Abdulkadir BULUT – Açık Pencere https://www.acikpencere.com Gençlik Düşünce ve Araştırma Kuruluşu Sun, 18 Dec 2022 16:07:45 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://www.acikpencere.com/wp-content/uploads/2020/12/cropped-kullanici-32x32.png Abdulkadir BULUT – Açık Pencere https://www.acikpencere.com 32 32 Yorum: İslamofobinin Türkiye Yansımaları https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/#respond Thu, 21 Jan 2021 12:52:14 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2172 Türkiye’deki İslamofobiyi anlatmadan önce genel manada İslamofobiyi açıklamamız gerekir. İslamofobi; İslam’a, Müslümanlara ve Müslümanların değerlerine nefret ve kin beslemek İslam’dan ve Müslümanlardan korkmak anlamlarına gelir. İslamofobi, kelime olarak ilk defa 1991 yılında kullanılmış olup 11 Eylül saldırılarıyla da lügatimizde iyice yer edinmiştir. Tabi ki İslamofobinin başlangıcı 1991 yılı değildir. İslam’ın doğuşuyla beraber Mekkeli müşrikler islamofobik bakış açısına sahip olmuşlardır. Daha sonra Tarık Bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethiyle Avrupa’da da İslamofobik hareketler görülmüştür.

İslamofobinin ülkemize giriş zamanı olarak Osmanlı’nın son dönemlerini işaret edebiliriz. Osmanlı, yıkılış dönemindeyken devleti tekrar ayağa kaldırmaya çalışanlar, bazı önerilerde bulunmuşlardır. Bu düşüncelerin en önemlileri ise İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Batıcılıktır. Buradaki Batıcılık anlayışını açmak gerekirse bizi Doğu’ya bağlayan her şeyden bağlarımız koparıp yüzümüzü sadece Avrupa’ya çevirmemiz gerektiği anlamına geldiğini iddia edebiliriz. Bu Batıcılık anlayışını ortaya atan kişi, Abdullah Cevdet isimli Osmanlı siyasetçisidir. Abdullah Cevdet aynı zamanda İttihat ve Terakki partisinin kurucularındandır

İslamofobinin ülkemize ilk girişi bu Batıcılık anlayışıyla gerçekleşmiştir diyebiliriz çünkü daha sonraki zamanlarda bu Batıcılık anlayışı modernleşmenin tek kapısı olarak görülmüştür. Cumhuriyet döneminde ülke siyasetine yön veren gerek aydınlar gerekse siyasetçiler modernleşmek için Avrupa’ya benzemenin gerektiğini söylemeye devam etmişlerdir. Avrupa’ya benzemek için Doğu’dan kopmamızı ısrarla ifade ederek bunun için Osmanlıyı ve onunla beraber geçmişimizi unutmak gerektiği sonucuna varmışlardır. Çünkü zamanında Haçlı Seferleri’ne hedef olan bir devletin düşünce dünyasını Avrupa elbette ki kabul etmeyecekti. Peki geçmişimizin unutulması için ne yapılması lazımdı? Tabi ki İslam’dan kopmak ya da İslam’dan uzaklaşmak lazımdı çünkü Haçlı Seferlerini yapanlar bu seferleri bir ülkeye veya bir zümreye yapmamıştı. Haçlı Seferleri direkt İslam’a karşı yapılmıştı ve bu yüzden Batıcılara göre İslam’dan uzaklaşmak gerekiyordu. Bu gereklilik, zaman içinde Müslümanlara karşı çeşitli şekilde üstü açık veya kapalı şiddete neden oldu. Bu şiddet bazen hakaret bazen gerekli hak ve özgürlüklerin kısıtlanması bazen de gerçek bir fiziksel şiddet olarak dile getirildi. Gelin bu şiddetlere birkaç somut örnek verelim.

Bu şiddet örneklerinden ilki ve bence en önemlisi Türkiye siyasetinden ve gündeminden en uzak olan kişinin dahi bildiği 28 Şubat olayıdır. Çünkü 28 Şubat olayı İslam düşmanlığının ilanıdır. 28 Şubat süreci İslam’la yaşayan Müslüman halkının hak ve özgürlüklerine, psikolojisine hatta vücuduna saldıracak kadar ileri gitmiş bir süreçtir. Namaz kılanın fişlendiği, dininin gereği diye başını örtenin devlet dairesine hatta hakkıyla kazandığı okula alınmadığı bu dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz karası dönemlerinden biri olarak yerini almıştır.

Burada parantez açmak isterim. İslam ve İslam’ın değerlerine saldırı bu süreçte başlamamıştır. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında şapka takmak zorunlu hale gelince dininin gereği olarak şapka takmayıp sarık takan onlarca alime zulmedilip onlarca alim öldürülmüştür. Ezanlar Türkçe okutulmuş hatta TBMM‘de Kur-an’ı Kerim’deki sure isimlerinin değiştirilip bazı ayetlerin çıkarılması gündem olmuştur. Yani 28 Şubat süreci ilk değildir ve biz İslam’ı her platformda savunmazsak sonda olmayacaktır.

İslamofobinin önemli ayaklarından biri medyadır. Çünkü medya insanı manipüle edebilecek bir güçtür ve manipüle etmektedir de. Gerek sinema filmleriyle gerek çıkarılan dergiler veya gazetelerle İslam, Türk halkına kötülenmektedir. Hepimizin gülerek izlediği Yeşilçam filmleri buna örnektir. Yeşilçam filmlerinin bazılarında hiçbirimizin sevmediği insanları kazıklayan ve dolandıran bir bakkal figürü vardır. Bu bakkal figürü daima hacı olur veya evlere temizliğe giden kadın daima türbanlı olur. O türbanlı kadın hiçbir zaman önemli mesleklerde olmaz ya da din adamları, bakkal figüründe olduğu gibi halkı dolandıran kişiler olarak gösterilmiştir. Tabi bu örnekler sadece buzdağının görünen yüzüdür.

Penguan Dergisi,14 Şubat 2011

Bir de bu zihniyetin dergi ve gazete ayağı vardır. Bu zihniyet dergi ve gazeteleriyle yeri geldiğinde alenen, yeri geldiğinde ise üstü kapalı bir şekilde İslam’a ve İslam’ın değerlerine hakaret etmekten geri durmamıştır.  Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi bu zihniyet, İslam ve İslam’ın değerleriyle dalga geçmeyi kendine vazife edinmiştir. Yeri geldiğinde “Allah yok, din yalan” demiş, yeri geldiğinde Müslümana mikrop demiş ve yeri geldiğinde başörtü takan kadını köpeğe benzetecek kadar ileri gitmişlerdir ve bunlar daha nicelerinden birkaçıdır. Zaman zaman yayınladıkları şeyler tepki çektiği için özür dilemişlerdir ama özürlerinin timsah gözyaşlarından bir farkı yoktur.

Bütün bu anlattıklarımız kalın bir ansiklopediyi doldurabilecek bir konunun sadece bir iki yaprağı mahiyetindedir. İslam’ın doğuşundan günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan hak batıl mücadelesinde her zihniyet zihin dünyasının gereğini yapmaya çalışacaktır. Burada önemli olan bu mücadelede safını doğru belirlemek ve inandığımız değerler uğruna en az batıla inananlar kadar mücadele edebilmektir. Özellikle İslam dünyasının mihenk taşı olan ülkemizde sahip olduğumuz en büyük değer olan İslam’ı bütün zararlı akımlara karşı müdafaa etmektir. Bunun için önce zihin dünyamızı bütün kötülüklerden arındırmalı, çağın sorunlarına cevap verecek ilmi bir birikimi oluşturmalı ve inandığımız değerleri hayatımızda tatbik etmeliyiz. Etmeliyiz ki bizi öldürmeye gelen her şey bizde hayat bulsun.

KAYNAKÇA

 

 

 

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/islamofobinin-turkiye-yansimalari/feed/ 0
Türk Sinema Tarihi https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/ https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/#comments Fri, 01 Jan 2021 11:51:42 +0000 https://www.acikpencere.com/?p=2039 Ülkemizde ilk toplu film gösterimi 1896 – 1897 yılları arasında Sigmund Weinberg tarafından İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. İlk toplu gösterim ise Lumière Kardeşler yapımı “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Gelişi” filmi olmuştur. Bu tarihten 14 Kasım 1914 yılına kadar özellikle Lumière Kardeşler’in yaptığı filmler başta olmak üzere yabancı yapım filmler gösterilmiştir.

Ülkemizde çekilen ilk film ise Ayestefano Anıtı’nın yıkılışı ile ilgili Fuat UZKINAY’ın çekmiş olduğu belgesel filmidir. Bu filmle beraber Fuat UZKINAY, “İlk Türk Sinemacı, çekmiş olduğu”, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmi ise “İlk Türk Filmi” unvanlarını almıştır.

1916 yılında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti aldığı bir kararla sinema çalışmalarına başlamış, Almanya’dan getirttiği aletlerle film çekimlerine başlayan cemiyet, savaştan görüntülerin de yer aldığı haber filmi niteliğinde filmler hazırlamıştır.

Türk sineması, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra film üretimini arttırmıştır. 1945 yılından sonra önemli gişe gelirleri getiren Mısır filmleri, Amerikan macera ve güldürü filmleri ve Türk sinemasının kendi köklerinden beslenen edebiyat uyarlamaları ve tarihsel filmler belirli bir sinema anlayışını beraberinde getirmiş ve sonraki yıllarda çekilen filmler ise bu ana temalar üzerinde durularak çekilmiştir.

1950’li yıllardan itibaren artan film üretimi Türk sinemasının daha fazla istihdam sağlanabileceğinin ve daha fazla üretim yapılabileceğinin sinyallerini vermiştir ve bu sinyaller Türk sinemasının “altın çağı” olarak nitelendirebileceğimiz 1960-1975 yıllarının temellerini atmıştır.

Türk sinemasının üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olan 1960’lı yıllar, aynı zamanda da düzeyli ve kaliteli Türk filmlerinin birbiri ardına vizyona girdiği, ulusal bir kimliğe büründüğü yıllardır. Türk Sineması 1963’ten itibaren renkli film üretmeye başlamıştır. 1967’den itibaren hızla artan renkli filmler, piyasaya hakim olmuştur. Türkiye’de 1960’lı yılların bir diğer özelliği de Türk sinemasının Amerikan sinemasının önünde olmasıdır. 1960’lı yıllarda sinema giderek daha kârlı bir sektör haline gelince, yeni yapımcıların ve yapımevlerinin ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştur. 1966 yılında Türk sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırada yer almıştır. Yapım, üretim ve dağıtım gücü hesaba katıldığında 1960’lı yıllar, Türk sineması için altın bir çağ olarak kabul edilmektedir. Pek çoğumuz Yeşilçam’ı biliriz. Yeşilçam tarihsel olarak 1914 yılında başlamış olsa bile çoğu araştırmacı Yeşilçam’ı Türk sinemasının altın çağı olarak gördüğümüz 1960-1975 yılları arasında saymaktadır.

1970’li yıllara gelindiğinde gerek ülkemizde görülen siyasi olaylar gerek halkın ekonomik sıkıntıları, sinema sektörünü kötü etkilemiştir. 1970’li yılların bir diğer darbesi ise ülkemize yavaş yavaş girmiş olan televizyonlardır. Televizyona artan ilgi, kitleleri sinemadan uzaklaştırmış, hatta bu uzaklaştırma bazı sinema salonlarının kapanmasına yol açmıştır. 1977 yılında, Türk sinemasına yasal düzenlemeler hazırlamak, yurt dışında film haftaları düzenlemek, yurt dışındaki festivallere katılacak filmlerin alt yazı kopyalarını üretmek gibi görevleri yerine getirmesi maksadıyla Kültür Bakanlığı’na bağlı Sinema Daire Başkanlığı kurulmuştur.

80’li yıllarda sinema seyircisi “ailelerden” “bireylere” geçişini tamamlamış, “yıldız sistemi” çökmüş, başrol oyuncusuna göre belirtilen filmlerden, yönetmenine göre anılmaya başlanılan sinemaya bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Devlet doğrudan müdahalelerle sinema sektörünü düzenlemeye çalışmış; 1986 yılında sinema, video ve müzik eserleri yasası çıkartılmıştır. Film festivalleri kendi seyirci kitlesini yaratmaya başlamış, Türk filmleri yabancı festivallerde yarışıp ödüller kazanmaya başlamıştır.

Türk Sineması, 90’lı yılları krizle karşılamıştır. Bu süreçte yılda 10 filmden az film çıkmış ve sinema salonları bir bir kapanmaya , özel televizyon kanalları ise birer birer açılmaya başlamıştır. 1995’ten sonra sırasıyla Video – VCD – DVD formatları yaygınlaşarak alternatif izleme alanları ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllarda genç bir yönetmen kuşağı belirmiş, önceleri kısa filmlerle ve senaryolarla hayatını geçindiren bu kuşak, Türk sinemasına yeni bir soluk getirmiştir. İzleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır.

2000’li yıllardan sonra ise izleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır. Türk filmlerinin teknik düzeyi Dünya standartlarını yakalamış; sinemaya, sinema okullarından yetişmiş eğitimli gençler hâkim olmaya başlamıştır. Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolarlık, seyirci sayıları da milyon kişilik rakamlara ulaşmaya başlamıştır. 2004 yılında, 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” çıkarılmış, bu yasa Türk sineması için bir dönüm noktası olmuştur. Film üretiminde ve seyirci sayılarında artış yaşanmıştır. 2005 yılında 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı 2019 yılında 59 milyonu aşmıştır. 2019 yılında sadece gişe gelirleri 976 milyon ₺ büyüklüğüne ulaşmış, film sektörünün toplam büyüklüğü 7 milyar ₺’nı aşmıştır.

Türk Sinemasındaki Bazı İlkler:

– İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapıldı. (1896)
– Sürekli film gösterilen ilk salon Beyoğlu’nda Sigmund Weinberg tarafından “Cinema Pathe” adıyla açıldı (1908).
– Afişi basılarak yurt dışına satılan ilk Türk filmi “Binnaz” oldu (1919).
– İlk konulu Türk filmleri Sedat Simavi tarafından çekilen “Pençe” ve “Casus” (1917).
– İlk özel yapım şirketleri Kemal Film (1922) ve İpek Film (1928).
– İlk sesli Türk filmi “İstanbul Sokaklarında” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1928).
– İlk film festivali “Yerli Film Yapanlar Cemiyeti” tarafından düzenlendi. ‘Unutulan Sır’ adlı film en iyi film seçildi (1948).
– İlk renkli Türk filmi “Halıcı Kız” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1953).
– İlk uluslararası ödülü Metin Erksan’ın yönettiği “Susuz Yaz” aldı. Film, Berlin Film Şenliği’nde ‘Altın Ayı’ büyük ödülünü aldı (1964).

Şu ana kadar yazdıklarım, Türk sinemasının tarihsel gelişimi için yazdığım objektif bilgilerdi ama benim şahsi fikrime göre Türk sineması her geçen gün kötüye gidiyor. Zaman zaman çok iyi filmler çıkarsak da genel olarak ürettiğimiz filmler, ortaya güzel bir şey çıkarmak amacıyla değil, para için oluyor. “Birincisi izlendiyse ikincisini, üçüncüsünü çekmeliyiz, bu film çok izlendi hemen bir benzerini de biz yapalım” düşüncesi yüzünden dünya sinema sahnesinde gün geçtikçe geriliyoruz. Sinemamızda daha güzel eserler görmek umuduyla…

KAYNAKÇA
1. Doç. Dr. Şükrü Sim, Türk Sinema Tarihi, s.27-78 (http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/turksinematarihiu128.pdf)
2. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, (https://sinema.ktb.gov.tr/)
3. www.technopat.net

]]>
https://www.acikpencere.com/arastirma-alanlari/beseri-bilimler/turk-sinema-tarihi/feed/ 2