki Müslümanların ya da İslam dininin makul bir şekilde eleştirilmesi ile Müslümanlara yönelik nefret söylemleri üreten İslamofobik tutumlar birbirinden net bir şekilde ayrılmalıdır.” (Bayraklı & Hafez, 2016)

The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)
The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)

Bir çatışma dili olarak üretilen İslamofobi olgusunun tarihi kökleri Haçlı Seferleri’nin de öncesine, İslam’ın ilk yayılış dönemlerinde Hristiyanlarla olan temaslarına kadar gitmektedir. İlk dönem Doğu ve Batı Hristiyanlarının İslam algısı, bugün hâlâ hâkim olan ama 19. ve 20. yüzyıllarda sekülerize edilmiş İslam algısının prototipi şeklindedir. İslam’ın ve Müslümanların değişime kapalı, batılı değerlerle uyuşmayan, irrasyonel ve cinsiyet ayrımcı telakki edilmesi, Müslüman zihnin akılcılıktan yoksunluğu, İslam’ın özü gereği şiddeti yücelttiği temaları, Müslümanlığın ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Ancak Batı ve/veya Hristiyan dünyasında her daim statik ve hep olumsuz İslam algısı ve imajının hâkim olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Olumsuz bakışın yanı sıra olumlu bakışın da var olduğu uzun dönemler de olmuştur. Dolayısıyla, “Müslümanlar ile diğerleri arasındaki kaçınılmaz ilişki biçimi çatışmadır”. iddiası gerçekçi değildir. Üstelik tarihi verilerin bu iddiayı desteklemediği, bunun İslamofobik çevrelerin iddiası olduğu açıktır. (Baştürk, 2015)

İslamofobi düşüncesi dünyanın önemli bir kısmını (Müslümanları) hedef alan bir girişimdir. ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgal girişimleri; din, kimlik ve etnisite farklılıklarıyla heterojen yapıya sahip dünyamızı tek tipleştirerek homojen bir yapıya dönüştürme amacıyla hareket edildiğinin somut örnekleridir. Batı bu durumu kolay sahiplenmiş ve içselleştirmiştir. Nitekim üstten bakan tavrı itibariyle benimsemesi Batı için kolay bir durumdur. Batı merkezci tavır, Batı dışı toplumlarında aynı zaviyeden bakmakta olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Müslümanlar bütünüyle reddedilmese bile, ‘yabancı’, ‘farklı’ ve ‘normal olmayan’ vatandaşlar kategorisinde yeni dünya düzeninde bir yerlere konumlandırılması gereken ‘özel nüfus’ olarak algılandırıldılar.” (Tekin, 2017)

İslam ile dolayısıyla da Müslümanları bir tehdit olarak tanımlayan “İslamofobi”, ABD’nin Yüzyılı Projesine alan açan ve küresel siyasette işgal girişimlerine ve müdahalelerine meşru bir zemin kazandırılması 11 Eylül ile mümkün kılınmıştır. İslam’ın ve Müslümanların varlığı Batı özelinde bir tehdit olarak nitelendiren bir takım elitist entelektüellerin yorumları 11 Eylül sonrası için Amerika’nın dış politikasında etkili olmuştur.

11 Eylül Öncesi Küresel Tehdit

II’inci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler iki kutuplu bir seyir halindeydi. Savaş sonrasında dünya, politik anlamda ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler bloğu ile Sovyet Rusya’nın başını çektiği komünist devletler bloğu şeklinde ikiye ayrıldı. Bu andan itibaren uluslararası mücadelenin yeni adı Soğuk Savaş, düşman ise Komünizm ve onun temsilcisi ise Sovyet Rusya’ydı. 1947 yılında ABD Başkanı Truman tarafından başlatılan komünizm ile mücadele, ABD’nin etkisi altında başta Avrupa olmak üzere hemen bütün dünyada kısa sürede ülkelerin iç politikalarının en önemli konusu haline geldi.(TUNA KOCAOĞLU, 2020) Uluslararası alanda da ülkelerin dış politikalarında belirleyici unsur konumunu alan komünizm, küresel bir tehdit niteliğindeydi. Kapitalist devletler ile komünist devletler bloklarında ayırt edici en önemli husus iktisadi alanlardaydı. Toplumların dini, dili, kimliği ve etnisitelerinde ayrım söz konusu dahi değildi. Bloklar içinde yüksek düzeyde ekonomik ve siyasal işbirlikleri yapılmıştır.

Sovyetlerin Afganistan’ı İşgali

Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Afgan halkı cihat sürecini ilk etapta Abdullah Azzam tarafından yönetmiştir. Dünyanın dört bir tarafından cihat için Afganistan’a binlerce kişi Afgan yerel mücahitlerle birlikte kamplarda eğitim ve doktrinasyon sürecinden geçerek bizzat sıcak çatışmalarda yer almışlardır. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme kararı almasıyla beraber cihat neticesinin zaferle sonuçlandığına kanaat getirmişlerdir. Ayrıca bu dönemdeki Afgan cihadı hem ABD ve Batı ülkeleri hem de Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından aşırı düzeyde desteklenen bir süreç olmuştur.

Afgan cihadı başladığı yıllarda Usame bin Ladin aslında Suudi Arabistan’daki resmi Vehhabi görüşe tabi olan ve Suudi ailesiyle de iyi ilişkiler içinde olan bir işadamıdır. Ayrıca cihada katılması bizzat Suudi ailesinin teşviki ile gerçekleşmiş, Suudi Arabistan’ın izlediği politikanın sahada tatbik eden en önemli kişilerden biri olmuştur. Suudilerin ABD ile olan iyi ilişkilerinden dolayı Usame bin Ladin o dönemde ABD basını tarafından da özgürlük savaşçısı olarak yüceltilmiş ve müttefik olarak görülmüştür.

Gerek ABD’nin gerekse de Avrupai devletlerin bir cihat oluşumuna desteği aslı itibariyle komünizmin şiddetli bir tehlike olması hasebiyle gerçekleşmiştir. Sovyetlerin yıkılışıyla beraber tek kutuplu yapıya bürünen dünyada, mücadele edilmesi gereken küresel nitelikte bir düşmana ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç 11 Eylül sonrasında netleşerek meşrulaştı, o da İslamofobi olmuş oldu.

11 Eylül Sonrası İslamofobi’nin Şiddetlenmesi

Tarihsel açıdan dünya kamuoyunda güç sahibi elitlerin olaylar neticesinde algılar oluşturmada başarılı olmuşlardır.  11 Eylül ve sonrası için bu durumun en somut örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Karalama ve kötüleme açısından bir nevi şiddete maruz kalan Müslümanlar, öteki olmayı kabul etmeseler de gücün temsilcilerine karşı yekvücutta mücadele edememektedir. El-Kaide’nin üstlendiği 11 Eylül 2001 tarihindeki Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan intihar saldırıları dünya tarihini derinden etkilemiş ve uluslararası ilişkilerin gidişatını değiştirmiştir. 11 Eylül saldırısına ABD ile Avrupai devletlerin yapmış olduğu en önemli ve dikkat çekici analizlerin İslam karşıtlığı noktasında ortak paydada buluşulduğunu görmekteyiz. Daha evvelden Soğuk Savaş öncesi ve sonrası olarak 1990’ların başı, uluslararası ilişkileri betimlemede en fazla kullanılan kavram iken 11 Eylül 2001 tarihi, Soğuk Savaş’ın bitimi (1991) konseptinin de üzerine oturarak yakın tarihin en önemli dönüm noktası ve konsepti haline gelmiştir. 11 Eylül saldırısı sadece Irak Afganistan işgallerini değil, etkisi on yıllar hatta yüz yıllar sürecek İslamofobi’yi güçlendirdi. (İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül, 2017) 11 Eylül sonrası Jacques Derrida’nın; “burada stratejileri ve iktidar ilişkilerini görmek zorundayız. Hâkim güç, şartlara uygun yorumu ve terminolojiyi yerel ve dünya çapında meşrulaştırmayı veya hukukileştirmeyi başaran odaktır” (Devetak, 2017) İslam düşmanlığı özelinde sergilenen bu düşünce ve söylemler aydınlanma sonrası ortaya çıkan rasyonalist kibrin tezahürüdür. Modern seküler dünyanın zıttı olarak İslam’a ve Müslümanlara saldırıp Batı rasyonalizmini küllerinden yeniden doğurmaya çalışan bir zihniyettir.

BERLIN, GERMANY – AUGUST 18: Supporters of the pro Deutschland right-wing anti-Islam group hold up signs showing a mosque with a red line through it outside the Sahaba Salafite mosque on August 18, 2012 in Berlin, Germany. Approximately 80 pro Deutschland supporters are in Berlin to demonstrate outside Salafist, Muslim and left-wing buildings over the weekend. Similar demonstrations by the group in Bonn and Solingen earlier in the year sparked violence between Salafite counter-demonstrators and police. (Photo by Sean Gallup/Getty Images)

Sovyetler Birliğinin dağılmasının akabinde Batı özelinde komünizmin yerine İslam ve Müslümanlar düşman ilan edilmişlerdir. Soğuk savaş sonrası uluslararası siyasette yok olan düşmanın yeri 11 Eylül saldırısı ile dolduruldu. (Barnett, 2005) İslam’ı korku objesi haline getirecek söylem 11 Eylül terör saldırılarıyla vücut bulmuştur. 11 Eylül 2001 ikiz kule terör trajedisi de kültürler ve medeniyetler savaşının politik kazanç olarak kullanımına bir örnek olduğunu yakın tarih gösterecektir. (Tarhan, 2015) . Jeopolitik yorumcu Barnett, 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin eski güç çıkarlarını korumak ve Pentagonun yeni haritaları için, soğuk savaş sonrası tanımlanan çevreleme stratejisi yerine postmodern jeopolitik yöntemlerle küresel askeri operasyonlara stratejik bir kılıf hazırlandığına dikkat çeker. Dünyayı yeniden şekillendiren bu postmodern yeni dönemin kimliği henüz belirlenmemekle beraber oldukça tartışmalıdır. “Tek kutupluluk”, “küreselleşme”, “terörizm”, “önleme”, “postfordizm” veya “neo-liberalizm” kavramları yanında “yeni saldırı ve sömürgecilik”, “digital devrim”, “siber güvenlik” ve “çok kutupluluktan” bahsedilebilir. (Barnett, 2005)

Sonuç

Düşmanlığı sıradanlaştırdığınızda ve ayrımcılığı içselleştirildiğinizde, tüm siyasi anlayışlar buna göre tesis edilir, kanunlar öyle yorumlanır ve toplumsal algılar ona göre şekillenir. Toplu yanlışlıklar, sıradan ve normal bir durummuş gibi lanse edilir. İslam düşmanlığı da yürütülen algı operasyonları neticesinde bir normalleştirmenin gerçekleştiği ortadadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizmin Batı için bir tehlike olmaktan çıkması ile birlikte, Batılı güçler yayılmacı ve müdahaleci politikalarını meşrulaştırmak amacıyla yeni bir düşmana ihtiyaç duydular. Eski düşmanının yerine yeni bir düşman arayışı girişimleri Müslümanları hedef haline getirdi. Böylece yavaş yavaş gelişen Müslümanların ötekileştirilmesi, akabinde 1990’lı yıllarda İslamofobi olarak adlandırılan Müslümanlara karşı bir hareketin gelişmesine olanak sağladı. Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan araştırmalar ve kamuoyu yoklamaları bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı ayırımcılık, dışlama, nefret ve saldırıların sürekli artmakta olduğunu göstermektedir. Bu karşıtlık, 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırılar ve bu saldırıları müteakiben İspanya, Londra, Paris, Brüksel, Berlin ve Manchester gibi Avrupa başkentlerinde gerçekleşen saldırıların ardından endişe verici boyutlara ulaştı. Bu saldırıların ardından popülerlik kazanarak gittikçe daha fazla tartışılmaya başlanan İslamofobi kavramı; İslam ve Müslümanlara karşı rasyonel olmayan bir tür kuşku, korku, kin, nefret ve düşmanlık besleme anlamında kullanılmaktadır. (Aktaş, 2014) 11 Eylül itibariyle dünya kamuoyunda şiddetlenen ve meşrulaştırılan İslam ve Müslüman karşıtlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Kutsal mekânlara saldırıların arttığı gibi gündelik yaşamda dini ritüelleri yerine getiren Müslümanlara karşı kin ve nefret söylemi gittikçe artmaktadır. Özgürlüğüne ve insan haklarının hiçe sayılmasını öngören anlayışlar sadece söylem boyutunda kalmayıp, fiili olarak saldırgan tavır sergilenmektedir. Bunların yanı sıra İŞİD, DAEŞ yahut El-Kaide gibi terör örgütlerinin İslam ile bütünleşik olmadığını Müslümanların gerek davranışlarıyla gerekse de söylemleriyle fikri mücadeleye sımsıkı ve güçlü bir şekilde sarılmalıdır. Uluslararası haber ajansları vasıtasıyla kara propaganda hedefinde olan Müslümanlar, bu durumu içselleştirmeden medeniyetlerine sahip çıkarak ve meşru yöntemlerle mücadeleye devam etmelidir.

Kaynakça

  • AKTAŞ, M. (2014). Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 31-54.
  • Barnett, T. P. (2005). Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış. 1001 Kitap.
  • BAŞTÜRK, L. (2015, Ocak 31). Dünya Bülteni. İslamofobi DÜBAM’da masaya yatırıldı: https://www.dunyabulteni.net/dubam/islamofobi-dubamda-masaya-yatirildi-h321092.html adresinden alındı
  • BAYRAKLI, E., & HAFEZ, F. (2016). European Islamophobia Report 2015. SETA.
  • DAĞ, A. (2014). Ölümcül Şiddet ve Baudrillard’ın Düşüncesi. İstanbul: Külliyat Yayınları.
  • Devetak, R. (2017). Post Yapısalcılık. C. R.-S. Andrew Linklater içinde, Uluslararası İlişkiler Teorileri (s. 254-255). İstanbul: Küre Yayınları.
  • İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül. (2017, Eylül 11). European Islamophobia Report: https://www.islamophobiaeurope.com/tr/islamofobinin-tasiyici-kolonu-11-eylul/ adresinden alındı
  • KALIN, İ., & ESPOSITA, J. L. (2021). İslamofobi. İstanbul: İnsan Yayınları.
  • ÖZTÜRK, S. (2019). Küresel Terör Örgütü el-Kaide’nin Gelişimi ve Ön Plana Çıkan Liderleri Bağlamında “Cihad” Anlayışının Geçirdiği Değişimler. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 167-196.
  • Tarhan, N. (2015). Şiddetin Psikososyopolitik Boyutu. C. T. Ejder Okumuş içinde, Şiddet Karşısında İslam (s. 127). İstanbul: DİB.
  • TEKİN, A. R. (2017). Postmodernizm Perspektifinden 11 Eylül ve İslamofobi: Üretilen Korkunun Temelleri. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 97-121.
  • TUNA KOCAOĞLU, C. (2020). Soğuk Savaş Yıllarında Türkiye’de Komünizm Karşıtı. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 33-51.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/11-eylul-panoramasinda-artan-islam-karsitligi/feed/ 0
Dosya: Karabağ Meselesinin Arayüzü https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/#respond Thu, 31 Dec 2020 09:43:58 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2004 19’uncu yüzyıllarda doğuda yükselen Rusya ile İran, Kafkasya topraklarına karşın bir rekabete evrilmişlerdir. Rusya’nın Kafkasya bölgesine yayılmasından en fazla rahatsız olan ülke, bölge ile iki bin yıllık bağı olan İran’dır. Bu rahatsızlığın da etkisiyle, 1812 yılında Rusya, Avrupa’da Fransa ile mücadele ederken, İran, Rusya’ya saldırdı. Ancak bu saldırıda yenik düşen İran kuvvetleri, 13 Ekim 1813 tarihinde Karabağ’ın Gülistan kentinde barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı. (Özyılmaz, 2013) Gülistan Antlaşmasıyla sonlanan savaş neticesinde Güney Kafkasya’da bulunan bereketli Karabağ toprakları Rusya yönetimine geçmiştir. Ardından Ruslar ile İranlılar arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması uyarınca; Revan Hanlığı, Nahçıvan Hanlığı ve Talış Hanlığı Rusya’ya verilmiş ve Aras Nehri’nin bu iki devlet arasındaki sınırı oluşturmasına karar verilmiştir. Gülistan Antlaşması’yla birlikte İran’ın imzaladığı en kötü hezimetlerden biri olarak da kabul edilmektedir. Türkmençay Antlaşmasıyla beraber Azerbaycan toprakları ikiye bölünmüştür. Kuzey Azerbaycan Rusların, Güney Azerbaycan’da İranlıların hâkimiyeti altına girmiştir.

Rusya yalnızca Kafkasya’da hâkimiyet kurma gayreti içerisinde değildi. Rusların “sıcak denizlere inme” politikası ve hedefleri içinde Osmanlı Devleti ile çatışma halindeydi. Bölgesel açıdan Ruslar, Ermeniler ile strateji kurarak sistematik olarak idare etmeyi de planlamaktaydı. Çarlık Rusya’sının Slav topluluklar üzerinde uyguladığı Panislavizm siyaseti, millet-i sâdıka olan Ermenilerle Türklerin arasının açılmasına neden olmuştur. Bölgede hâkim güç konumuna gelmek isteyen Çarlık Rusya’nın uyguladığı bu politika neticesinde “Ermeni Sorunu” ortaya çıkarmıştır. Rusya’nın 1828-1829 Türk-Rus Savaşı’nda Ermenilerin yaşadığı bir kısım toprakları ele geçirmesi, yine Ermenilerin yaşadığı diğer vilayetleri de ilhak etme düşünce ve eğilimlerini cesaretlendirmişti. (Lewy, 2005) Bu süreçte, Rusya’nın kendilerini Türk boyunduruğundan kurtaracağını ümit eden Osmanlı Ermenileri arasında Rus yanlısı fikirler hızla yayılmaya başlamıştır. Netice itibariyle Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmaya başlamış ve 93 harbinin zuhur etmesine yol açmıştır. Doksan üç Harbi’nde hızla ilerleyen Rus orduları Doğu Anadolu’da bazı sınır vilayetlerini işgal edince, buralarda yaşayan Ermenilerle temasa geçmiş; ayrıca Rus ordusundaki Ermeniler de Osmanlı Ermenilerini kışkırtmaya başlamıştır. (Karal, 1995)

Çarlık Rusya, Güney Kafkasya’da ele geçirdiği Türk topraklarını “Ermenileştirme” programına başlayacaktır. Ermenileri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve İran’dan Güney Kafkasya’ya göç etmeye zorlayacaktır. Gerçekleşen Osmanlı – Rus Savaşları ardından Rusya; büyük sayılardaki Ermeni nüfusunu hassaten Karabağ bölgesine yerleştirir. Karabağ bölgesine Çarlık Rusya’sı döneminde Ortadoğu’dan göç eden özellikle İran’dan göç ettirilen Ermeni aileleri yerleştirilmeye başlamıştır. (İsmayılov, 2020). 1828 yılında Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençay ve 1829 Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Edirne Antlaşmalarından sonra, Güney Kafkasya’ya özellikle Erivan, Nahçivan, Karabağ bölgesine Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu vilayetlerinden ve İran’ın kuzey bölgelerinden Ermeniler göç ettirilmiştir. 1828 yılında İran’dan 8.249 Ermeni ailesi, yani 40.000’den fazla kişi, Osmanlı Devleti’nden ise, yaklaşık 90.000 Ermeni Güney Kafkasya’ya göç ettirilmiştir. 1831 yılında Karabağ’da Ermeni nüfus 20.00 civarındaydı. Ancak yapılan göç nedeniyle bu rakam 1916 yılında 100.000’i aşacaktır. Böylelikle yüz yıllık süre içerisinde bölgede mukim Azerbaycan Türk nüfusu yüzde 80’lerden yüzde 20’lere düşmüş, Ermeni nüfus baskın hale gelmiştir. Nitekim Rusya’da, ele geçirdiği topraklara Ermenileri yerleştirmeye devam etmektedir. Göçlerle beraber azınlık durumuna düşen Türklerde, ata topraklarından ayrılmak zorunda kalırlar. Bu sayede Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki çatışmanın temelleri atılmıştır. 1980’lerin sonu itibarıyla ise bölgenin statüsü sorun teşkil etmeye başlamış, çoğunluk hale gelen Ermeni nüfusu hak talep etmeye başlamıştır. Bu süreç Dağlık Karabağ’da günümüzde de devam eden çatışmaların altyapısını hazırlamıştır. (Güler, 2020)

Ekim 1917 yılında Rusya’da yaşanan devrimle Çarlık rejimi yıkılmıştır. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleri Kafkasya’da tedirginlik yaratmıştır. (Mustafayev, 2013) Çar II. Nicolay’ın yerine Lenin gelmiştir. Yıkılan Çarlık Rusya’nın ardından esir konumda olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan bağımsızlıklarını kazanmak için çatışmaya girer. Bolşeviklerin iktidara gelişiyle beraber ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanmaya çalışmışlardır. Ruslar, merkezde kontrolü ele aldıktan sonra Güney Kafkasya’da ki hareketlenmeye müdahil olmuştur. Bölgede ki üç büyük devleti temsilen üç delege seçilerek Kafkasya Yürütme Meclisi kurulur.  Buna mukabil hararetlenen bölgenin sakinleşmesi öngörülmektedir Bu meclisle beraber Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topraklarında fedaratif özelliğe sahip Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kurulmuştur. Böylelikle Moskova, SSCB’nin yıkılışı ile her açıdan kaybettiği güç ve itibara rağmen stratejik çıkar alanı olarak tanımladığı “yakın çevre”de halen etkisini büyük oranda devam ettirmektedir. Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Kafkasya Yürütme Meclisi içinden bir hükümet kurulmuş olup bu hükümetin beş bakanı Gürcü, üç bakanı Ermeni ve üç bakanı da Türk kökenliydi. (Bozkuş). Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek için Osmanlı Devleti’ne barış teklif etmesinin ardından, iki devlet arasında 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk antlaşması imzalanmış ve Osmanlı Devleti Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum’u Ruslardan geri almıştı. Bu durum Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’ni oluşturan üç ülke arasında büyük bir anlaşmazlık doğmasına neden olmuştur. Özellikle Ermeniler, Osmanlıların geri aldıkları toprakların kendilerine ait olduğunu ileri sürerek diğer iki toplumun bu konuda sessiz kalmasına tepki göstermişlerdir. Bu anlaşmazlık neticesinde devrimcilerin kendi aralarındaki çatışmaları fırsat bilerek Ermenilerin baskısıyla 1918 yılının Mayıs ayında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti dağılmıştır. Bu gelişme üzerine Gürcistan ve Azerbaycan 26 Mayıs’ta, Ermenistan ise 28 Mayıs’ta bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylelikle ömrü yalnızca iki yıl olan Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bağımsız olarak kurulan Azerbaycan Devleti, neticesinde Rusya’yı rahatsız etmektedir. Ayrıca Bakü halen Bolşeviklerin etkisi altındadır. Bakü Sovyet ordusu Gence şehrine hareket emri vermiş ve Azerbaycan Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunmuştur. Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa’ya yeni bir ordu kurdurarak Bakü’ye gönderdi. Kurulan Kafkas İslam Ordusu Rusya başta olmak üzere diğer devletleri de tedirgin etmiştir. Nitekim petrol zengini Bakü’nün Türklerin kontrolüne geçmesi sıkıntı arz edecek bir durumdur. 1918 yılının 15 Eylül’ünde Nuri Paşa’nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan Milli Meclisi ve Musavat Partisi güçlerince Bakü, Bolşevik-Taşnak-Bakü Sovyeti güçleri ve İngiliz ordusu işgalinden kurtarılarak tarihi bir başarıya imza atmıştır. Azerbaycan’da zaferin ardından başkentini Gence’den Bakü’ye taşır. Ayrıca sözleri büyük düşünür ve şair Ahmet Cevad tarafından 1914 yılında yazılan, zaferin kesinleştiği gün dönemin büyük musikisi Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenen “Çırpınırdın Karadeniz” şarkısı ilk defa bugün söylenmiştir. (15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı, 2020)

12 Ocak 1920 tarihinde Rusya Devleti dışında toplamda 23 devlet, Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını resmen tanımıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti, Rusya için tehdit niteliğindedir. Nitekim Rusya’nın Panslavizm politikasından ödün vermesi beklenemezdi. Bundan dolayı Rus ve Ermeniler tarafından kurulan 11’inci Kızıl Ordu, 28 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan’ı ele geçirmiştir. Bolşevik yönetim için artık Azerbaycan tehdit olmaktan çıkmıştır. 11’inci kızıl ordu daha sonrasında Ermenistan’da da Bolşevik iktidarı kurmuştur. 30 Aralık 1922 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen kurulmuştur. Böylelikle Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da SSCB’nin üyeleri olarak birliğine katılmışlardır. Yaklaşık bir yıl sonra SSCB’nin lideri Stalin, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin toprakları olan Dağlık Karabağ’da Ermeni özerk bölgesi oluşturmaya karar verir. Bunun için farklı bölgelerden çok sayıda Ermeni’yi buraya yerleştirir ve Rusların bu politikası kanlı meyvelerini 90’lı yılların sonunda vermeye başlayacaktır.

Sovyetler Birliği 1980’lerde parçalanmaya başladığında yeni önlemler almaya başlamıştır. Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) politikalarıyla bir dizi siyasi ekonomik ve sosyal haklarla halkın Sovyet rejimine karşı güveninin artırılması amaçlanmıştır. Sovyetler Birliği zayıflamaya başlayınca, Ermeniler Karabağ’ın Sovyet Azerbaycan’dan Sovyet Ermenistan’a devredilmesine ilişkin taleplerini dillendirmeye başlamışlardır. Ekim 1987’de Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bu talebi desteklemek maksadıyla kalabalık gösteriler düzenlenmiştir. Gösterilerden birkaç gün sonra, 18 Ekim 1987’de, bugün hâlâ sınır bölgesinde zaman zaman yaşanan çatışmaların ilk temeli atılmıştır. Dağlık Karabağ’ın Çardaklı Köyü’ndeki Ermeniler, Bakü yönetiminden çıkmayı talep ederek bölgedeki Azeri nüfusa çeşitli saldırılar düzenlemişlerdir. (Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı?, 2020) İki ülke arasındaki düşmanlık gittikçe hat safhaya çıkmıştır. Buna mukabil iki ülke arasında karşılıklı göçler meydana gelmiştir. 20 Şubat 1988 Stalin tarafından kurulan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinin Ermeni vekilleri bir karara imza atmışlardır. Bu kararla beraber Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine katılmaları yönündedir. Ancak Bakü ve Moskova yönetimi bu kararı sert bir dille reddetmiştir. İki devlet arasında yükselen gerginlik giderek artmıştır. Artan bu gerginlik bölgesellikten çıkıp küreselleşme seyrini almıştır. Bu nedenle iki devleti karşı karşıya getirmemeye çalışılmıştır. Böylelikle Dağlık Karabağ’da Hankendi’den Azerbaycan Türkleri, Şuşa’dan ise Ermeniler çıkarılır. 1989 yılında Moskova, Dağlık Karabağ bölgesinin özerkliğini kaldırarak doğrudan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bağlanır. Bu ani kararı Ermeniler tanımazlar hatta Ermenistan Parlamentosu Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlandığı kararını ilan etmişlerdir. İki toplum arasındaki anlaşmazlık çatışmaya, 1990’lı yılların başlarında da geniş çaplı savaşa dönüşmeye başladı. Ermeni Ulusal Hareketi ve Azerbaycan Halk Cephesi oluşturulmuştur. Azerbaycan halkı yükselen tansiyon içerisinde bağımsızlık mücadelesine girişmiştir. Kontrolü kaybetmek istemeyen Sovyet Rusya ordusu, 20 Ocak 1990’da Bakü’ye girmiştir. Sovyetler Birliğinde uygulanan yeni ve özgürlükçü politikalar yüzünden tüm bastırılmış düşünceler ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme adına atılan özgürlük mantığı ülke içindeki muhalif grupların daha da güçlenerek, devletin kısa sürede iç karışıklıklarla çalkalanmaya başlamıştır. Kendi içerisinde istikrarsızlık ve darbelerle boğuşan Sovyet Rusya için yıkılma çanları çalmaya başlamıştır.

Azerbaycan ve Ermenistan arasında süren Dağlık Karabağ çatışmaları, savaşa döner. Rusların desteğini de alan Ermeniler, 1991’de Hankendi’ni, 1992’de Şuşa ve Hocalı’yı işgal etmiştir. Daha sonra Laçın, Hocavend, Kelbecer ve Ağdere’yi de ele geçiren Ermeniler, 1993’te Ağdam’a girdi. Ağdam’ı, Cebrayıl, Fuzuli, Gubadlı ve Zengilan İllerinin işgali izledi. Ermeniler bu süreçte Azerbaycan Türklerine karşı katliamlar yaptı. Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si işgal edildi, 1 milyona yakın Azerbaycanlı da yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise tamamen dağılmıştır. Ermeniler ise işgal ettikleri topraklarda sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyetini ilan ederler. Ancak hiçbir ülke ve uluslararası örgüt tarafından tanınmaz ve Dağlık Karabağ bölgesinin Azerbaycan’a ait olduğunu kabul ederler. Azerbaycan’ın bağımsızlık sonrası Dağlık Karabağ’ın Sovyet döneminde elde ettiği otonom statüsünü kaldırması da bölgenin bağımsızlığı ve Ermenistan tarafından işgali ile sonuçlanmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Dağlık Karabağ Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprağı olarak tanınmakta, Ermenistan’ın her türlü girişimi ise uluslararası hukuka aykırı olarak kabul edilmektedir. (Güler, 2020)

Yaşanılan bu gerginlik neticesinde iki devlette faturasını ağır ödemiştir. Ekonomik ve askeri açıdan aşırı derecede yıpranmışlardır. Azerbaycan Cumhuriyeti, 1991 ila 1995 yılları arasında toplamda altı hükümet değişikliğine gitmiştir. Dış borçlarını ödeyemeyen Ermenistan ise tüm endüstriyel kurumlarını yönetimini Rusya’ya devreder. Enerjiden askeriyeye kadar nerdeyse bütün alanlarda Ermenistan Devleti çöküntü yaşayarak Rusya’nın gölgesine sığınmıştır.

19 Eylül 1992 tarihindeyse Sovyet Rusya Güney Kafkasya’dan geri çekilmiş ve dolayısıyla otorite boşluğu doğmuştur. Doğan bu boşluğu doldurmak maksadıyla İran Devleti kuzeyinde bulunan yoğun Azerbaycan Türk nüfusunun ayaklanması ihtimaline karşılık Ermenistan’ı destekler. Yaklaşık 35 milyona yakın bir Türk nüfusundan bahsedilmektedir. Bu nüfus, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toplam nüfusuna oranla üç katıdır ve İran için tehlike arz etmesi de bu nedenledir. 1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşmasına kadar tek bir parça olan Azerbaycan, yeniden birleşme isteği uyanabilir. Halihazırda Azerbaycan’ın üç temel hedefi vardır. Birincisi, Türkiye ile olabildiğince yakınlaşmaktır. İkincisi, Rusya’nın ikiyüzlü politikaları nedeniyle mesafeli durmaktır. Üçüncüsü ise, Güney Azerbaycan ile birleşmektir. Azerbaycan’ın bu hedeflerini bilen Rusya ile İran, alttan alttan Ermenistan’ı desteklemeye devam etmektedir. Nitekim bu üç hedefin gerçekleşmesi, zengin petrol ve doğalgaz yataklarının Türk egemenliği altına geçmesi demektir.

Azerbaycan’ın girişimleri sonucunda Birleşmiş Milletler ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde çalışmalar başlar. Dağlık Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunmasını teşvik amacıyla 24 Mart 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubunu oluşturmuştur. Grubun eş başkanlıklarını Rusya, Fransa ve ABD üstlendi. Sorunu çözmek için AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur. Pek tabi Rusya bu durumdan rahatsızdır. Buna mukabil Güney Kafkasya’da güç dengeleri sarsılmaya başlayan Rusya, Dağlık Karabağ mevzusuna doğrudan müdahil olur. Rusya bir yandan çözüm grubunun eş başkanlığını yürütürken diğer yandan da belirsizlik yaratarak tarafları elinde tutma politikası gütmüştür. Azerbaycan ve Ermenistan devletlerini Soçi’de bir araya getirir ve geçici ateşkes antlaşması imzalanır. Ancak Ermenistan bu ateşkese uymaz. Nahcıvan ile Karabağ bölgelerine saldırılar düzenler. Bu durum üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dağlık Karabağ Bölgesinin Azerbaycan toprağı olduğu ve Ermenistan’ın bu bölgeyi işgal ettiği kararını alır.

Azerbaycan’da iktidara gelen Haydar Aliyev, savaşı durdurmak maksadıyla bir fiil çalışmalar başlatır. 12 Mayıs 1994 tarihinde Ermenistan ile tekrardan ateşkes antlaşması imzalanır. Ermenistan-Azerbaycan arasında 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasından önce ve sonra Rusya’nın Ermenistan’ı silahlandırması sürekli gündeme gelmiştir. Geçmişte imzalan ateşkeslerle birlikte bu ateşkesi de Ermenistan bozmuştur. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi aldığı kararla Ermenistan’ı “saldırgan” devlet olarak nitelendirir. Dünya kamuoyunda da haklılığı ispatlanan Azerbaycan’a saldırgan tavrından ödün vermeyen Ermenistan, Rusya’nın bir politikası olduğu aşikardır. Nitekim Rusya, 1993 ila 1996 tarihleri arasında Ermenistan’a toplamda 1 milyar liralık silah yardımında bulunmuştur. Ayrıca Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, 2010 ila 2018 yılları arasında Rusya’nın Ermenistan’a 50 bin ton silah gönderdiğini söylemiştir. Nitekim Ermenistan, Rusya’nın Kafkasya’da ki en önemli stratejik ortağıdır. Bu bağlamda Rusya’nın politik çizgisi; Azerbaycan’da huzursuzluğun yerleşmesine, eski nüfuzunun burada tekrar kazanılmasına ve gelecekte Azerbaycan’ın tekrardan Rusya’nın kolonisi olmasına yönelik ve bu maksatla da Ermenistan’ı destekler niteliktedir. (Şıhaliyev, 2011)

16 Ağustos 2010 tarihinde, Azerbaycan ile Türkiye arasında “Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalanmıştır. 23 Aralık 2015 tarihinde ise Ermenistan ile Rusya arasında “Ortak Hava Savunma Sistemi” kurulması antlaşması imzalanmıştır. 2016 yılında Ermenistan Dağlık Karabağ bölgesinde ateşkesi tekrar bozmuştur. Toplamda dört gün süren çatışmada Azerbaycan, bölgede ki stratejik tepeleri geri almıştır. Azerbaycan’ın bazı stratejik tepeleri geri almasından sonra Rusya, Ermenistan’a İskender-M füzelerini yerleştirmiştir.

Ermenistan Karabağ’da, yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü işgali ve Azerbaycan topraklarında kurduğu sözde cumhuriyeti hiçbir ülke ve uluslararası kuruluş tanımamıştır. Bu süreçte, BMGK, Ermenistan’ın işgal altındaki bölgeleri derhal boşaltmasını içeren dört karar kabul etmiştir. Ancak Erivan yönetimi bu kararların hiçbirini gerçekleştirmemiştir. Azerbaycan tarafı ise çözüm sürecinin başlaması ve barışın tesis edilmesi için Ermeni askerleri tarafından işgal edilen bölgelerden çekilme şartını öne sürmektedir. Bakü yönetimi, Dağlık Karabağ’a yüksek statülü özerklik vadederken, Ermenistan bu bölgenin Azerbaycan’dan ayrılarak bağımsız olmasını istiyor. Ancak Ermenistan’ın işgalci tavrı hasebiyle çatışmaların yeniden başladığı Karabağ bölgesinde, Ermenistan’ın çekilme kararından sonra Azerbaycan’ın mutlak zaferiyle mesele sonuca bağlanmıştır.

 

Kaynakça

• 15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı. (2020, Eylül 15). Qırım Haber Ajansı: https://qha.com.tr/haberler/15-eylul-1918-nuri-pasa-kumandasindaki-kafkas-islam-ordusu-baku-yu-kurtardi/247466/ adresinden alındı
• Bozkuş, Y. D. (tarih yok). Ermenistan Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu ile İlişkileri. Türkler ve Ermeniler, Tarih boyunca Türk-Ermeni İlişkileri: https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermenistan-cumhuriyeti-ve-osmanli-imparatorlugu-ile-iliskileri/ adresinden alındı
Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı? (2020, Eylül 28). BBC News: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54330024 adresinden alındı
• Güler, M. Ç. (2020). 5 Soru: Dağlık Karabağ Çatışması: Azerbaycan – Ermenistan İlişkilerinde Bir Kırılma mı? SETA.
• İsmayılov, S. N. (2020). Dağlık Karabağın Tarihsel Süreci. Kriter, 26-34.
• Karal, E. Z. (1995). Osmanlı Tarihi (Cilt 8). Ankara.
• Lewy, G. (2005). The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: a Disputed Genocide. Utah.
• Mustafayev, B. (2013). Resulzade Hükümeti Dönemi ve Yaşanan Terör Olayları (1918-1920). Avrasya İncelemeleri Dergisi , 205-231.
• Özyılmaz, E. V. (2013). Geçmişten Günümüze Dağlık Karabağ. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 191-208.
• Sapmaz, A. (tarih yok). Rusya’nın Transkafkasya Politikası ve Türkiye’ye Etkileri. Ötüken: https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Transkafkasya.pdf adresinden alındı
• Şıhaliyev, E. (2011). Uluslararası İlişkiler Boyutuyla Ermenistan-Azerbaycan Çatışması. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 139-160.
• Tomar, P. D. (2019, Şubat 05). Rusya, en sıcak denizler ve Ortadoğu. Anadolu Ajans: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/rusya-en-sicak-denizler-ve-ortadogu/1383721 adresinden alındı
• Yeşilot, O. (2010). Türkmençay Antlaşması ve Sonuçları. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 187-199.
• Palabıyık, M. S.ve Y. Deveci Bozkuş (2009), “Turkish – Armenian Relations (1918-2008)”, (Der.) Ömer Engin Lütem, The Armenian Question, Basic Knowledge and Documentation. Ankara:Terazi Publishing.

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/dosya-karabag-meselesinin-ara-yuzu/feed/ 0
Küresel İttifak İhtiyacı https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/#comments Wed, 30 Dec 2020 10:10:21 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=1982 Uluslararası alanda her ülkenin önemli kırılmaların yaşandığı, dünyanın her köşesinde siyasi, ekonomik ve sosyokültürel açıdan yeniden dizaynının söz konusu olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Koronavirüs salgının gölgesinde ortaya çıkan ekonomik krizler, yoksulluk, enerji kaynakları üzerindeki tahakküm gibi birçok mesele ülkeleri ve toplumları etkisi altına almıştır. Bunların yanı sıra birçok ülke için tehlike arz eden; FETÖ, DAEŞ. BOKO HARAM gibi terör örgütlerinin terörizmi şiddetli bir şekilde yürüttüğü faaliyetler ağır enkazlar bırakmaya devam etmektedir. Terörizm, giderek artan bir durum halini almakla beraber küresel barış ve huzuru ekarte etmektedir. Halihazırda ülkemiz, bölgesel açıdan terör örgütlerinin hedefi haline gelmiştir. Türkiye hem içeride hem dışarıda bütün yuvalanmış terör örgütleri ve onları destekleyen güçlerle hayati bir mücadele yürütmektedir. FETÖ başta olmak üzere diğer terör örgütleri de din ve dindarlığı istismar ederek hareket etmişlerdir. DEAŞ ve FETÖ, eski Roma’nın sembollerinden Janus’un biri doğuya, diğeri batıya bakan iki yüzü gibidir. Bir başka ifadeyle, bu iki örgüt Müslümanların arasına sokulmuş, içine de fitne gizlenmiş Truva Atı’dır. Her ikisinin amacı toplumu ifsat etmek, iman ve itikadımızı zehirlemektir.

Koranavirüs salgını, iklim değişikliği, çevre kirliliği, göç, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi sorunlar da küresel gündemin meşguliyetleri arasında önde gelen meselelerdir. Ortaya çıkan bu sorunlar yalnızca birtakım ülkeleri baz alan yahut tehdit eden sorunlar değildir. Nitekim bu meseleler küresel anlamda tüm dünyayı tehdit eder boyuttadır. Ülkelerden en gelişmişinden en geri kalmışına kadar küresel bir uzlaşıyla kurulacak ittifak ile bu sorunların üstesinden gelinebilir. Uluslararası çok taraflı kurumlar gerçek manada bir güç birliği yaparak tüm bu sorunlarla mücadele etmesi gerekliliği ortadadır. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere diğer uluslararası kurum ve kuruluşlar tüm insanlığı tehdit eden bu sorunlar karşısında yeterli düzeyde tedbir almamaktadır. Küresel anlamda yeniden dizayn edilen dünya düzeninde BM başta olmak üzere diğer uluslararası örgütlerin de vakit kaybedilmeden reforme edilmesi gerekmektedir. Bu reforme; uluslararası tarafsızlıkla beraber, adalet, hukuk ve insan haklarını ciddi ciddi işlemelidir. Nitekim dünya ekosisteminde güçlünün haklı değil, haklının güçlü olması için her ülkenin elini taşın altına koymaktan imtina etmemesi gerekmektedir. 193 ülkenin üye olduğu Birleşmiş Milletlerde kararları yalnızca beş daimi üyenin alması, BM’nin adaletini sorgulatır kılmaktadır. Buna mukabil küresel sorunlar karşısında insani ve vicdani bir duruşun ziyadesinde, ekseriyetinin çıkar odaklı olan bir duruşun sergilendiğini görmekteyiz. Bu durum da BM’nin meşrutiyetini sorgulatmaktadır.

Ortaya çıkan küresel sorunlara karşısında kayıtsız kalmak, o sorunların büyümesine teşvik etmek demektir. 2011 yılında “Arap Baharı” diyerek başlatılan zulüm, halen sonlanmış değildir. Ortadoğu’da ilk başta demokratik halk hareketi olarak başlayan eylemler yerini şiddet ve zulme bırakmıştır. Uluslararası çifte standart, adaletsiz tutum ile İslam düşmanlığı ne yazık ki bu bölgeyi terörün yaşam alanına dönüştürmüştür. Bunun yanı sıra antidemokratik bir şekilde ülkelerin yönetimini devralan kişiler de mevcuttur. Bu durumda uluslararası kamuoyu, antidemokratik yönetimlere müdahale yapmaktan yoksun olarak hareket etmektedir. Filhakika uluslararası kamuoyu; demokrasinin, insan haklarının ve adaletin yanında yer almak yerine oligarşik, otoriter ve darbeci hükümetlerin yanında yer almaktadır. En bariz örnek Mısır’dır. Halkın seçilmiş meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren Sisi’nin yanında yer almıştır uluslararası kamuoyu. Hakeza Libya’da darbeci Hafter’in peşinde olan zahirde demokratik ve hukuk ülkeleri mevcuttur. Yoksul, çaresiz ve haksızlık ile mücadele eden ülkeler bu şekilde darbeci ve terör örgütlerinin istismarına uğramaktadır. Unutulmamalıdır ki bölgesel terör yoktur. Terör, uluslararası bir tehdittir. Irkçılık, İslamafobi ve iklim değişikliği küresel bir sorundur, yerel bir sorun olarak görmek yanlıştır.

Suriye’de başlayan iç savaş neticesinde; muhaliflere yakın İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye devriminin 15 Mart 2011’den başlayarak 9 Aralık 2020 şafağına kadar Suriye topraklarında 387.118 kişinin hayatını kaybettiğini, öldürüldüğünü ve öldüğünü belgelemiştir. (Gözlemevi, 2020). Dünya şayet siyaset ve adalet üzere kurulu olursa, onun bir anlamı vardır. Ancak siyaset adaletten kopuksa orada bir netice almak mümkün değildir. Nitekim Suriye özelinden hareketle bu durumu dünya olarak birebir yaşamaktayız. Halihazırda yönetimde olan Şam rejimi meşrutiyetini kaybetmiştir. Ancak Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgüt ve devletlerin bu duruma müsamaha göstermesi ve kayıtsızlığı tarihin en büyük dramlarından birine yol açmıştır. Mısır’da az önce belirttiğim üzere halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanının darbeyle indirilmesi, ardından toplu katliamların yapılması hangi hukuk sistemine uymaktadır? Günaşırı binlerce insanın katledildiği bir yeri yerel sorun olarak nasıl değerlendirebiliriz? Günümüz dünyasının bu duruma kayıtsız kalması halihazırda mümkün değildir. Nitekim artık Mısır ve bölge ülkelerinde bu savaş, insanların vicdanlarında tamiri zor yaralar açmıştır.

Yaklaşık bir asırdır süregelen Filistin meselesi, içimizde derin yaralar açmıştır. Bölge insanlarının geleceğe umutla ve güvenle bakmasına ipotek koyan Filistin meselesi çözüm bekleyen en önemli konulardan biridir. Batı dünyasının süper güç ülkesi ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, başlı başına bir hezeyandır. Irak’ta ise devrilen rejimin ardından başlayan süreç, adeta Irak halkını huzur ve demokrasiye hasret bırakacak düzeyde yüksek trajedinin ev sahipliğine bürünmüştür. Gün geçtikçe Ortadoğu ateşi alevlenip büyümektedir. Şuan omuz silkercesine bu duruma kayıtsız kalan devletler unutmamalıdır ki, o ateş onlara da sıçrayabilir. Krizin olduğu yer dolayısıyla istikrarsızlığında merkezi halini almaktadır. Ortadoğu, lokal bir sorun değildir. Ortadoğu küresel düzeyde tüm devletleri kapsayan bir sorundur. Bu ateş daha da kızışmadan dünya kamuoyu küresel ittifak kurup, el birliğiyle müdahale etmelidir.

Türkiye ise bu denli büyük çatışmaların yer aldığı; zulmün, şiddetin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü ortamda bölgesel işbirliği dinamiklerini hareket ettirmeye öncülük etmiştir. Balkanlardan Kafkaslara, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar bölgesel aktörleri ortak projeler etrafında bir araya getirerek bölgesel lider konumunu somutlaştıran adımlar atmıştır. Enerjiden ulaşıma, ticaretten turizme kadar her alanda işbirliklerini güçlendirmiştir. Uluslararası alanda diplomasisini oldukça başarılı bir şekilde yürüten Türkiye, bölgesel barışın öncüsü konumundadır. Bu nedenle oluşturulması gereken “Küresel İttifak”ın en önemli aktörleri arasındadır. Dünyaya bu ittifakı kabul ettirecek yegâne ülkedir.

Terör, İslamofobi, ırkçılık gibi çeşitli sorunlarla küresel siyasal sistem gittikçe çok kutuplu bir yapıya bürünmektedir. Bu çok kutuplu yapı dolayısıyla istikrarsızlığı doğurmaktadır. Dünyanın önde gelen ülkelerinden ABD, Çin ve Rusya’da bu durumdan kendisini soyutlamaya çalışmaktadır. Hindistan, Avrupa ülkeleri, Japonya ve Brezilya gibi ülkeler de yeni küresel sistem içerisinde geniş bölgeye hitap etme gayreti içerisindeler. Türkiye ise bölgesel güç olma yolunda ciddi yol kat etmiş ve küresel arenada; sağlıktan, askeriyeye, dış politikadan, ekonomiye kadar güçlenerek hareket etmektedir.

Güç hegemonyasında birleşen dünya ülkelerinin küresel hukuku yok sayması neticesinde de ortaya adaletsizlik çıkmaktadır. Samimi olmayan dünya ülkeleri insan hakları ve demokrasi alanlarında söz söylemeye hakkı yoktur. Ancak ekonomik ve askeri gücün gölgesinde birçok bölgede adeta tek yetkili ülke/ülkeler konumunda durmaktadır. Uluslararası kamuoyunda bu durumu minimalize etmek yalnızca oluşturulacak küresel bir ittifak ile mümkündür.

Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya ve Uzak Doğu’ya kadar yerküremizin tamamındaki ülkeler arasında ortaya çıkan terör ve iklim değişikliği tehditlerine karşı yekvücut olmamız gerekmektedir. Sözde demokrasi ve hukuk sözcülüğü yapan ülkelerin bu duruma karşı daha samimi olmaları gerekmektedir. Küresel İttifak, dünya kamuoyunda bir ihtiyaçtır. Neticesinde insan haklarından demokrasiye, adaletten özgürlüklere kadar her alanda bir uzlaşı gerçekleşecektir. Farklı anlayışlar ve kültürlerin medeniyet özelinde birleşerek ortaya bir ittifak çıkarılacaktır. Bu ittifak, tüm insanlığı tehdit eden meseleleri bertaraf etme noktasında hareket edecektir.

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/kuresel-ittifak-ihtiyaci/feed/ 3
Medeniyet Anlayışındaki Farklılıklar https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/#comments Sun, 27 Dec 2020 16:28:26 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=1839 Medeniyet söylemi, aslı itibariyle kendine has kültürü, bakış açısı ve yaşam biçimini barındırdığı geniş kapsamlı bir anlam içeriğine sahiptir. Tarihi, kültürel altyapısı ve coğrafyasının mevcudiyetiyle esastır. Son yirmi yıldır medeniyet kelimesini birçok kez Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi bağlamında duyduk.  Samuel Huntington’un , Soğuk Savaş yıllarına ve sonrasına tekabül eden 1990’lı yıllardan itibaren küresel boyutlu ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojilerin olmadığı buna mukabil medeniyetlerin olmaya başladığını savunduğu bir tezdir. “Medeniyetler Çatışması” tezi, aslı itibariyle 21’inci yüzyılın odak noktası olacağını öne sürmektedir. Aslında Huntington’ın medeniyet kavramını açıklamanın ziyadesinde siyasi bir gündemle çatışma üzerine odaklanan bu tezinde çok da dikkat çekmeyen önemli bir tespit bulunuyordu.

Medeniyetlerin 21. yüzyılda da insanların aidiyetlerini belirleyen ve bu çerçevede uluslararası ilişkileri şekillendiren ana kavramlardan birisi olmayı sürdüreceği, ulus devlet sisteminin hâkim olduğu bir çağda medeniyet gibi ulus devlet sınırlarını aşan bir kavramın yaşamaya devam edeceğini dile getiriliyordu. Yani sonucu itibariyle tek yönlü olmayan medeniyet kavramını evrenselliğe yoğrulacağı fil hakika küresel çapta artık muhtelif şekillerde kaşımıza çıkacağını ikrar etmektedir ki yaşadığımız dönemde bu durumu birebir yaşamaktayız. Bu çatışma odaklı formülasyonun karşısında konumlandırılabileceğimiz bir başka teşebbüs de 2005 yılında ortaya çıkan Medeniyetler İttifakı Girişimi oldu. Girişimin temeli, adından da anlaşılabileceği üzere medeniyetlerin ittifak edebileceği, bir arada yaşayabileceği ve farklılıklarına rağmen ortak olarak iyi şeyler için çalışabileceği fikriydi. Medeniyetler İttifakı Girişimi çatışma paradigmasının derinleşmesini önleyici bir misyon üstlendi. Bu derinleşme temelinde uluslararası sosyal ve ekonomik statünün zarar göreceği aşikâr olan bir durumdu. Neticesinde bu girişim bu durumu minimalize etme gayreti içerisindeydi.

19’uncu yüzyılda Avrupa sömürgeciliğinin kullandığı en yaygın nosyonlardan biride medeniyet nosyonudur. Fransızların “la mission civilisatrice” dediği yani medenileşme, Osmanlı aydınları tarafından da “vazife-i temeddün” olarak tercüme edilmiştir. Medeniyet götürüyoruz başlığı altında Avrupa’nın; Afrika’yı, Asya’yı, Latin Amerika’yı ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirdiklerini görmekteyiz. Medeniyet olarak lanse edilen ancak fiili olarak barbarlığın tezahürü olacak onlarca hadise mevcuttur. Yakın dönemde ise Avrupa’nın gerek mülteci krizi ve ırkçı faşist yaklaşımıyla da gerekse de İslamofobi birer barbarlık örneğidir. Son üç asırdır Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için kullanılan medeniyet kavramının bu istismardan ve hegemonik çağrışımlarından kurtarılması pek önemlidir. Öncelikle kelimenin tarihî, siyasi ve toplumsal anlamlarının yanı sıra ikinci olarak da medeniyet tanımının dayandığı felsefî çerçevenin temellendirilmesi gerekmektedir. Medeniyet tasavvuru; varlık, bilgi, estetik konuları özelinde hareket etmektedir. İslam dünyasının “medeniyet”ten bahseden ilk düşünürlerinden Farabî’nin “erdemli şehir” modeli ve İbn Haldun’un “umran” teorisinde bu tasavvur geniş bir şekilde gerçekleşmiştir.

Medeniyet kavramının bir toplumun ancak muayyen bir dünya görüşü, varlık tasavvuru, bilgi anlayışı ve estetik duyuşu ile hasıl kılınabilir. Her alanda bütüncül ve tutarlı bir tasavvura sahip olmanın akıl ve erdeme dayalı, insancıl ve sürdürülebilir bir medeniyetin vazgeçilmez şartıdır. Bunun için de varlık dairesinin farklı mertebeleri arasında doğru ve otantik ilişkiler kurmanın ve her şeyi yerli yerine koymanın gerekliliğini de esas olarak kabul etmeliyiz. Varlıkla ilişkimizi yeniden tanımlamamız, bilgi tasavvurumuzu yeniden inşa etmemiz ve güzellik ilmini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bu formülasyonda medeniliğin teknik imkânlarla, zenginlik veya büyük şehirler kurmakla ilgisi olmadığını görmekteyiz.

Bilakis medenilik varlık, insan, eşya karşısında bir duruşu ifade eden tutumları kapsayan bir bütün, bir değerler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı’nın artık halihazırda medeniyet kavramı üzerine söyleyeceği bir sözü de kalmamıştır. İslam dünyası ise kendine has ve geniş derinliğe sahip medeniyet anlayışına söyleyecek lafız aramaktadır/aramalıdır. Kendimize has medeniyetimizin; estetik, kültür ve anlam değerlerinden yoksun olarak İslam dünyasının kendi sorunlarına gerçekçi bir çözüm üretebilmesi ve insanlığa fayda sağlayabilmesi mümkün değildir. Buna mukabil sahih çözümlerin üretilmesi bir takım öze dönüş ile mümkünlük kazanması aşikardır. Bu öze dönüşün ise 21’inci yüzyıl ile entegre edilerek hayata geçirilmesi esastır.

Türkiye’de medeniyet kavramı üzerine, Cumhuriyetle beraber fevkalade radikal bir süreç başlamış oldu. Modernleşmek adına geleneğin tarihin hafızanın bir kenara konulması fikri çok baskın çıktı. Ve bu bir nesli kendi tarihine ve coğrafyasına yabancılaştırdı. Bunun çok ağır sosyolojik ve siyasi sonuçları oldu. Kendi şartları içerisinde Cumhuriyet dönemi farklı bir modernleşme yolu izleyebilirdi. Biraz daha kendi tarihiyle, Anadolu irfanıyla, İslam’la, dini gelenekle, Osmanlıyla daha barışık bir modernleşme gerçekleştirebilirdi.

Bizlere dayatılan modernleşme hikâyelerinin iki ana unsuru vardır. Biri Avrupa merkeziyetçiliği, diğeri ise oryantalizmdir.  Avrupa merkeziyetçiliği sadece siyaseti değil; tarihi, estetiği, kültürü, müziği, sanatı, yeme kültürünüzü, yaşama kültürünüzü Avrupa merkeziyetçi zaviyesinden tanımlayan bakış açısıdır. Avrupa merkeziyetçiliği; hukukun, medeniyetin, ilerlemenin, kalkınmanın, yüksek kültürün kriteri Avrupa’da üretilen değerlerdir diyen bakış açısıdır. Bu nasıl gerçekleşti? Kadim tarihi 6-7’inci yüzyılda başlatarak. Bilim, düşünce ve mantık kadim Yunanda başladı diyerek. Bilime tabii ki de Yunanlılar önemli katkılarda bulunmuştur. Hatta İslam medeniyetini de etkilemiştir. Yani bizim hiçbir filozofumuz; Eflatunsuz, Aristosuz felsefe konuşmamıştır. 1000 yıl neredeyse Eflatun’un ve Aristo’nun eserleri Arapçaya çevrildi ve muhafaza edilmiş oldu.

Bizler ne yazık ki Avrupa merkeziyetçi bakış açısından vazgeçmiş değiliz. Hâlâ bu tarihi-zihni arka planla hareket etmekteyiz. Medeniyet, 150 yıldır gündemden hiç düşmeyen ama bir o kadar da örselenen, hırpalanan ve suistimal edilen bir kavram. Tarihi arka planı unutmadan, medeniyet kavramını bu sömürgeci anlamlarından kurtarıp, yeni bir çerçevede tanımlamamız gerekiyor. Medeniyet; insancıllık, medenilik, rasyonellik, ahlaklı, erdemli olma anlamında bir değerdir. Toplumların kendi tarih ve geleneklerine uygun bir şekilde yaşamaları, barış içinde bir dünya düzeni kurmaları için önemli bir zemin teşkil etmektedir.

Medeniyeti tek bir kadrajda incelememizin mümkün olmadığı gibi dönemsel farklılıklarında olduğunu unutmamalıyız. Nitekim her medeniyet başlığı altında yapılan hareketin ve olayın aslı itibariyle medeniyet ile ilişkilendirilmemesi gerekmektedir. Tek perspektif olarak medeniyeti değerlendirmemizde yanlıştır. Çünkü medeniyet dediğimiz tek mercekten farklı olayları incelemek olarak nitelendirebileceğimiz bir nosyondur.

KAYNAKÇA

  • KALIN, İBRAHİM, “Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar”, İnsan Yayınları, 2018
  • HUNTİNGTON, SAMUEL P. , “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, Okuyan Us Yayınları, 2011
  • YILMAZ, MURAT, “Medeniyetler Çatışması ve Samuel P. Huntington”, Vadi Yayınları, 2014
  • YUMAK, SÜMEYRA, “Barbar, Modern, Medenî: Medeniyet Üzerine Notlar”, İbrahim Kalın, İstanbul: İnsan Yayınları, 2. Baskı, 2018, 299 sayfa. . Usul İslam Araştırmaları, 32 (32) , 224-227. (https://dergipark.org.tr/tr/pub/usul/issue/49556/634930)
  • ŞİŞMAN, SULEYHA, “Medeniyet üzerine notlar”, https://www.yenisafak.com/hayat/medeniyet-uzerine-notlar-3407607), E.T. 10 Kasım 2018
]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/medeniyet-anlayisindaki-farkliliklar/feed/ 2